Kıbrıs ihtilafına “çözüm” bulmak amacıyla, 2017 yılında Crans Montana’da başarısızlığa uğrayan müzakerelerden dört yıl sonra, 2021 yılında, Cenevre’de Garantör ülkelerin de katıldığı, 27-29 Nisan’da düzenlenen görüşmelerde de bir sonuç alınamadı. Görüşmelerde Rum-Yunan tarafı federasyon tezini savunmayı sürdürürken, Kıbrıs Türk tarafı iki tarafın, yani adadaki iki devletin, eşit uluslararası statüsü ve egemen eşitliği ilkesinin kabul edilmesini ve görüşmelerin iki devlet arasında, mülkiyet, sınır ve güvenlik başlıkları altında sürdürülmesini önerdi. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres,toplantılardan sonra, resmî görüşmelerin başlaması için gerekli ortak zeminin bulunamadığını açıkladı.
2021 yılı, Kıbrıs’ta iki devletli çözüm tezinin Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yetkilileri tarafından güçlü biçimde savunulduğu bir yıl oldu. Kıbrıs Türklerinin haklı davasına destek talebinin bu yıl Türk Devletleri Örgütü nezdinde de Cumhurbaşkanı düzeyinde dile getirilmiş olması, not edilmesinde yarar olacak bir gelişme oldu.
Kıbrıs’ta Batı’nın önemli aktörleri İngiltere, ABD ve Avrupa Birliği, federasyon görüşünde ısrar ederken bu önemli aşamaya, iki devletli çözüme nasıl gelindi?
Kıbrıs’ta Londra ve Zürih Antlaşmalarıyla 1960 yılında Türklerle Rumlar arasında bir “fonksiyonel federasyon devleti” kurulmuştu, yani devlet iki bölgeli değildi ama anayasal yetkiler Türklerle Rumlar arasında dengeli biçimde dağıtılmıştı. Gerek Türkiye ile Yunanistan, gerek adada iki büyük üsse sahip eski sömürgeci İngiltere bu devletin garantörleri oldular. Ancak Rum tarafı bu dengeden bir türlü memnun kalmadı; devleti bir Rum devleti yapmak, Türk nüfusunu Kıbrıs’tan sürerek ortadan kaldırmak, sonra da adayı Yunanistan’a bağlamak için var gücüyle uğraşmaya başladı. Sonra yaşananlar malum: örgütlü Rum çeteleri 21 Aralık 1963’te Türklere karşı “Kanlı Noel” dediğimiz katliam girişimini başlattı. Yüzlerce Türk katledildi, binlercesi göç ettirildi, 105 Türk köyü boşaltıldı, Türkler 1963-1974 arasında adanın sadece toplam yüzde beşini oluşturan dar alanlarda yaşamak zorunda kaldılar.
Bunlar olurken Batı dünyası ne yaptı? Batı, Yunan askerlerinin de bulaştığı Kanlı Noel’de Türklerin katliama uğramasını engelleyemedi. Bu vahşet suçunu işleyenler ve 1963-1974 arası dönemde yüzlerce Türk’ü öldürenler bugüne kadar yargı önüne çıkarılmadı. Batı’dan bunlar yargılansın diye bir ses de çıkmadı. Üstelik Türkler bu insanlarla federasyon kurmaya zorlandı. Batı, Türklerin Rumlar tarafından devlet organlarından zorla atılmasına, Türklerin devletsiz kalmasına, Kıbrıs Cumhuriyetinin bir Rum Cumhuriyetine dönüşmesine de sessiz kaldı. Batı dünyası bunu bile bile, Birleşmiş Milletlerde 4 Mart 1964’te 186 sayılı Güvenlik Konseyi kararıyla, bu oldu bittiye onay verdi ve oluşturulan Kıbrıs Barış Gücünün Rum devletine tabi olmasını sağladı. Batı bununla da kalmadı, 1974’te Rumların Sampson darbesiyle adayı Yunanistan’a bağlama girişiminde Türkiye’yi yalnız bıraktı. Türkiye tek başına müdahale etmek zorunda kaldı. Nihayet Batı, Kıbrıs Cumhuriyetinin bir Rum varlığına dönüştüğünü göre göre, Londra ve Zürih Antlaşmalarına açıkça aykırı olduğu halde, ihtilaflı ve “topraklarının tamamına hakim olamayan” bir devleti Avrupa Birliğine tam üye yaptı. Böylece AB’deki Yunan devleti sayısını ikiye çıkardı.
Batı bütün bu hataları ve hamleleri yaparken, Kıbrıslı Türklerin uğradığı haksızlıkları, izolasyonları gözardı etti. Batı’nın günahları bununla da bitmedi, Kıbrıs ihtilafını çözmek için yıllardan beri hiçbir sonuç getirmeyen görüşmelere, Rumların uluslararası camiada tanınmış bir devlet olarak katılmasını sağlarken, Türk tarafını sadece “Kıbrıs Türk Toplumu” statüsüyle katılmaya zorladı. Rum tarafının işine yarayan, başından eşitsiz bu uygulamaya yıllarca göz yumdu. Rumların bütün adayı ele geçirme ihtirasının adeta ortaklığını yaptı. Rumlar bunca destekten sonra artık Kıbrıs’ta bir çözüme ihtiyaç duymuyor. Müzakere masasının “federasyon” masalıyla devrilmeden devam etmesinden başka bir arzusu da kalmadı. Federasyon ise bir Rum tezine dönüştü.
Federalizm uzmanları, yaşayabilir bir federasyon kurulabilmesi için, taraflar arasında karşılıklı güven, saygı ve bağımlılığın olmasını, yaşamsal konularda güçlü ortak çıkarların, birlikte karar alma ve paylaşma kültürünün bulunmasını şart koşuyor. Peki Kıbrıs’ta bunlar var mı? 1963-1974 arası işlenen Rum cinayetlerinin hesabı hâlâ sorulmadı. Ortada Türklerin kurucu taraf iken silah zoruyla dışlandığı, ama uluslararası toplumun Kıbrıs’ın tek temsilcisi gibi tanımakta beis görmediği bir Rum devleti var. Türk tarafının karşılıklı güvenin artırılması için yaptığı öneriler ve 2003’te kapıların açılması gibi attığı olumlu adımlar da karşı tarafı tatmin etmedi. Bir federasyon modeli öngören 2004 Annan Planına da Rum tarafı yüzde 75 ile hayır oyu verdi.
Adadaki durumu 28 Mayıs 2004 tarihli raporunda değerlendiren BM Genel Sekreteri Kofi Annan, federasyon konusundaki tartışmalara şu gerçekçi teşhisi koydu: “Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türklerle eşit koşullarda/statüde yetki ve refah paylaşmak istememektedir.” Federasyonun ada gerçeklerine uymadığının bundan daha açık bir anlatımı olamazdı.
Federasyon modeli Kıbrıs’ta artık, Türklerin dışlandığı ve ambargo altında yaşatıldığı statükonun bir diğer adı oldu. Türkleri masada tutarak Rumların lehine olan çarpıklığı sürdürmenin bir aracı haline geldi. Federasyon aynı zamanda, Rum-Yunan tarafının ve onlara “sevgiyle” bağlı devletlerin Kıbrıslı Türkleri ve Türkiye’yi sıkıştırmak, adadan Türk askerini çıkarmak, ada Türklerinin son sığınağı olan Garanti sistemini ortadan kaldırmak için kullandığı bir diplomasi oyununa dönüştü. Böylece, zaten bir çözüme ihtiyacı olmayan Rum tarafının, ileride bütün adayı eline geçirmesini sağlayacak bir “çözüm modeli” olmadan hiçbir anlaşmaya evet demeyeceği de ortaya çıkmış oldu.
1571’den 1878’e kadar Osmanlıların, daha sonra İngilizlerin hakim olduğu Kıbrıs’ın tarihinde Rumlar hiçbir dönemde adanın tümünü yönetmemişlerdir. 1960’ta kurulurken bağımsızlığını üç garantör devletin (İngiltere, Türkiye, Yunanistan) teminat altına aldığı sui generis Kıbrıs Cumhuriyetinde ise Türkler ve Rumlar eşit kurucu ortaklar olarak yer almışlardır. Türkler 1963 saldırılarında devletsiz bırakıldıktan sonra kendi özerk yönetimlerini oluşturmuşlar, 1983’te ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini (KKTC) ilan etmişlerdir. KKTC bir devletin sahip olması gereken tüm özelliklere sahiptir. Ayrıca, ambargo altında yaşamasına rağmen, insan haklarına ve özgürlüklere büyük değer veren, örnek bir demokrasiye sahip dünyanın belki de tek ülkesidir. Doğu Akdeniz’in ve bütün bölgenin önemli gücü Türkiye tarafından diplomatik olarak tanınmaktadır.
Rumların hesabı, Kıbrıs Türklerini “çözüm için yalvaran”, toplumlararası görüşmeler sürecine kilitlenmiş, başka bir seçeneği kalmamış taraf olmaya mahkum etmektir. Oysa durum hiç böyle değildir. Kıbrıs’ta her biri kendi bölgesinde egemenlik sahibi, iki ayrı toprak, iki ayrı devlet, iki ayrı demokrasi, iki ayrı ulus, iki ayrı kültür vardır. Kıbrıs’ın, yakın gelecekte değişmesi beklenmeyen, zamanın denemesinden geçmiş yalın gerçeği, iki ayrı devletin adada yan yana yaşıyor olduğudur. Türkiye ve Türk tarafı bu nedenle Kıbrıs’ta esasen 1974’ten beri Türk askerinin korumakta olduğu barış ve istikrarın, iki devletin yan yana yaşamasına bağlı olduğu, yani iki devletlilik görüşünü öne sürmüştür. Bu görüşe itiraz eden federasyon yanlıları, küçük bir adada iki devletin var olamayacağını iddia etmektedir. Oysa dünyada Timor, Hispaniola gibi bölünmüş adalar vardır. Ayrıca bölünemeyecek kadar küçük bir adada 254 kilometrekarelik İngiliz üslerinin ne işi vardır diye sormak gerekir. 1974’tenberi 47 yıldır çatışma yaşanmadan iki ayrı yönetim yan yana yaşıyorsa, bunları dışarıdan zorlamalarla birleştirmek, kötü niyetli değilse, herhalde nafile bir çabadır.
1974 yılında Garanti Antlaşmasına dayanarak ülkemizin Kıbrıs’a düzenlediği Barış Harekatı döneminde önemli kararları cesaretle alan ve diplomatik girişimleri maharetle yürüten Bülent Ecevit, 21 Ocak 1997 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı, bugün de önemini koruyan konuşmasında, Kıbrıs Rum tarafının federasyon istemediğinin artık anlaşıldığını, Türkiye’nin, dost ülkelerden KKTC’nin devlet olarak “kabul edilmesini” istemesi gerektiğini, KKTC ile Türkiye arasında bir özerklik anlaşması yapılarak dışişleri ve savunma konularında Türkiye’nin desteğinin düzenlenebileceğini söylemiştir. Ecevit, Türkiye’nin KKTC için güvence olduğu kadar KKTC’nin varlığının da Türkiye için önemli bir güvence olduğunu, zira Mersin ve İskenderun limanlarımızın, petrol boru hatlarının, ileride Doğu Akdeniz’de yapılacak doğal gaz ve petrol boru hatlarının güvenliğinin buna bağlı olduğunu, bu nedenle Türk askerinin ebediyen Kuzey Kıbrıs’ta kalması gerektiğini belirtmiştir.
Türkiye’nin ve KKTC’nin Kıbrıs’ta iki devletli çözüm modelini benimsemiş olmalarının, ülke çıkarlarının gerekli kıldığı gerçekçi ve doğru yönde atılmış önemli bir adım olduğu düşünülmektedir.