Son yıllarda ülkemizin dünyada yalnızlaşması dikkatleri diplomasi üslubu meselesine de çevirdi. Kullanılan üslup, dış meselelerin partilerüstü olduğu Cumhuriyet dönemlerinin geleneksel tarzına uymuyordu. Yabancı ülkelere ve onların liderlerine karşı kullanılan dilin iç politikada kazanım elde etmeyi hedeflemesi, dış politikada elde edilecek hedefleri de zora sokmaya başlamıştı. Dış siyasette polemikçi, ayrıştırıcı bir dil kullanılıyor, sarfedilen sözlerin not edileceği, ileride aleyhimize kullanılacağı dikkate alınmıyor, istenmeyen gelişmeler olduğu zaman da çıkış yolu yine dış politikaya ve çıkarlarımıza yardımcı olmayan yöntemlerle bulunuyordu.
Öyle ki, Cumhuriyet diplomasisinin temel taşı olan “Yurtta Barış Dünyada Barış” özdeyişi “pasiflik” olarak görülüyor, Lozan Antlaşmasının kazanımları küçümseniyor, yabancı devlet yöneticilerine o ülkelerde ağır hakaret olarak kabul edilen sıfatlarla sesleniliyordu. Komşularımızla yaşanan ihtilafların doğru analizleri ve müzakereleri yapılmaksızın, “komşularla sıfır sorun” sloganıyla onlara sanki ödün vermeye hazır olan taraf bizmişiz mesajı veriliyordu.
PEKİ, GERÇEKTE DİPLOMASİ DÜNYASINDA KULLANILMASI GEREKEN DİLİ VE ÜSLUBU NASIL TANIMLAMAK GEREKİR?
Diplomatik dili ve üslubu, aslında iyi uygulayanlar açısından bir sanat olarak tanımlamak mümkündür. Diplomasi eğer uluslararası ilişkilerde ulusal çıkarların korunması amacıyla müzakere etme eylemi ise, diplomatik üslup da, bu eylemi tarih bilinciyle, genel kültürle, güvenilir bir kişilik yapısıyla, özellikle de incelik, zerafet ve hatta mizahla uygulama sanatıdır denilebilir.
Diplomatlık sabır, sebat ve azim ister. Diplomatın üslubunda zafer sarhoşluğu yoktur, aksine gemiyi karaya oturtmadan hedefe ulaştırmak vardır. Kavgacı olmadan, kırıp dökmeden ülkenin yumuşak gücünü kullanabilme becerisi vardır.
Diplomasi üslubunu ustaca kullanan kişinin başarısı görünmez, zira bu kişi muhatabını masadan kaçırtmadan alacağını almıştır. Dürüstlük ve inandırıcılık önemlidir. Aldatarak sonuç almak yoktur. Kibire kapılmamak, üstünlük taslamamak önemlidir. Oyun kuruculuğunda dürüstlüğün dışına çıkılmasına, gayretkeşliğe yer yoktur. Karşınızdaki sizin haklı olduğunuza inanmasa dahi, sizin onu ciddi olduğunuza ve dediğinizi yapacağınıza inandırmanız önemlidir. Bu durumda dosyanızı iyi bilmeniz ikna gücünüzü artıracaktır.
Doğru ve yerinde kullanılan diplomatik üslubu, gerçek yaşamda keskin veya sert olarak nitelendirilen düşünce ve taleplerin yumuşatılarak, dikkatle, sakin bir ortam içinde; incitici, saldırgan, kışkırtıcı olmayan bir dille, nezaket ifadelerinden aşırıya kaçmadan yararlanılarak yeniden formüle edilmesi olarak da tanımlamak mümkündür. Bu anlamda, Amerikalı Richard Holbrooke’un, diplomasiyi, bir tema üzerine sonsuz çeşitlemeler yapan caz müziğine benzetmesini örnek olarak gösterebiliriz.
Diplomasi dili her şeyden önce olumlu bir dildir. Burada diplomat kullandığı lisanın semantik zenginliğinden ve inceliğinden azami ölçüde yararlanır. Kastedilen anlam, gerekiyorsa doğrudan ifade edilmez; çerçevesi çizilerek, ana meseleye girmeden etrafı tarif edilerek anlatılır. Gerektiğinde “yapıcı muğlaklık”tan yararlanılır. Diplomatik üslupta “söylenmeyeni” anlatabilmek ve anlamak önemlidir. Diplomaside yeri geldiğinde susmak da önemlidir. Bir tanıma göre diplomat, “en az üç yabancı dilde” susmasını bilen insandır.
Bir diplomat ne söyleyeceğini bilir ama bunu söylemeyebilir; muhatabı kesinlikle onun iç kalesine, mutfağına girememelidir. Bazan diplomatın bir şey söylemeden farklı konularda uzun konuşmalar yapması da gerekebilir. Önemli olan, hedef belli ise, zaman geçse de diplomatın çizgisini değiştirmeden ilerleyebilmesidir.
DÜNYADA ÜSLUP NASIL?
Burada açıklamaya çalıştığımız dil ve üslup tanımı, akılcı bir diplomasi yürütmeye çalışan bütün ülkelerin diplomatları için geçerlidir. Üslup konusu tabiatıyla ülkeden ülkeye, kültürden kültüre değişebilir. Örneğin Brezilyalı diplomatların müzakere sırasında vücut dilini sık kullandıkları, Japon diplomatlar içinse bunun tam aksinin geçerli olduğu bilinir. Müzakere sırasında karşı tarafın sözünü kesip konuşmaya girme sıklığı da değişik kültürlerde farklılık gösterir. Batılılarda müzakere sırasında belirsizliklerin ve muğlaklığın ortaya çıkması stresin artmasına, Doğu kültüründe ise tam aksine daha esnek ve yaratıcı davranmaya yöneltebilir.
Arap diplomasisinde, bir talebe uzun süre yanıt verilmemesini, olumsuz yanıtın nezaket çerçevesinde verilmek istendiği şeklinde yorumlamak mümkündür. Alman ve orta Avrupalı diplomatların müzakere sırasında gösterdiği katı üsluplarının sosyal ortamlarda, mesela yemek masasında değişmesi pek mümkün değildir, oysa Güney Avrupalılar için sıcak ortamlar daha farklı olabilir. Üslup farkını daha belirgin hale getiren etkenler ise, ülkelerin güçlü ya da zayıf, zengin ya da yoksul olmalarına, büyük devletlerin nüfuzu veya baskısı altında gösterdikleri davranışlara göre değişebilmektedir.
CUMHURİYET’İN KURULUŞUNDA ÜSLUP NASILDI?
Cumhuriyet’in kuruluşu daha önceki Türk devletlerinden farklıydı. Son iki yüzyılında kendisine Avrupa’nın “çöken ve dağılan hasta devleti” nazarıyla bakılan Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı sonunda galip devletlerce işgal edilmiş, yok olma süreci başlamıştı. Devlet artık göstermelik reformlarla, idare-i maslahatla, emperyalistlere masa başında verilecek ödünlerle, Avrupa güçlerini birbirine karşı kullanma maharetiyle ya da mandacılıkla kurtarılamayacak haldeydi. Bu ölüm kalım çıkmazında Atatürk, kurtuluş için tam bağımsızlık ve esaslı bir devrim dışında bir yol kalmadığına, Batı’nın pençesinden kurtulduktan sonra Batı ile barış yapılması ve çağdaşlık yoluna girilmesi gerektiğine inanıyordu.
Cumhuriyetimizin kuruluşu bu nedenle bir başkaldırı, bir ihtilal üzerinedir; Cumhuriyetin dili ve üslubu da kurtuluş savaşının içinde doğmuş yepyeni bir dil ve üsluptur. Bu yeniliği gerçekleştiren Atatürk’tür. Adına Türk Devrimi de denilen kurtuluş hareketi, hem Birinci Dünya Savaşının galiplerinin kurmak istediği uluslararası düzene karşı bir meydan okuma, hem de zaten çökmekte olan köhne Osmanlı devletinin saltanata ve hilafete dayalı çok uluslu İmparatorluğuna son verme hareketidir.
Ancak bu amaçlar için mücadeleye atılırken, Mustafa Kemal ve ihtilalci kadrosu, meşruiyet kazanmanın doğru yolunu halkla birlikte hareket etmekte gördü. 19 Mayıs 1919’da Samsun’da başlayan yeni tarih, Erzurum ve Sivas Kongreleri ve nihayet Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılmasıyla meşruiyet kazanarak yepyeni bir siyasi gücün doğmasını sağladı. Cumhuriyetimizin felsefi temeli de buna göre biçimlendi.
Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte “Türk Rönesansı” da denilen bir kültürel aydınlanma yoluna girildi.
Dış siyasette, diğer devletler karşısında eşitliğe önem vermek, bağımsızlıktan ödün vermemek, komşularının içişlerine karışmamak, kalkınmaya ve refaha destek sağlamak, dünyada barış ve istikrar için çalışmak temel ilkeler oldu. Cumhuriyetin diplomatik dili de buna göre şekillendi.
Yıkılan Osmanlı devletinin Hariciyesi, devlet geleneklerine dayanan, iyi dil bilen diplomatlara sahip olmasına rağmen, 18nci yüzyıldan itibaren, sürekli toprak kaybeden, büyük devletlerin baskısıyla kararlar alan bir imparatorluğun başı eğik, günü kurtarmaya çalışan bir kurumu haline gelmişti. Cumhuriyet diplomasisi ise 30 Ağustos 1922’de kazanılan büyük askeri zaferin ve bunu diplomatik kazanımlarla dünyaya kabul ettiren Lozan Barışının haklı gururu ile yola çıkıyordu. Bu iki parlak başarı ve bu başarıların gerçek kahramanı Atatürk’ün tüm dünyada kazandığı haklı saygınlık, Cumhuriyet döneminin diplomatik üslubuna da damgasını vurdu. Bu ayrıcalıklı üslupla Cumhuriyet yönetimi uzun yıllar boyunca gerçekçilikten, akılcılıktan, sağduyudan ayrılmadı. Macera peşinde koşmadı. Komşularının içişlerine karışmadı. Büyük devletleri kışkırtmadan, bölge istikrarına katkıda bulunan bir dış siyaset izledi.
Cumhuriyet döneminde yetişen, genç devletin çıkar ve ihtiyaçlarına vakıf diplomatlar, baskı ve belirsizlik ortamında etki altında kalmadan muhakeme yürütebilen, karşı tarafın saygısını ve güvenini kazanmaya önem veren, müzakere edilecek konulara iyi hazırlanan kişilerdi. Bu dönemin diplomatları Batı’nın ve Doğu’nun iyi yanlarını da kaynaştırmayı başardılar: müzakere sürecinde bir belirsizlik ortaya çıktığında esnek davranmaya, çözüme odaklanmaya, yeni yollar aramaya çalıştılar. Akılcı, gerçekçi, barışçı, dengeli, güvenilir, öngörülebilir, inandırıcı ve diyaloğa açık siyasetler izlediler.
ATATÜRK DIŞ SİYASETE DAİR NELER SÖYLEMİŞTİ?
Atatürk’ün henüz Cumhuriyet kurulmadan dış politika konusunda müstakbel devletin izleyeceği yolla ilgili sözlerini burada anımsamakta yarar vardır:
“Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evladı kalmalıyım. Milli istiklal bence bir hayat meselesidir.” 1921
“Hürriyet ve bağımsızlık benim karakterimdir.” 1921
“Panislamist değilim. Biz Türk’üz o kadar. İyi müslüman olmak bize yeterlidir; dost kazanmak, tam bağımsızlığımızı korumak, her şeyi Türk bakış açısından görmek… Bundan sonra ittifakları birbirine karşı kullanmayacağız.” 1922
“Dış politika, bir toplumun iç yapısıyla sıkı sıkıya ilişkilidir. İç yapıya dayanmayan dış politikalar her zaman yenik düşer. Bir toplumun iç yapısı ne kadar güçlü ve sağlam olursa, diş politikası da o oranda güçlü ve dayanıklı olur.” 1923
Atatürk Osmanlı’nın Avrupa devletlerini birbirine karşı kullanma siyasetini de artık terkettiklerini söylemişti (Yeni Şark Gazetesi, 10 Mart 1922).
Atatürk’ün İkinci Dünya Savaşı öncesinde söylediği şu sözler de dönemin diplomasisi konusunda önemli bir gösterge olarak dikkati çekmektedir:
“Barış, milletleri refah ve mutluluğa eriştiren en iyi yoldur. Fakat bu kavram bir defa ele geçirilince daimi bir dikkat ve itina ve her milletin ayrı ayrı hazırlığını ister.” 1938
Atatürk, 1934 yılında genç bir yazar olan Ruşen Eşref Ünaydın’ı Tiran’a Büyükelçi olarak uğurlarken, ona bugün de diplomatlara kılavuz olması gereken şu talimatı vermişti:
“Sefir ve sefaret, nezdinde bulunduğu devleti yıkmaya matuf bir komitenin mümessili ve teşkilatı değildir. Bilakis nezdinde bulunduğu devletle mümessili bulunduğu devlet arasında sıkı dostluk teşkiline ve dost devletin takviyesine çalışır.” (Bilâl Şimşir, Bizim Diplomatlar, sayfa 458, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1996)
“Değişmez Dışişleri Bakanı” unvanıyla 1925 yılından Atatürk’ün ölümüne kadar 13 yıl Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Dr. Tevfik Rüştü Aras’ın şu sözleri de üslup yönünden ilginç olsa gerekir:
“Cihanın bu kısmında biz kardeşliğe inandık. Şimdi biz asırlarca süren geçimsizliğin ve bu mıntıkaları o kadar uzun zamandan beri harap eden, kökleşmiş addedilebilecek olan kinlerin yerine karşılıklı muhabbet hislerini ikame ediyoruz. Biz memleketimizin selamet ve menfaatini sulhta buluyoruz. Çocuklara öğretmek lazımdır ki, bir mezarlıkta eğlenceli bayram olamaz ve harabeler üzerine bir saadet köşkü kurulamaz.” (Bilâl Şimşir, aynı eser, sayfa 270)
Bu temeller üzerine kurulan Türk Hariciyesinde Cumhuriyet’in üslubunu benimseyen ve görevini başarıyla yürüten sayısız diplomat yetişti.
Atatürk’ün 1931 yılında dile getirdiği ünlü “Yurtta Barış Dünyada Barış” özdeyişi çevremizde istikrar ve güven üretmeyi amaçlıyordu. Türk diplomasisine saygınlık kazandıran bu söz aynı zamanda ülkeler arasında eşitliğin, karşılıklı saygının ve mütekabiliyet ilkesinin de ifadesiydi.
1936’da Montrö Boğazlar Sözleşmesinin akdi sürecinde Türkiye’nin kullandığı olumlu üslup ve oynadığı yapıcı ve olgun rol, İkinci Dünya Savaşı öncesi ortamda büyük takdir toplamıştı.
Üslup meselesinde, Atatürk’ün “Başarıda gurura, felakette ümitsizliğe yenik düşmemeliyiz” sözündeki felsefi içerik, aynı dönemde yaşayan Hitler, Mussolini gibi mağrur davranmayı, yüksekten bakmayı alışkanlık edinmiş ama sonu belli liderlerin yıkıcı üslubu göz önüne alındığında, özellikle dikkat çekmektedir.
KURULUŞU İZLEYEN DÖNEMLER
Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte Osmanlı’nın yozlaşmış kültür hayatı da yerini Anadolu kültürünün daha yakından araştırılmasına ve Türkçenin arılaşmasına bırakmaya başladı. Latin alfabesinin getirdiği kolaylıklar sayesinde araştırmalar çoğaldı, üniversiteler kuruldu, kültürel yaşam güçlenmeye başladı. Aynı şekilde yazın hayatı zenginleşti. Halkevleri ve Köy Enstitüleri sayesinde kültürel etkinlikler geniş kitlelere ulaştırıldı.
Bu dönemde birçok dış göreve büyükelçi olarak Yahya Kemal Beyatlı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Memduh Şevket Esendal, Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi tanınmış edebiyatçılarımızın atanmış olmasının da ayrı bir değer taşıdığını kaydetmekte yarar görülmektedir.
Bilhassa kaydetmek gerekir ki, Cumhuriyet’in dilinde ve üslubunda hesapsız hamaset, meydan okuma ve maceracılık yoktu. Nitekim “Nutuk”ta Atatürk bu konuda şöyle diyordu: ““Milli siyaset, …. rastgele sonu gelmez emeller peşinde milleti meşgul etmemek ve zarara uğratmamak, … medeni dünyadan da medeni ve insani muamele ve karşılıklı dostluk beklemektir.”
İki büyük savaş arasında uluslararası ilişkilerde yaşanan bunalımlı ortamda Atatürk’ün ve Cumhuriyet diplomasisinin kullandığı bu dikkatli dil ve üslup, Türkiye’ye büyük bir saygınlık kazandırdı. Öyle ki, Kurtuluş Savaşındaki hasmımız Yunanistan’ın Başbakanı Venizelos 1934 yılında Atatürk’ü Nobel Barış Ödülüne aday göstermişti.
Cumhuriyet döneminde yetişen diplomatlar siyasi iktidarlarla ilişkilerinde herşeyden önce devlete bağlılığı ön planda tuttular. Her devrin adamı olmaya değil, mesleğin kurallarından dışarı çıkmamaya, insanı insan yapan ilkelerden uzaklaşmamaya, vicdan ve kişilik sahibi olmaya, her devirde “adam” olmaya önem verdiler. Diplomatlığı para kazanmak için yapılacak bir meslek olarak görmediler. Yurt dışında geçinmenin, çocuklarının eğitimini sağlamanın zorluklarını yaşadılar. Devletlerin dürüst ve dosyasına hakim memurların omuzları üzerinde yükseldiğinin bilinciyle hareket ettiler. Görevin gereği neyse onu savunmaktan çekinmediler. Gece gündüz demeden çalışmaya her an hazır olmayı değişmez bir düstur olarak kabul ettiler.
Kısaca açıklamaya çalıştığımız bu ilke ve erdemlere sahip çıkıldığında Türk Hariciyesinin dünyadaki saygın yerine tekrar kavuşacağına inanılmaktadır.