TİFLİS’TE BİR GECE, SENE 1993

PAYLAŞ

Batum’da görevli olduğum 1993 yılında, Bakanlığın talimatıyla yirmi dört saatliğine Tiflis’e giderek Büyükelçiliğimizi ve Gürcü Dışişleri Bakanlığı yetkililerini ziyaret etmiştim. Gürcistan o dönemde iç savaş sonrası sorunlar yaşıyordu. Güvenlik boşluğu bunların başındaydı. Ellerine silah geçiren küçük grupların para için giriştiği gasp, adam kaçırma, hırsızlık olayları yaygındı. Caddelerde elinde makineli tüfekle dolaşan gençlere rastlanıyor, geceleri insanların nedenini anlamaya çalıştığı silah sesleri eksik olmuyordu.

 

Öyle bir ortam, ülkede ister istemez hedef haline gelen yabancıların daha büyük korku içinde yaşamasına yol açıyordu.

 

1993 senesinde Tiflis’teki asayiş durumunun ne denli vahim olduğunu herhalde en iyi, oradayken anlatılan, bir yabancının başına gelen, insanın tüylerini diken diken eden şu olay yansıtıyordu: Bu yabancı bir yaz  akşamı işinden evine dönüyor, evi havalandırmak için penceresini açıyor, pantolonunu ütüsü bozulmayacak şekilde özenle pencerenin hemen yanındaki sandalyenin arkalığına yerleştiriyor. Akşam olurken, artık herkesin kanıksadığı sinir bozucu silah sesleri de şehirde yer yer artmaya başlıyor. Yabancı elini yüzünü yıkayıp üstünü değiştirdikten sonra pantolonunu almak için döndüğünde bir de ne görsün: pantolonun ortasında bir kurşun deliği! Söylendiğine göre dışarıdan atılan serseri bir kurşun, açık pencereden girmiş. Yabancı iki dakika farkla kendisinin o pantolonun içinde olmadığına kim bilir ne kadar sevinmişti.

 

O günlerin Tiflis’inde kalınacak en güvenli yer, Avusturyalıların inşa ettiği ve çalıştırdığı, geceyi geçirdiğim Meteşi Oteliydi. Otelden içeriye adım atan, bir anda Doğunun güvensiz, yoksul, egzotik  dünyasından Batının planlı, huzurlu, zengin alemine geçmiş gibi oluyordu. Bu duygu geçişini sağlayan, Otelin Viyana ve Berlin’dekilere çok benzemesi olduğu kadar, kapıyı tutan, elleri otomatik silahlı iki özel güvenlik görevlisinin varlığıydı demek belki daha doğru olurdu.

 

Dışarıdan her an beklenebilecek gasp amaçlı saldırılara karşı müşterileri korumaya çalışan kapıdaki nöbetçilerin varlığı, huzur içinde derin bir uyku uyumaya tabii ki yeterli değildi. Gece karanlığı çöktüğünde, otelin parlayan ışıklarıyla beraber, caddeleri hızla boşalan şehrin birçok yerinden, yaşayanların artık alıştığı silah sesleri de gelmeye başlamıştı. Sesler kimi zaman sıklaşıyor, kimi zaman duruyordu. Tabii uyuyabilmek ne mümkün. Ya kapıdakiler de uyuyorsa? Batum’a sağlam dönme tasası içinde, gece uykusuz ve endişeyle geçti.

 

Batum’da da o dönemde asayiş sorunları yaşıyorduk. Orada da gece güvenlik nedeniyle pek sokağa çıkılamıyordu. Zaman zaman silah sesleri duyuluyor, bazı geceler geç vakit caddelerden tanklar  geçiyordu. Bir defasında sahilde koruma görevlimizle otururken bir genç yüz dolar istemiş, görevlimizle boğaz boğaza geldikten sonra uzaklaşmak zorunda kalmıştı. İç savaşın yaralarını sarmakla uğraşan  Gürcistan’da, Tiflis ile Batum arasında da siyasi sorunlar vardı. Hatta bu yüzden yolculuğu, her kırk-elli kilometrede bir sivil giyimli kişilerin araçları durdurup dolar ya da araba radyosu istediği karayoluyla değil, yine korkulu da olsa küçük bir uçakla yapmıştım.

 

Sabahleyin bir görevlimizle biraz dolaşma fırsatı bulduğumuz Tiflis, ortasından nehir geçen diğer şehirler gibi güzel, alımlı bir şehirdi. Ama bu tarihi kenti, Gürcistan’ın yaşadığı sıkıntılara rağmen ilk görüşte çekici yapan, zengin Gürcü kültürünün yanında, belki hem Avrupa hem Asya etkilerini barındırmasıydı. Tiflis’te Doğu’nun Fars ve Azeri etkisiyle Batı’nın Hıristiyanlığını yan yana görmek mümkündü. Tanıdığım Gürcülerin çoğunda da bu ikiliğe tanık olmuştum: Doğu’ya özgü tevekkül ve duygusallık,  Batı’ya özgü akılcılıkla karışık bireycilik.

 

Tiflis, kaplıcaları nedeniyle Gürcüce’de ılık anlamına gelen “tbili” sözcüğünden doğmuş. 1068’de Selçuklu Hükümdarı Alparslan tarafından alınan şehir elli yıl Selçukluların elinde kalmış. Sonra İranlıların yönettiği şehri 1723’te Osmanlılar ele geçirmiş. 1801’den itibaren, Sovyetlerin yıkılmasına kadar Tiflis Rus etkisinde kalmış.

 

Şehirde ünlü Trinity Kilisesinin ve güzel minareli camilerin yanında bir de her yerden görülebilen dev bir “Gürcü Ana” heykeli vardı. Bu dev heykel bir elinde Gürcülerin en iyilerini üretmekle övündüğü şarapla dolu bir kadeh, diğerinde ise düşmana karşı anavatanı koruyan bir kılıç tutuyordu.

 

Şehirde henüz reklam panoları binaların güzelliğini kapatmamıştı. Tiflis’in ortasından geçen, Gürcü dilinde bize göre söylenmesi zor bir karşılığı (Mtkvari) olan Kura nehri, ağır ağır akarken, şehir merkezindeki tarihi binalarla birlikte, Tiflis’in durmuş oturmuş soylu bir şehir olduğunu, belki bu yaşananların geçici olduğunu da anlatıyordu. Kenar mahallelerdeki Sovyet zamanında yapılmış çok katlı ruhsuz sosyal konutlar ise yoksulluğu bütün acımasızlığıyla yansıtıyordu. Çaresiz insanlar, evlerinin önüne koydukları masalarda elde avuçta ne varsa satmaya çalışmakla meşguldü.

 

Tiflis’in ağaçlıklı şık bulvarlarında ise ilgimi en çok, ekmek kavgasını sokakta sürdüren ressamlar, çiçekçiler ve şarap satıcıları çekmişti. Ressamların kaldırım kenarlarında sergilediği tablolardan, “sürümden kazanmak” için yaratılanlar kadar, görür görmez eserin yaratıcısının sanat kaygısını ön planda tuttuğunu, düzeyli bir güzel sanatlar eğitimi aldığını belli edenler de vardı. Hele bazı tabloların nasıl olup da “kaldırıma düştüğüne” şaşmamak elde değildi. Ressam belli ki herkes gibi maddi yönden zorda olmalıydı. Bu arada resimlerini satanlar arasında kadın yoktu, ama köşe başlarında renk renk güller, laleler, krizantemler, karanfiller, papatyalar satanların hepsi kadındı.

 

Tiflis’e on yıl sonra, sanırım 2003 yılında bir görevle tekrar gittiğimde asayişsizlik eskisi kadar kalmamıştı. Işıltılı mağazalar açılmış, eski yıkık dökük binaların kimileri yenilenmişti. Tablolar artık yavaş yavaş galerilere taşınmaya, oralarda müşteri beklemeye başlamıştı. Yollardan geçen, karanlık camlarının arkasından içi görünmeyen pahalı arabalara, orta sınıf insanlarının gücünün yettiği, Avrupa’nın küçük arabaları da eklenmişti. Sayıları artan reklam panoları, çatılara konulan parlak ışıklı yazılar eski binaların güzelliğini gölgelese de, şehrin ortasından süzülerek akan Kura, bu güzel şehre damgasını vurmaya devam ediyordu.

İlgili Yazılar
Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir