Ünlü Macar besteci ve piyanist Béla Bartók’un aynı zamanda halk müziği alanında araştırmalar yapan bir etnomüzikolog olduğu ve bu yönüyle Türk halk ezgileri üzerinde de çalışmalar yaptığı, herhalde pek az bilinen bir özelliğidir.
Bartók, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yurttaşı olarak 1881’de dünyaya geldi, 1945’te vefat etti. Her iki dünya savaşını ve kendi devletinin dağıldığını gördü. Talihsiz bir bir kuşağa mensuptu. Yalnız ve gururuna düşkün bir yaradılışı vardı. Gençlik yılları çeşitli hastalıklar, doğruluğu tartışılır tanılar ve tedavilerle geçti. Yaşadığı sıkıntılara ve sağlık sorunlarına rağmen bugün bütün dünyanın beğeniyle dinlemekte olduğu ölümsüz yapıtlar üretti.
Bartók, müzik çalışmalarının yanısıra, köyleri dolaşarak Macar halk ezgileri üzerinde de çalışmalar yapıyordu. Romen halk müziğine de ilgi duyuyordu. Piyanist, müzikolog yazar Filiz Ali, Müzisyen Portreleri kitabında (Yapı Kredi Yayınları, 2015, 279 sayfa) Bartók’un aklının hep Macar halkının özelliklerine inebilmekle, bilinmeyenleri su yüzüne çıkarmakla meşgul olduğunu belirtiyordu: Bartók, Macar halk müziğinin, o güne kadar Haydn, Brahms ve özellikle Liszt’in ünlendirdikleri Rapsodiler, Çardaşlar, Çigan havaları olmadığını ortaya çıkardı. Filiz Ali, Bartók’un 1914’e kadar düzenli ve giderek verimi artan bir çalışma içinde, Mavi Sakalın Şatosu operası, Kossuth Senfonik Şiiri, Tahta Prens Balesi gibi eserleriyle dünya çapında ün kazanma yoluna girdiğini de kitabında kaydediyordu.
Ancak 1933’te Hitler’in başa gelmesi ve Macaristan’ın faşizmin etkisine girmeye başlaması Bartók’u da olumsuz etkiledi. Almanya’da konser vermemeye karar verdi. O yıllarda Alman aydınları Nazi zulmünden kaçmaya başlamıştı. Türkiye’ye sığınanlar da oluyordu. Türkiye’ye sığınanlar, kurulmakta olan İstanbul ve Ankara Üniversitelerinde görevlendiriliyor, ülkenin bilimde, sanatta ve kültürde çağdaşlaşmasına ve aydınlanmasına çok değerli katkılarda bulunmak için kolları sıvıyordu.
Bartók Türk ezgilerini çok merak ediyordu. Macarlarla Türklerin yüzyıllar önce Orta Asya ile Avrupa arasında kalan bozkırlarda, Volga nehri boylarında yan yana yaşadığını, o dönemlerde iki halkın birbirinden hayli etkilendiğini düşünüyordu.
Filiz Ali, Bartók’un 1936 yılında Türkiye’ye gelmek istediğini, bu isteğini o sıralarda Ankara Üniversitesinde doçent olan Macar László Rásonyi’ye bir mektupla ilettiğini, Rásonyi’nin ilgililere Bartók’un Türk Halk Müziği üzerine yerinde araştırmalar yapabileceğini, ezgileri plağa alabileceğini ve aydınlatıcı konferanslar verebileceğini duyurduğunu kaydediyor. Bu girişim üzerine Bartók, Türk halk müziği konusunda araştırmalar yapmak üzere Türkiye’den bir davet alıyor.
Daveti yapan, ünlü bestecimiz Ahmet Adnan Saygun (1907-1991) ve Ankara Halkevleri idi. Davetin yapılmasında, daha önce Türkiye’ye yerleşen Alman besteci Paul Hindemith (1895-1963) de etkili olmuştu. Bartók bu daveti kabul ederek 2 Kasım 1936 günü İstanbul’a geldi. İstanbul Konservatuvarının konuğu oldu. 11 Kasım’da Ankara’ya geçti, orada üç konferans verdikten sonra 18 Kasım’da Adana’ya geçti. Orada en çok ilgi duyduğu Yörük ezgilerini yerinde dinleme ve kaydetme fırsatını buldu.
Bartók Türkiye’de iken diğer Avrupalı aydınlar ve sanatçılar gibi Türkiye’ye sığınıp kalmayı düşünmüş müydü? Belki de Türkiye’ye bunun mümkün olup olamayacağı konusunda nabız yoklamak için gelmişti. Belki de bunu açıkça dile getirmeyi gururuna yedirememişti.
Bartók’un gururuna aşırı düşkünlüğüne örnek olarak, onun hak etmediği bir parayı almak istememesiyle ilgili bir olayı, Filiz Ali yukarıda bahsi geçen kitabında şöyle anlatıyor: 1940 yılında savaştan kaçan binlerce Avrupalı gibi Bartók da eşiyle New York’a gelir. Gururu ve aksiliği nedeniyle ona yardım etmek isteyen müzisyenlerin elinden bir şey gelmiyordu. Hak etmediği parayı kesinlikle kabul etmiyordu. Dünyaca ünlü Macar asıllı şef Antal Doráti, “Dünyada Bartók’a yardım etmeye çalışmaktan daha yorucu bir iş yoktur” diyordu. Boston Senfoni Orkestrasının o zamanki yönetmeni ünlü şef Serge Kousevitsky, Orkestra İçin Konçerto’yu ısmarladığında, Bartók’a ufak bir beyaz yalan söylemek zorunda kalmış, “Ücretin yarısının avans olarak verilmesinin hukuken zorunlu!” olduğuna besteciyi inandırmıştı. Bartók ancak iyice ikna olunca parayı kabul etmişti.
Hacettepe Üniversitesinin Geleneksel Müzik Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezinin Müdürü, değerli akademisyen Prof. Dr. Gülay Mirzaoğlu, Bartók’un Türkiye’de geçirdiği birkaç haftanın özellikle Osmaniye bölümünün,Türk Halk Müziği ile ilgili akademik çalışmalar açısından, onun saptadığı ve derlediği bulgular ile kısa sayılan seyahati sonunda hazırladığı rapor sayesinde, izleyen onyıllarca Türk araştırmacılarına yararlı veriler sağlamış olduğunu belirtmektedir.
Bartók’un, zor koşullar altında, ancak güvenli ve sakin bir çalışma ortamı içinde gerçekleşen Adana, Mersin ve Osmaniye seyahatine, Türk besteciler Ahmet Adnan Saygun’un yanısıra, Ulvi Cemal Erkin ve Necil Kazım Akses de eşlik ettiler. Osmaniye’de Yörüklerin kışı geçirdiği kırsal bölgelere hayvanların çektiği arabalarla gidildi, kıl çadırlarda kalındı, Yörüklerin söylediği ezgiler dinlendi, bunların büyük bölümü kayda geçirildi. Seyahat sırasında karşılaşılan zorlukları daha iyi anlayabilmek bakımından, göçebe Yörüklerin gerçekten nasıl güç koşullar altında hayatta kalmayı başardıklarını, buna karşılık özgün ve zengin Türkmen geleneklerini, kültürünü, ezgilerini nasıl yaşattıklarını en iyi görebileceğimiz kaynaklar arasında, Yaşar Kemal’in Bin Boğalar Efsanesi kitabının özel bir yeri olduğunu düşünüyorum.
Bartók, Türk ve Macar ezgilerinin melodik yapıları arasında bir bağlantı olduğuna inanıyordu. Ona göre Macar ezgileri de zengin, özgün ve renkli Orta Asya ve Kuzey Karadeniz geleneğine dayanıyordu. Macar kültüründe Asya’dan gelen, Hazar Denizinin kuzeyinden, Volga boylarında bir arada yakın yaşamış olmaktan kaynaklanan bir Türk etkisi vardı. Bartók, “Fin-Ugor’dan çok Türklere yakınız. Türklerle yarı-kardeş sayılırız” diyordu.
Osmaniye seyahatinde Bartók, kayıt imkanlarının yetersizliği, kadınların erkeklerin bulunduğu ortamda türkü söylemek istemeyişleri ve toplu türkü okunmaması gibi engellere rağmen, Yörüklerle çadırlarda geçirdiği süreyi en iyi şekilde değerlendirerek 93 melodinin kaydını gerçekleştirdi.
Elde ettiği bulgular gerçekten şaşırtıcıydı: Dinlediği melodilerin yüzde yirmisinin Macar müziği ile bağı olduğunu gördü. Özellikle bunlardan dördü tıpatıp Macar melodisiydi. Altısı değişime uğramış (varyant), on biri aynı yapıya sahip melodilerdi.
Bartók, Türkiye ziyaretinin sonuçlarını bir rapor halinde Milli Eğitim Bakanlığımıza sundu. Bartók’un araştırması, Türkiye’de daha sonraki yıllarda akademik çalışmaları ve etnomüzikoloji alanını etkilemiş, Türk Halk Müziği kültüründe önemli bir dönüm noktası olmuştur. Bu araştırmalar üzerine Ahmet Adnan Saygun 1976 yılında Budapeşte’de yayınlanan bir kitap yazmıştır.
1980’li yıllarda Macar etnomüzikolog Janós Sipos ile eşi Türkolog Éva Csáki, Bartók’un izinden giderek, Türkiye’ye gelmişler, Türk Halk Müziği alanında beş yıl süreyle, Türk ve Macar halk müziğinin benzerliklerini ortaya çıkaran geniş araştırmalar yapmış, kapsamlı bir koleksiyon meydana getirmişlerdir. Budapeşte’de görev yaptığım dönemde bu iki değerli akademisyen ile tanışma onuruna erişmiştim.
Keza görevli olduğum dönemde, Bartók’un ölümünün 70nci yıldönümü nedeniyle, Budapeşte’de yaşayan değerli sanatçımız Tulu İçözü’nün girişimi ve katkısıyla, müzik alanında Türklerle Macarlar arasındaki bağları yaşatmak ve sergilemek düşüncesiyle, 2015 yılında Bartók – Saygun konserleri dizisi düzenlenmişti. Bartók’un Budapeşte’de müze haline getirilen evindeki açılış konserine eşimle katılma mutluluğuna erişmiştik.
Bartók’un makamlarımıza sunduğu, yukarıda sözü edilen raporda belirttiği önemli bir husus, Türk Halk Müziği konusundaki araştırmaların kurumsal bir çerçevede devam ettirilmesi ve bu alandaki bilimsel araştırmaların daha uygun bir ortamda yapılması amacıyla, bir Folklor Enstitüsü kurulması önerisidir. Bartók’un bu önemli düşüncesi o yıllarda, hatta izleyen onyıllarda maalesef hayata geçirilemedi. Daha sonraki senelerde ise bu alanda ihtiyaç duyulan akademik açığın çeşitli üniversiteler, resmî – yarı resmî kuruluşlar ve dernekler bünyesinde oluşturulan bölümlerle kapatılmaya çalışıldığını söyleyebiliriz. Bunlar arasında, Hacettepe Üniversitesi bünyesinde kurulan Geleneksel Müzik Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezi ile İstanbul Teknik Üniversitesinde kurulan Türkiye Halk Müziği Araştırmaları bölümünü sayabiliriz.
Türkiye, Bartók’un Türk Halk Müziğine ve onun Macar folkloruyla tarihten gelen bağına gösterdiği yakın ilgiyi karşılıksız bırakmamış, araştırmalarını yürüttüğü Osmaniye’de onun anısını yaşatmak amacıyla 2005 yılında bir müze açarak kadirşinaslığını göstermiştir.
Bartók’un dünyanın çeşitli şehirlerinde sekiz heykeli, iki büstü bulunmaktadır. Büstlerden biri de Ankara Devlet Konservatuvarında besteci Ahmet Adnan Saygun’un büstünün hemen yanında yer almaktadır.
Evet, Bartók’un yaşamı acı içinde, sağlık sorunlarıyla uğraşarak geçti, son yıllarında kan kanserine yakalandı, 1945’te New York’ta hayata gözlerini yumdu. Haldun Taner, 1977 yılında yazdığı, edebiyat, sanat ve düşün tarihinin hastalıklara neler borçlu olduğuyla ilgili, “Şanlı Hastalar” başlıklı makalesinde, ölümle yaşam arasında bir sarkaç gibi sallanan insanların bilincinin ve bilinçaltının da, belleğinin de, muhayyilesinin de sıradan ölümlülerden bir farklı geliştiğini söylemişti. Taner, “Bunun çeşitli nedenleri olsa gerek. Bir tanesi ölüm boyutunu sağken tatmış olmak. Bir başkası acı çekmenin insanı en içine, taa özüne götüren bir yol olması.” diyordu (Çok Güzelsin Gitme Dur, Yapı Kredi Yayınları, 2015, 180 sayfa).
Bartók’un yaşamında bahtsızlıkların rolü ağır basmış olsa da, bizim kültürümüzle kurduğu bağların, her zaman takdirle anılmaya değecek, bilim dünyasını aydınlatan ölümsüz bulgular olduğunu belirtmeden geçemeyiz.
Sevgili Bartók, toprağın bol olsun.