Sanatçılarımıza, sanat yapıtlarımıza gereken değeri veriyor muyuz? İstanbul Büyükşehir Belediyesinin yaptığı bir parka, ünlü ressam, yazar ve şairimiz Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun (1911-1975) adının verilmesi Belediye Meclisinde muhalefetin oylarıyla reddedilmişti. Doğrusu ölümsüz sanatçımıza büyük ayıp oldu. Uygar ülkelerde topluma mal olmuş yazar ve sanatçıların isimlerinin sokaklara, meydanlara verilmesi toplumun beğeni düzeyini, inceliğe ve güzele duyduğu ilgiyi, kültür düzeyini gösterir. İtalyanlar Roma Havaalanına Leonardo da Vinci’nin adını vermişler. Macarlar 2011 yılında Budapeşte Havaalanının ismini değiştirerek ülkelerinin en önemli ulaşım ağının merkezini, ünlü Macar besteci ve piyanist Franz Liszt’in (1811-1886) adıyla anmaya karar vermişlerdi.
Sanatçı ölümünden önce olsun sonra olsun, saygıyı hak eden insandır. Son yolculuğuna uğurlanan, halka ve çağa malolmuş sanatçıların cenazesi de bir bakıma bunun göstergesi sayılabilir. Şüphesiz sade bir tören de sanatçının onurunu aynı ölçüde yüceltir. Yine de, tarihte nadir görülmüş de olsa, cenazesi katafalka konularak, bakanların ve devlet protokolünün eşliğinde şehrin ana bulvarlarından, üzerleri siyah örtülü, eyerleri gümüş işlemeli atlar tarafından çekilen bir araçla, yol kenarında saygılarını sunmak üzere toplanmış yüzlerce insanın önünden geçirilerek devlet töreniyle defnedilen sanatçılar da olmuş.
Victor Hugo 1 Haziran 1885’te öldüğünde cenazesi Paris’te Zafer Takının altında görkemli bir katafalka konulmuş, buradan gömüldüğü yer olan Panteon’a kadarki saygı ve taziye yürüyüşüne iki milyon kişi katılmış.
Benzer bir tören, 1900 yılının 1 Mayıs’ında, o zamana kadar Macaristan dışında en çok tanınan iki kişiden biri olan ressam Mihaly Munkacsy (okunuşu Mihali Munkaçi) için düzenlenmiş. Macaristan’da o zamana kadar böylesine görkemli bir devlet töreni, 1894 yılında, en çok ünlenen ikinci kişi, Macar milli kahramanı Lajos Kossuth’un (okunuşu Layoş Koşut) naaşının ülkeye getirilmesi nedeniyle düzenlenmiş. Kossuth, önderlik ettiği 1848 Macar bağımsızlık savaşının Habsburg Hanedanı tarafından yenilgiye uğratılması nedeniyle askerleriyle birlikte Osmanlı Devletine sığınmış; Osmanlılar tarafından, Kütahya’da şimdi müze haline getirilen konutta misafir edilmişti. Macarlar, Viyana’nın mutlakiyetçi bir yaklaşımla yönettiği Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içinde ulusal varlıklarını ancak 1867’de kazanabildiler. Bu tarihten itibaren Habsburg İmparatorluğu iki başkentli (Viyana ve Budapeşte) bir monarşiye dönüşmüş, Macaristan sanayi toplumu olmaya başlamış, halk anayasası olan, parlamento ile yönetilen bir ülkeye kavuşmuştu.
Bu dönem aynı zamanda liberal kültür ve edebiyatın canlandığı, Macarların ulusal bir resim sanatına sahip olmaya başladığı yıllardır. 1844 yılında doğan Munkacsy de XIX. yüzyıl boyunca Macar toplumunun bütün altüst oluşlarını yaşamıştı. Macar resminin bu seçkin temsilcisi, hayat boyu çektiği yalnızlık ve acıları olağanüstü bir anlatım gücüyle tuvaline yansıtırken, bir yandan da ülkesinin siyasal dönüşümüyle sanatını iç içe yaşayan bir ressam kimliği kazanmıştı.
Cenazesi dillere destan törenle kaldırılan Munkacsy’nin adı Budapeşte’de Büyükelçiliğimizin iki sokak aşağısında bir sokağa da verilmişti. Onun 1893’te yaptığı, Macarların bin yıl önce atalarımızla komşu olduğu “Uzak Asya’dan” göç ederek Macar ovasına gelişlerini canlandıran “Macaristan’ın Fethi” isimli dev tablosu, Parlamento binasında sergilenenler arasında hayranlık uyandıran seçkin bir eserdi. Bu müthiş resim, görkemli Parlamento yerleşkesinin Hükümet için kullanılan, pencereleri Tuna nehrine bakan yüksek tavanlı büyük salonunun yan duvarını tamamen kaplıyordu. Macar görevliler Parlamento binasını gezdirirken özellikle bu tabloyu yabancı konuklara gururla gösterirlerdi. Tablonun orta yerinde, giysilerinden bize de yabancı gelmeyen, Orta Asya’daki tarihimizi çağrıştıran, hakan, bey veya kaana benzeyen bir önder kır atına binmiş duruyor, arkasında kara yağız savaşçılar ayakta sıralanıyor, önünde ise onu yerlere kadar eğilerek saygıyla karşılayanlar, ellerinde kılıçlarla selamlayanlar ve gelenlere su ve yiyecek ikram etmek için bekleşenler görülüyor. Tablonun arka planında ise yine bize yabancı olmayan, Orta Asya Türklerinin kullandığı “yurt” dediğimiz iki çadır görülüyor. Tablodaki insan figürlerini görür görmez “Akraba olduğumuz belli oluyor” diyen ziyaretçilerimizi anımsıyorum.
Prof. Dr. Oktar Türel, bu ünlü ressamın yaşam öyküsünü ve sanatını Uzun XIX. Yüzyılda Orta Avrupa başlıklı kitabında (Yordam Kitap, İstanbul, 2015) şöyle anlatıyor:
Munkacsy, günümüzde Ukrayna sınırları içinde kalan Munkacs’ta doğmuş. Babası 1848-49 bağımsızlık savaşında hayatını kaybetmiş, küçük yaşta öksüz kalarak bir marangozun yanında çırak olarak çalışırken formel bir eğitim almadan resim yapmaya başlamış. Oradan Peşte’ye giderek tanınmış ressamların desteğini almış. Daha sonra Viyana ve Münih’te eğitimini sürdürmüş, oradan Düsseldorf’a giderek Ludwig Knaus’un öğrencisi olmuş. Bu eğitim sayesinde, insan gruplarını resme yerleştirme ve insanlara farklı duygular yükleyebilme yeteneğini kazanmış. 1872’de Paris’e giderek oraya yerleşen Munkacsy, iki yıl sonra Baron de Marches’in dul eşiyle evlenerek hayatının son yıllarına kadar Paris’te kalmış. Paris’te geniş bir çevre edinmiş, resimlerine iyi fiyatlarla alıcılar bulmuş, ancak yıllar geçtikçe özgüveni sık sık sarsılan, kendi yeteneklerini sorgulayan bir kişilik geliştirmiş. Artan ruhsal çöküntüler akıl hastalığına dönüşünce akıl hastanesine kaldırılmış, orada da yaşamını yitirmiş.
Uzmanlar, Munkacsy’nin resimlerinin olağanüstü bir anlatım gücüne sahip olduğunu, ayrıntıların çarpıcılığını özellikle belirtiyor. “Mahkumun Hücresi” tablosu Paris’te altın madalya kazanmıştı. Bu tablo, Habsburgların kurulu düzenine meydan okuyan bir özgürlük savaşçısının yüz hatlarını, akademik kompozisyon ustalığıyla somutlaşmış ortamın psikolojik gerilimiyle sergilemekte olmasıyla ön plana çıkıyordu.
Söz açılmışken, Prof. Gürel’in bu kitabının, sanatçı ile yaşadığı devir arasındaki etkileşimi ve izdüşümlerini başarıyla ortaya koyan, sanat ve edebiyatın toplumsal tarihe etkilerini araştıran değerli bir çalışma olduğunu belirtmekte yarar var. Yazar bu çalışmayı “Bir Habsburg Üçlemesi” alt başlığı altında gerçekleştirerek, İmparatorluğu XIX. Yüzyılda oluşturan üç ülkenin, Avusturya, Macaristan ve Çekoslovakya’nın üç büyük ressamının (Gustav Klimt, Mihaly Munkacsy, Alfons Mucha) sanat öykülerini ustaca bir araya getirerek, alanında tek olan bir eser yaratmayı da başarmış.
Biz Munkacsy için düzenlenen bu görkemli törene dönelim. Tören, serin bir Mayıs günü Budapeşte’de turistlerin günümüzde uğrak yeri olan ünlü Kahramanlar Meydanından başlamıştı. Katafalk meydandaki Sanat Galerisinin önüne yerleştirilmiş, Munkacsy’nin naaşı katafalkın üzerine, yerden on üç metre yüksekliğe, önceden heykeltraşlarca hazırlanan beyaz bir lahtin içine konulmuştu. Budapeşte’de doğan ve 1946’da Amerika’ya göç eden tarihçi John Lukacs’ın (1924-2019) töreni ayrıntılarıyla anlatan Budapest 1900, A Historical Portrait of a City & Its Culture başlıklı kitabından (Grove Press, New York, 1988) neredeyse bugünün resmî törenlerini geride bırakan detaylar öğreniyoruz: cenaze nedeniyle tüm şehre siyah bayraklar asılıyor, okullar bir günlüğüne tatil ediliyor. Tören protokolünde bakanlar, belediye başkanları, rahipler, subaylar yer alıyor. Saat üç buçukta harekete geçen kortejde cenaze aracını, üzeri siyah kumaşla örtülmüş gümüş eyerli altı at çekiyor. Öğrenciler yol kenarında sıralar halinde diziliyor. Civar apartmanlarda yaşayanlar ressama son kez saygılarını sunmak üzere balkonlara doluşuyor, kimi kadınlar reverans yaparak, kimileri diz çökerek sanatçıyı selamlıyor. Tören günü bazı kafelerde Munkacsy’nin sevdiği Macar şarkıları çalınıyor.
Biz sanatçılarımıza değer veriyor muyuz? Anadolu’da bir köy mezarlığına bir çınar ağacının altına gömülmeyi vasiyet eden şair Nazım Hikmet’e tören düzenlemek şöyle dursun, naaşı ülkeye dahi getirilemedi. Bedri Rahmi’nin adının bir parkta yaşatılmasına tahammül gösteremiyoruz.
Unutulmaz eserler yaratan sanatçılara değer vermek, onları toplumun belleğinde birer kültür hazinesi olarak yaşatır; bu hazinelerden oluşan kültür birikimi ise geleceği daha aydınlık yapar. Ümidimiz bizde de böyle olması.