1988 yılında Merkeze atanmamı takiben ana odağı NATO olan uluslararası güvenlik işleri dairesinde görevlendirildim. Nasıl işlediğinden bihaber olduğum, esasında pek de ilgi duymadığım, kısa ve bilinen adıyla NATO’dan sorumlu birimin o zamanki adıyla enfrastrüktür ve lojistik dairesinde başkatip unvanıyla göreve başladım.
O yıllarda daha Soğuk Savaş bitmemiş, Berlin Duvarı yıkılmamıştı. NATO ile Varşova Paktı arasındaki ‘füze krizi’ devam ediyordu. Çalıştığım dairenin başında birkaç yıl önce maalesef kaybettiğimiz son derece cevval bir Daire Başkanı vardı. Benimle birlikte halen aktif görevde olan ve bugün Büyükelçi olarak görevini sürdüren genç bir kariyer memuru meslektaşımla aynı odayı paylaşıyorduk.
Dünya hızla Soğuk Savaşın sonuna yaklaşırken biz Daire olarak NATO içinde patlak veren, Ege denizindeki silahsızlandırılmış statüde olan Rodos adasında bulunan TACAN cihazının (o dönemde uçakların havadaki konumlarını belirlemek için kerteriz almalarını sağlayan bir teçhizat) Yunanistan’ın başvurusuyla NATO gündemine gelen modernizasyon talebinin yol açtığı meseleyle boğuşuyorduk.
O yıllarda müttefik ülkelerin NATO ortak fonlarıyla çeşitli kategorilerde yer alan projelerini kapsayan, Dilim diye nitelenen tuğla kalınlığında bir katalog yayımlanır ve ülkelerin onayına sunulurdu. (Dilimler bilahare Yetenek Paketlerine evrildi).
Yunanistan’ın bir önceki Dilimde Türkiye anakarasında konuşlu bir projemizi hiçbir temeli olmadan veto etmesinin izleri hafızalarımızdaydı. Aynı ülkenin 1988’de üstelik silahsızlandırılmış olması gereken Rodos adasındaki bir projenin modernizasyonu için NATO kaynaklarından yararlanmaya yönelmesi bardağı taşıran son damla olmuştu.
İlk başlarda konulara aşina olmadığım için ortaya çıkan krizin teknik boyutlarını tam manasıyla kavrayamamakla birlikte ister istemez Dairenin hummalı mesaisinden ben de payıma düşeni alıyordum.
İşbaşında Özal Hükümeti vardı. 1987’de Yunanistan’ın Ege denizinde petrol aramak üzere çalışmalara başlayacağını açıklamasının akabinde Hora isimli sismik araştırma gemisinin savaş gemileri eşliğinde Ege’ye açılması üzerine iki ülke arasında ciddi bir kriz patlak vermişti. Ege’deki bu kriz yatışırken bu kere karşımıza NATO içinde ’39. Dilim krizi’ çıktı.
Bu kriz su yüzüne vurduğunda Türkiye 39. Dilimdeki tüm projeleri bloke etti, dolayısıyla Dilimi kilitledi. Tüm projelerin durdurulması bu kere meseleyi Türkiye-NATO restleşmesine götürdü. Özünde ikili bir meselenin NATO’ya sirayet etmesi üzerine üzerimizdeki baskılar artmaya başladı. Nihayetinde NATO ortak fonlarından yararlanacak bütün müttefik ülkelerin projeleri tehlikeye girmişti.
Süreç uzadıkça Özal Hükümeti, Türkiye’nin blokajı dolayısıyla tüm NATO projelerinin etkilenmemesini sağlayacak bir çıkış yolu bulunması için arayışa girdi. Sonuçta, Ege’ye dair temel tutumuzu haleldar etmeyecek bir orta yolun belirlenmesinin yükü çalıştığım Daireye düştü.
Bir gün mesai bitimine doğru NATO Dairesi Genel Müdürü, ertesi sabaha kadar Özal’a sunulmak üzere bir uzlaşı formülü üzerinde çalışmamızı ve sonucu kendisine sunmamızı istedi. Zaten çok yoğun geçen bir mesai sonunda bu talimatın gelmesiyle yeise kapılmamak mümkün değildi. Ancak yapacak birşey kalmamıştı. Daire Başkanının gözetiminde genç meslektaşımla birlikte yoğun bir egzersizin içine girdik. Yazılı çalışmamıza başlamadan önce kendi aramızda bir beyin fırtınası yapıp, sunulacak metnin çatısı üzerinde mutabık kaldık. Sonuçta ortaya üç seçenekten oluşan bir değerlendirme çıktı. Dairenin tavsiyesi Yunanistan’ın NATO’ya önerdiği projeyi geri çekmemesi halinde Dilimin blokajına devam edilmesiydi. Kısacası direnilmesiydi. Hükümetin çıkış yolu bulunması tercihine karşılık biz Daire olarak değerlendirmemizi ve tavsiyemizi hiçbir tereddüt veya tedirginlik duymadan amirlerimize sunduk. Onlar da Dışişleri Bakanlığının o zamanki yerleşik gelenekleri doğrultusunda bize ne sitem ettiler, ne de eleştirdiler. Hatta, çalışmamızı daha üst makamlara sunmaktan kaçınmadılar. Diğer yandan, Hükümet kanadından gelen talimat değişmedi: Bir çıkış yolu bulunması gerekliydi.
Bunun üzerine NATO Delegasyonuyla yaptığımız uzun yazışmalar ve araştırmalar sonucunda ortaya projeler Dilimini kurtaracak, Türkiye’nin Ege’deki tezlerine ve tutumuna zarar vermeyecek, sadece Yunanistan’ın projesini bloke etmeye dönük karmaşık bir teknik çözüm formülü olduğu ortaya çıktı. Geçmiş NATO çalışmaları sırasında düşünülmüş, ancak o güne kadar hiçbir durum için uygulanmamış bu formülü ortaya atınca bu defa Yunanistan ayak sürümeye başladı.
1988 yılında başlayan bu serüven benim 1990 yılında NATO Delegasyonuna tayin olmama değin devam etti. Bir sonraki 40. Dilimde yer alan Türkiye’nin bir projesini hiçbir gerekçesi olmadan misilleme olarak bloke eden Yunanistan’ın iki yıl üzerine olası bir tıkanmaya karşı zamanında NATO bünyesinde kabul görmüş formüle nihayetinde yanaşması üzerine her iki Dilimdeki projeler üzerindeki blokajın kalkması sağlandı. Dilimlerin kabulü sırasında Türkiye de Yunanistan da Ege’ye dair tutumlarını kayda geçirdiler.
NATO’da o yıllarda görev yaparken Ege’deki NATO tatbikatları öncesinde ve NATO’ya Yunanistan’ın yaptığı kuvvet bildirimlerinde Limni adasında konuşlu kuvvetlerine de yer vermesi dolayısıyla benzeri sorunlarla hep karşılaştım. Yunanistan’ın Ege denizine ve Ege üzerindeki hava sahasına ilişkin uluslararası hukuka aykırı tezleri ve uygulamalarına her vesileyle askeri temsilcilerimizle birlikte karşı çıktık ve kendi ulusal tutumumuzu her seferinde kayda geçirmekten geri adım atmadık. Yunanistan’ın tezlerinin NATO içinde kabul görmesinin önüne geçtik.
Türkiye’nin tutumunu belirlerken kurumlararası bir ortak anlayış temelinde hareket ettik ve ortaya çıkan her meselede siviller ve askerler olarak beraber mesai sergiledik. O dönemlerde aktif görevlerde olanlar bu uygulamanın canlı tanıklarıdır ve birçoğu halen hayattadır. NATO bünyesinde bugün de teamülen de olsa benzer bir uygulama sürdürüldüğü tahmin olunabilir.
Son birkaç yıldır kimi emekli sivil-askeri çevreler Ege politikasında gözlenen bazı sapmalar dolayısıyla her nedense Dışişleri Bakanlığını ve diplomatlarımızı fırsat bulduklarında hedef tahtasına koymaktan geri durmuyorlar. Bu kesimler, gerek Ege’de, gerek çevremizdeki diğer denizlerde Türkiye’nin meşru hak ve çıkarlarını zamanında beraberce ve başarıyla savundukları Dışişleri Bakanlığındaki muhataplarının hemen tümünü topun ağzına koymakta beis görmüyor ve diplomatlarımızı alenen aşağılamaya yönelik bir söylemin sahibi olmaktan geri durmuyorlar. Yaptıkları eleştirilerde, zamanında kendi mensup oldukları devlet kurumlarının da içinin işbaşındakiler tarafından boşaltılmasını, devlet düzeninin gün be gün kurumsuzlaştırılmasını görmezden gelip, asıl eleştirmeleri gereken çevreler ve bunların anlayışı yerine bugünün mevcut şartlarında hiç sakınmadan Dışişleri Bakanlığını eleştiri oklarının hedefi haline getirmeye yöneliyorlar. Ne de olsa insan hafızası maalesef unutkanlıkla malul. Ancak, bu bir unutkanlık mı, yoksa geçmişteki ortak müktesebat ve kurumsal eşgüdüm ve dayanışmaya rağmen bugün sergilenen bir nankörlük mü meselesi önümüzde duruyor.
Hiç şüphe yok ki ileride bu meselenin arkasındaki geniş müktesebat açıklık kazandığında, bugün popülist bir söylem ve davranış eşliğinde geçmişi hiçe sayarak ‘kurum terminatörlüğü’ ve ‘diplomat avcılığı’na soyunan kimi çevrelerin medya ve ekranlardaki temsilcileri nedamet getirecekleri bir olgunluğa erişeceklerdir.
“Bu yazı Diplomasi Koridorunda yayınlanmıştır”