(Bu yazıyı kısa bir süre önce yitirdiğimiz arkadaşımız değerli Büyükelçi Mehmet Dönmez’in aziz anısına ithaf ediyorum)
Kimi ulusların öyle ayırdedici nitelikleri var ki, bunları bir araya getirince gerçekten belli bir insan topluluğunun kastedildiği kolayca anlaşılabiliyor. İngilizler bunun tipik bir örneği sayılabilir. İngiliz antropolog Kate Fox, kendi halkını, toplum içinde bir türlü rahat davranamayan, ancak kendi evine kapanınca huzur bulan, duygularını hemen belli edemeyen, sıkıntılarını adeta bir refleks halinde, espri yaparak, mizaha sığınarak aşmaya çalışan, çevresiyle çok samimi olamayan insanlar olarak tanımlıyor.
Ünlü oyun yazarımız Haldun Taner’in dikkatini İngilizlerin centilmenliği çekmiş: “Düşsem Yollara Yollara” kitabında (2019, Yapı Kredi Yayınları, 526 sayfa) yazar Londra’nın centilmenler şehri olduğunu söyledikten sonra ekliyor: “Regent Street’te bir kilometre yol yürüyün. Rastladığınız her on insandan beşinin bir centilmen olduğunu göreceksiniz. Öbür beşinin üçü muhakkak yabancıdır, ikisi de henüz centilmenliğe varamamıştır.”
Dünyanın en güçlü imparatorluklarından birinin zengin kültürünün mirasçısı, aynı zamanda sıkı liselere, ünlü üniversitelere ve başarılı bir demokrasiye sahip İngilizler, köklü geleneklerini de muhafaza etmeyi başarabilmişler. İngiliz muhafazakârlığı herhalde bu olsa gerek. Belki de İngilizlerin bir adaya sıkışmış halde, nispi bir yalıtım içinde yaşamaları, onların böyle nevi şahsına münhasır, bize ilginç gelen niteliklere sahip bir halk olmalarına yol açmış.
Mesleğimiz boyunca karşılaştığımız İngiliz diplomatların da kendi halkının tipik özelliklerini yansıttığını, mizah konusunda pek geride kalmadıklarını söylemek yanlış olmaz. Tanıdığım İngiliz büyükelçiler, akredite oldukları ülkenin üst düzey yöneticileriyle yakın bağlar kurabilen, kişilik yapısı itibarıyle nüktedan, kibirli olsalar da bunu mütevazı görünerek kapatabilen, düşüncelerine kulak verilen diplomatlardı. Bir Nato Büyükelçileri toplantısında, oturum başkanı İtalyan’ın, çetrefilli bir konuda son sözü “akılcı önerilerini” dinlemek üzere İngiliz’e verdiğini hatırlıyorum. Zor sınavlardan, hatta psikolojik dayanaklılık, baskı altında karar verme gibi testlerden geçtikten sonra mesleğe kabul edilen İngiliz diplomatlarından da doğrusu bunlar beklenirdi.
Bütün bu özelliklere sahip, tarihe damgasını vurmuş, zeka ve akılda bu denli önde görünen İngilizler hakkında çok şeyler yazılıp söylenmiş, çok araştırmalar yapılmış. Örneğin, emperyalist geçmişiyle pek olumlu bir şöhrete sahip olmayan İngilizlerin dünyanın en eski demokrasilerinden birini bugüne kadar başarıyla yaşattıkları, hatta bunu krallık idaresi altında, cumhuriyetle yönetilen ülkelerin dışarıdan bakınca kolayca kavrayamadıkları yöntemlerle ve onların çoğundan daha mahirce uyguladıkları bir gerçek. Bu açıdan bakınca, İngiliz siyasi tarihinde bir diktatörün gelmemiş olması da hayli ilginçtir.
ANTROPOLOJİK YÖNDEN İNGİLİZLER
İngilizler hakkında kapsamlı bir antropolojik araştırma yapan Kate Fox, İngilizlerin davranışlarının altında yatan kuralları “Watching the English” kitabında uzun uzun anlatıyor (2005, Clays Limited, 424 sayfa). Yazar, kitapta İngilizlerin nüktedanlığını; evde, dışarıda, işte, giyim kuşamda, yeme içmede, cemiyet yaşamında nasıl davrandıklarını, kısacası İngiliz’i İngiliz yapan saklı özellikleri ayrıntılarıyla dile getirmiş. İşte kitaptan bazı bilgiler:
Bir İngiliz’le karşılaşmışsanız veya televizyonda onları izlemişseniz, İngilizlerin hava durumu hakkında konuşmaya çok meraklı oldukları dikkatinizden kaçmamıştır. Diğer kültürlerde de hava hakkında hep konuşulduğunu, hatta sohbetin kesilmeye yüz tuttuğu sıralarda boşluğun hemen “havadan sudan” bahsederek doldurulduğunu haklı olarak ileri sürebilirsiniz. Ancak İngilizlerde hava çok özel, takıntı düzeyinde bir yere sahiptir; birçok amaca birden hizmet eder: coğrafyanın bir cilvesi olarak meteorolojik koşulların gün içinde dahi sık sık değiştiği İngiltere’de hava, iki kişi arasında adeta merhaba bile demeden konuşulabilen, hatta selamın yerine geçen bir araçtır. Yanınızdaki size “Bugün hayli yağmurlu, değil mi?” diye sorduğunda, aslında derdi hava falan değildir; sizinle konuşmak istediği mesajını vermeye çalışıyordur.
Havanın bu denli önemli olması, İngilizlerin denizci millet olmalarına ve her sabah BBC Radyo Dört’ten gemicilere yönelik hava tahmin raporunu dinlemeksizin işe başlamamalarına bağlanıyor. Hava durumu öylesine takıntı olmuş ki, bu konuda yazılmış bir kitaba yazar, iyimser bir bakışla, “Yağmura Daha Var, Şimdi Güzel Ya Ona Bak” başlığını koymuş. Denizle ilgisi olsun olmasın her İngiliz, istisnasız her sabah; radyodan kargo gemilerine, özel teknelere, balıkçılara, İngiltere’nin etrafındaki deniz alanlarının tek tek enlem ve boylamları belirtilerek, görüş mesafesini, rüzgarın şiddetini bildiren hava raporunu, sanki vaaz dinlermiş gibi dinler, dinlemeden başladığı güne eksik gözüyle bakar.
İNGİLİZLERDE MİZAH
Fox’a göre, mizah İngilizlerin hayatının ayrılmaz bir parçası; her konuya, her konuşmaya müthiş dil ustalıkları ve dahiyane buluşlarla, hemencecik bir nükte, bir iğneleme, tiye alış, alay, hiciv, espri kondurmadan duramazlar. Aslında bunu fark etmek için İngiliz yazınının ünlü ustaları William Shakespeare, Charles Dickens, Oscar Wilde, Virginia Woolf, Agatha Christie, George Orwell’in yapıtlarını anımsamak yeterli olsa gerek. Mizah İngilizlerde sanki bütün konuşmaların gizli gizli altından akan, her an yeryüzüne çıkmaya hazır bir yeraltı nehri gibidir. Konuşma normal seyrinde giderken birden olmadık yerinden bir esprinin zıplamasına hazırlıklı olmanızda yarar vardır. Bunu İngilizlerin biraz içe kapalı, özel yaşamlarına düşkün olmalarına bağlayanlar olduğu gibi, mizahı utangaçlıklarını kırmak için kullandıklarını ileri sürenler de vardır. Diğer kültürlerde mizaha sadece sınırlı zamanlarda ve belirli konularda başvurulduğu halde, İngilizlerde mizah adeta bir doğa yasasıdır: her sohbette karşısındakine takılmak, ironi yaparak, eski deyimle tarizde bulunarak kendini daha mütevazı göstermeye çalışmak, belli etmeden bir şeylerle dalga geçmek, İngilizlerin kanına işlemiş bir alışkanlık gibidir.
Onlarla konuşurken, müzakere ederken bu özelliklerini önceden bilmekte yarar vardır, aksi takdirde onları yanlış anlamak, başka yorumlar çıkarma yanlışlığına düşmek de mümkündür.
Tabii, karşı tarafı incitmeden mizah yapmak da bir zeka ve yetenek işidir. Satrançta “şahı dolaylı yoldan sıkıştırma” denilen bir hamle vardır. Taşlarınızdan birini yerinden oynattığınızda, birden rakip şahın önü açılmış olur. Böylece, uzakta kendi halinde duran başka bir taşınızla ona “şah çekmiş” olursunuz. İngiliz mizahı da bir bakıma buna benzer; muhatabınızın, başka bir “telden çalıyormuş” gibi görünürken, bir anda konuşmanın kendi yolunda ilerleyişine bir zeka pırıltısı ekleyerek inceden bir renk, “dokundurma” ya da sevimli bir “takılma” boyutu yarattığını görürsünüz.
Her kültürde kişinin kendine önem verdiğini belli etmesinin, başka bir deyimle kendini övmesinin bazı usülleri, yolu yordamı vardır, ama İngilizler bunu “gösterişçilik” derecesine çıkarmamaya, samimiyet sınırlarını aşmamaya çalışarak yaparlar. Haddinden fazla ciddi konuşmalar yapanları gülümseyerek izlerler. Böyle durumlarda tepkileri her an mizaha dönüşebilir. Büyük laflar eden politikacılara gösterdikleri tepkiyi de buna eklemek mümkündür. Fazla ciddileşen birine, aralarındaki dostluk elveriyorsa, gülümsemeyi bırakıp bir süre sonra “Bırak bunları şimdi” diyebilirler. Örneğin Oskar töreninde ödül kazanan bir Amerikalı konuşmasını aşırı heyecandan ağlayarak yapar, ama bir İngiliz konuşmasının sınırını bilir, duygusallığı fazla “abartmaz”.
Dünyanın en eski demokrasisini, hem de yazılı bir anayasaları bile olmadan yaşatmayı başaran İngilizler, siyasette de aşırı uçlara kaçanlardan pek hazzetmezler. Bu özellikleri sayesinde ülke tarihlerinde bir Hitler, bir Mussolini çıkmadığını, çıkanlar olsa da zaten gülünç duruma düşmekten kurtulamayacağını ileri sürerler.
NEZAKET
Peki kibarlık, nezaket sözkonusu olduğunda İngilizler nasıl insanlar? İngilizlerin kibarlıkta birçok ulusu geride bıraktıkları, kendilerine kazara çarpan birine bile “affedersiniz” dedikleri bilinir. İngilizler bolca teşekkür ederler, özür dilerler, “lütfen”i fazlaca kullanırlar, ama bunların hiçbirini içten gelerek söylemediklerini kendileri de kabul ederler.
İngilizler aslında sosyal ortamlara ilk girişlerinde pek kolayca rahat edemeyen insanlardır. Hatta bazıları ilk tanıştıkları kimseye isimlerini söylemeyi bile sohbet ilerledikten sonra hatırlarlar. Kate Fox kitabında bu özelliği, kendi mutlu dünyalarının içinde kalmayı daha çok tercih etmelerine bağlamakta, bunun İngilizleri ihtiyatlı ve çekinceli yaptığını; İngilizlerin doğuştan içten ve açık seçik davranamadıklarını, iddialarını dolaysız söyleme, harbî davranma özelliklerine sahip olmadıklarını ileri sürmektedir.
İngilizlerin bu halini aslında tam da “eksi nezaket”, yani muhatabınızın hayatına bir şeylerin empoze edilmemesi, işlerine burnunuzun sokulmaması ihtiyacına saygı göstermek şeklinde tanımlayanlar da yok değildir. Olumlu ya da “artı nezaketi” ise, muhatabınızın sosyal bir ortama girmesi, onun sosyal onay görmesi ihtiyacını karşılamak olarak tanımlamak mümkün.
İngilizler para konularından bahsetmeyi pek sevmezler. Biz “Erkeğe maaşı, kadına yaşı sorulmaz” deriz. Zaten “Parayla imanın kimde olduğu bilinmez” deyip çıkarız. Geçim derdinin, paranın ve iş ortamının ciddiyetinden biran önce kurtulmak isteyen İngiliz, kendini “pub”lara atar, zira orada, kuyrukta nasıl beklenileceğinden içki ısmarlamaya, ne içileceğinden barmenle işaret diliyle nasıl anlaşma sağlanacağına kadar, bambaşka kurallar geçerlidir.
İngilizlere özgü olup da diğer kültürlerde pek görülmeyen bir özellik de kuyrukta beklemeleriyle ilgilidir. Londra caddelerinde, okulda yemek sırasında beklermiş gibi, düzgün biçimde sıralanarak ip gibi otobüs bekleyenlere belki tanık olmuşsunuzdur. Otobüsü bekleyen bir kişi bile olsa, yine arkasında kuyruk oluşmasına yardımcı olacak şekilde intizam içinde bekler. Onların kültüründe bir kimsenin dışarıdan kuyruğa girerek araya karışması, bekleyenlere saygılı davranmaması hayli derin bir âdap meselesidir. Bu yüzden kuyruğa dışarıdan “kaynayanlara” bir türlü sözlü müdahalede bulunamazlar. Diğer ülkelerde tepkiler, kaba müdahalelerle başlayıp, kaynayan kişiyi “idare etmeye” kadar değişen farklılıklar gösterse de, kızgınlıklarını bir türlü söze dökemeyen İngilizler, tepkilerini üfleyip püfleyerek, kaş çatarak, bazan kaşlarını kaldırarak, mırıldanarak, iç geçirerek veya öksürerek belli ederler. Bu tepkilerin dilinden anlayıp yüzü kızaran “kaynakçı” da belki kuyruğun en arkasına geçer; geçmeyenin ise maalesef yaptığı yanına kâr kalır.
İNGİLİZ SOFRASI
Gelelim İngiliz mutfağına. İngiliz mutfağı için “bir felakettir” diyenler, hatta öyle bir mutfak olmadığını söyleyenler pek haksız sayılmaz. Neredeyse ulusal yemek haline gelen kızarmış balıkla patatesten başka, “gastronomi” babında akla pek bir şey gelmiyor. Sakın tavuk ciğerli börekleri de denemeyin, zira dışarıdan gelen biri için bunlar tam bir felakettir. Geriye zaten günlük olağan yiyecekler olarak mikrodalga fırında ısıtılan hazır pizzalar, hazır yemekler, marketten alınan tatlı-tuzlu aburcuburlar kalıyor.
Bir İngilizin sofrasında bunlar olabilir ama esas İngilizleri İngiliz yapan sofraları değil, sofra usül ve âdaplarıdır. Gerçekten görgü ve yemek terbiyesinde üstlerine yoktur. Balığın ayrı bıçakla, bezelye gibi taneli yemeklerin çatala saplanarak yenilmesi, lokantada garsonla tartışmaya girilmemesi gibi kurallar önemlidir. Diyelim ki yirmi dakika geçti, garson yemekleri hala getirmedi; ona kibarca sadece “Affedersiniz, acaba vakit geçmeden sipariş verebilir miyiz?” gibi bir şey söylenebilir. Diyelim ki gelen yemeği beğenmediniz, yemekleri tabağın bir kenarına ittiniz ve yanınızdakilere hafifçe şikayetinizi söylediniz. Garson bunu anlayıp yemeği nasıl bulduğunuzu sorabilir. Bir İngiliz bu durumda kibarca gülümser, gözlerini kaçırıp “Ha, iyi, teşekkürler” gibi bir yanıt verir.
CENAZE ÂDABI
İngilizlerin cenazelerdeki davranışlarına da değinmeden olmaz. Ölünün arkasından İngilizler de üzülür, yalnız İngilizler cenazede pek gözyaşı dökmezler, zira cenaze töreninde ağlayıp sızlanmak bencillik kabul edilir; hatta ağlamak, ölenin bıraktığı manevi değerlere haksızlık ediliyor anlamına gelir. Cenaze yakınlarının ağlamaması, cenazeye katılanlara saygının da bir gereğidir. Cenaze töreninin, vefat tarihinden hemen sonra değil de, acılar bir nebze dindikten sonra düzenlenmesi de törenin daha bir olgunluk içinde geçmesini sağlar. Diğer bazı Batı ülkelerinde de bu geleneğe rastlamak mümkündür. Böylece ölenin yakınları, başsağlığı dilemek isteyenler ile duygulara kapılmaksızın birkaç kelime konuşma imkanı elde ederler.
Bizde ölünün arkasından konuşulmaması, dedikodu yapılmaması önemlidir. Bildiğimiz şeyler olumsuz da olsa bunları dillendirmeyiz. Yazar Kate Fox, İngilizlerin ölünün arkasından dillerini pek tutamadıklarını, fakat düşüncelerini yine de oldukça “diplomatik” formüllerle açığa vurduklarını söylüyor. Örneğin, içkiye düşkünlüğüyle tanınmış biri için “Eğlence ortamlarının vazgeçilmeziydi”; birçok kişiyle samimi olan bir merhume için “Sevgisinde cömert davranırdı”; huysuz, kaba, hasis biri için, iğneleyici dini bir deyim olan “Aptallarla pek geçinemezdi”; eşcinsel biri öldüğünde ise “Bekarlığı teyid olunmuştu” ifadesi kullanılırmış. Yazar, İngilizlerin üzüntülerini başkalarının yanında ağlayarak değil, “üzgünmüş gibi davranma” şeklinde belli etmeyi tercih ettiklerini söylerken, bunu “İngilizlerin dayanılmaz hafifliği” diye yorumlamadan da edemiyor.
SONUÇ
Yazar, İngilizlerin özetle, kibar olmakla birlikte, biraz soğuk, kibirli, sıkı dostluklar kuramayan, ilişkilerde belli bir mesafe koyan, aşırılıklardan hoşlanmayan insanlar olduklarını, tevazularının da sahte olabildiğini, kimi zaman muhataplarının anlamasını istedikleri şeyin aksini de söyleyebildiklerini, özel hayatlarına takıntı derecesinde bağlı olduklarını, bazan da kasıtlı olarak kendilerine övünç payı çıkarmak için, dolaylı olarak her şeyi olduğundan sade ya da önemsiz gösterdiklerini belirtmektedir.
Kate Fox’un bir antropolog olarak İngilizler hakkında söylediği şeylerin kimilerini günümüzde diğer topluluklar için de söylemek pek yanlış olmaz. Ama yukarıda sayılan niteliklerin tümüne birden sahip olabilmek için herhalde çok özel, çok sıkı ve kim bilir belki hırpalayıcı bir eğitim sisteminden geçmiş olmak gerekir. Bütün dünyada, geniş özgürlüklere ve demokrasiye sahip olmanın yanında, mizahın, aklın ve zekanın da temsilcisi olmak herhalde başka türlü mümkün olamazdı.