2021 yılına AB ile ilişkilerimiz açısından genel olarak baktığımızda belirsizlikler ve gerginliklerle dolu bir yıl oldu. 18 Mart 2016 tarihli Türkiye-Avrupa Birliği uzlaşmasında yeralan ‘müzakere sürecinin canlandırılması’, ‘Gümrük Birliği’nin yenilenmesi’, ‘vize serbestisi’ gibi Türkiye-AB ilişkilerine yeniden ivme kazandıracak hiçbir unsur hayata geçirilemedi. Bilindiği gibi, Türkiye’de demokrasi, hukukun üstünlüğü, temel hak ve özgürlükler alanlarındaki geriye gidişlere bağlı olarak müzakere süreci 2018 yılında AB Konseyi’nin aldığı siyasi bir kararla askıya alınmış ve Gümrük Birliği’nin güncellenmemesine karar verilmişti. Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının tespitine bağlı yaşanan gerginliklerle ilintili yaptırım tehditleri ve kararları, Türkiye-AB ilişkilerindeki çatlağı büyüttü.
2021 yılında Türk dış politikasında gözlemlenen ana sorunlardan biri gittikçe ivme kaybeden AB sürecimizdir. AB ile yaşanan gerginliklere bağlı olarak Türkiye’nin 2021 yılında da AB’yi dış politika denkleminin dışına itmeye devam ettiğini gördük. Ne yazık ki uzunca bir süredir Türkiye’nin AB ile ilişkileri süresiz bir gerginlik ekseni üzerinde seyretmektedir.
Türkiye ile pozitif gündem yaratılmasına yönelik olarak AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Josep Borrell tarafından hazırlanan ve Mart 2021 tarihinde kamuoyu ile paylaşılan rapor, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki sismik araştırmalarını ve hidrokarbon aramalarını haksız bir şekilde provokatif bularak, pozitif gündem çerçevesinde adım atılmasını bu faaliyetlerin sonlandırılması koşuluna bağladığı için Brüksel’de Konsey veya Komisyon binasının raflarında tozlanmaya başladı.
Türkiye, uluslararası kamuoyu nezdinde 2021 yılında da merkezi otoritenin güçlü bir şekilde tek belirleyici olduğu, kuvvetler ayrılığının zayıfladığı, yargı bağımsızlığının aşındığı, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve temel insan haklarından uzaklaşmaya devam eden bir ülke olarak yer almaya devam etti. AB ile gerginleşen ilişkiler nedeniyle Kopenhag kriterlerinin Türkiye’nin özgürlükler rotasını belirlemedeki önceliği iyice kayboldu. 2021 yılında AB Komisyonu tarafından hazırlanan Türkiye İlerleme Raporu da özellikle temel hak ve özgürlükler açısından geriye gidişlere kapsamlı bir şekilde yer verdi.
Değer ve ilkelerdeki bu ayrışma aynı zamanda uluslararası ilişkilerimizde de bazı alanlarda kırılmalara zemin hazırladı. Doğu Akdeniz ve Libya’daki operasyonlarımız ile Suriye’deki mevcudiyetimiz, AB tarafından tek taraflı eylemler olarak değerlendirildi. Nitekim, Atina’da 18 Eylül’de düzenlenen MED-9 (Hırvatistan, Yunanistan, Slovenya, Malta, İtalya, GKRY, Fransa, İspanya, Portekiz) toplantısı sonrasında yayınlanan Atina Bildirisinde, yine taraflı bir yaklaşımla Türkiye Akdeniz’de gerginliğe neden olmakla itham edildi.
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), Mısır ve İsrail arasında imzalanan enerji anlaşmaları, bu anlaşmalara destek olan Fransa gibi ülkelerle askeri ittifak anlaşmaları ve Türkiye’nin yer almadığı 8 ülkenin katılımıyla kurumsal bir yapı olarak şekillendirilen Doğu Akdeniz Gaz Forumu, Doğu Akdeniz’deki gelişmeler bağlamında öne çıktı. Bölgede Türkiye dışında gelişen bu ittifak, Doğu-Batı ve Kuzey-Güney koridorları arasında bir enerji merkezi olmayı amaçlayan Türkiye’nin enerji politikası açısından da olumsuz bir gelişme oldu.
Her ne kadar üst düzey AB yetkilileri ‘işbirliği ve karşılıklı fayda temelinde Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesinde AB’nin çıkarı bulunmaktadır’ deseler de Türkiye ve AB arasında yaşanan krizi çözecek ve var olan kronik sorunları aşacak işbirliği mekanizmaları oluşturulamadı. Aslında bu krizi aşacak çok fazla malzeme de yok. Bazen transaksiyonel ve pragmatik temelde yasadışı göç gibi alanlarda işbirliği geliştiriliyor. Ancak, bu durum ilişkilerimizin esasını oluşturması gereken müzakere sürecinden iyice uzaklaşılması tehlikesini bünyesinde barındırıyor. Maalesef, Türkiye ile ilişkilerinde Avrupa Birliği de siyasi ilişkileri ekonomik ilişkilerden ayrıştırmayı başaramadı. İlişkiler çok politize olmuş durumda. Her iki tarafın da yararına olan Gümrük Birliği’nin güncellenmesi sürecinin hayata geçirilmesi ilişkiler açısından yeni bir nefes oluşturabilirdi. Gümrük Birliği’nin güncellenmesi ile ilgili olarak Haziran ayında Brüksel’de temaslarda bulunan Ticaret Bakanı Mehmet Muş ve Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın 30 Kasım tarihinde AB Sağlık Komiseri Stella Kyriakides ile video konferans yoluyla yaptığı görüşmeler AB tarafından pozitif gündem ile bağlantılandırılmaya çalışılsa da, bilindiği kadarıyla henüz Brüksel’in bu iddiasına karşılık Ankara’yla sağlık, iklim, terörle mücadele ve bölgesel meselelerde işbirliğine yönelik somut bir gelişme olmadı.
Netice itibariyle 2021 yılında, AB sürecinden uzaklaşan, yakın çevresinde yaşanan alt üst oluşlar nedeniyle tehdit algılamaları iyice yükselen bir Türkiye gördük. İsrail ve Körfez ülkeleri ile ilişkileri bozulan, Mısır ile bağlantısı kopmuş durumda olan,Suriye ve Irak ile ilişkileri terörle mücadeleye odaklananTürkiye’nin dış politikası AB ve ABD ile yaşanan gerginliklerle birlikte zorlu bir dönem yaşadı. Türkiye bu durumdan çıkış yolları aramaya yönelerek özellikle Mısır ve BAE ile ilişkileri normalleştirme yolunda bir çabaya girişti. Dış politikanın iç politikada araçsallaştırılmış olması ve temel hedeflerin coğrafi ve stratejik bir öncelik sıralamasına konulmamış olması, bu dönemde yaşanan sorunları derinleştirdi.
2022’DEN BEKLENTİLER
Geride bırakacağımız yıl, pandemiye bağlı belirsizlikler, ekonomik türbülanslar ve dış politikadaki öngörülemezlikler nedeniyle hepimizi derinleşen risk ve krizlerle sınadı ve sınamaya devam ediyor. Bu nedenle, 2022’nin önceki yıldan daha kötü olmamasını ümit etmekle birlikte bu beklentimin ne kadar gerçekçi olduğunu bilemiyorum.
Diğer taraftan, ilişkilerin bu noktaya gelmesinde AB’nin de şüphesiz sorumluluğu var. Müzakerelerin başladığı 2005 yılından itibaren Avrupa’da iç siyasi konjonktürün oldukça değiştiği, müzakere sürecinin objektifliğini yitirerek siyasallaştığı ve birçok Avrupa ülkesinde siyasi partilerin müzakere sürecimizi suiistimal etmeye başladığı da bir gerçektir.
AB ile ilişkilerimizin önümüzdeki yıl ne şekilde gelişeceğini şimdiden kestirmek oldukça güç. İlişkilerin seyrinde Türkiye’nin iç siyaseti, Avrupa’daki gelişmeler ve bir ölçüde ABD ile ilişkilerin seyri ve uygulanacak dış politika belirleyici olacak. AB’de son dönemde yaşanan siyasi gelişmeler umut vadediyor olsa da Türkiye’de hükümetin Kopenhag siyasi kriterlerine uyum bağlamında izleyeceği tutumun AB ile ilişkilerimiz açısından kritik önem taşıyacağı şüphesiz.
Uzunca bir süredir aşırı sağ tehdidin hüküm sürdüğü Avrupa coğrafyasında, demokrasi cephesinin tekrar güçlenme gayretiiçinde olduğunu görüyoruz. Bazı Avrupa ülkelerindeki seçim sonuçları ve Macaristan’da Victor Orban’a yönelik bir muhalif ittifakın ortaya çıkması, bu yöndeki olumlu işaretlerdir. Nitekim Macaristan’da Ekim ayında yapılan yerel seçimlerde Budapeşte’yi muhalefet partilerinin ortak adayı kazandı.
Son on yılda gerileme eğiliminde olan merkez siyasetin, küskün seçmenler için tekrar bir alternatif olarak ortaya çıkmakta olduğunu gözlemlemekteyiz. Fransa’da, bu yılın Haziran ayında yapılan bölgesel seçimlerde merkez blok 10 puan kazanırken, 2017 seçimlerinde büyük hasar gören Sosyalist Parti nispi olarak toparlandı, Marine Le Pen ise başarısız oldu. Şimdi ise Nisan ayında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri Macron açısından zorlu bir mücadeleye sahne olacak. İtalya’da Ekim ayında yapılan yerel seçimlerde Roma, Napoli, Milano, Torino ve Bologna gibi büyük şehirlerde merkez sol partilerin adayları kazandı. Britanya’da İşçi Partisi anketlerde yükselme eğilimine geçmiş durumda. İskandinav ülkelerindeki sol partiler de yerlerini sağlamlaştırdılar.
AB’nin lokomotif ülkesi olarak görülen Almanya ise artık sosyal demokratlar tarafından yönetilecek. Sağ popülist Almanya için Alternatif (AfD) hareketinin AB ve göç karşıtı politikaları da seçimlerde fazla destek bulmadı. Almanya’da yeni hükümetin amacının Avrupa demokrasilerinin kendilerini savunma kabiliyetlerini güçlendirmek olacağından şüphe yok.
Bu gelişmeler Kaczynski, Salvini, Orban, Le Pen veya Jansa gibi siyasi liderler için hiç iyi haber değil. Aydınlanma ile birlikte kök salmış demokratik değerlerle zihinsel arka planı oluşmuş kitlelerin bu değerlere tehdit algıladıklarında demokrasilerini koruma refleksi ile hareket etme kabiliyetlerini koruduklarını gösteriyor.
Bir Cumhuriyet projesi olarak AB üyeliği
AB coğrafyasında demokrasi cephesini genişleten bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye’nin Kopenhag kriterlerinin demokratik değer ve normlarından uzaklaşmaya devam etmesi Türkiye’yi bambaşka bir lige taşıma tehlikesini barındırıyor. AB ülkelerindeki bu eğilimin önümüzdeki yıllarda devam etmesi halinde Türkiye-AB ilişkilerinin popülist ve aşırı sağ siyasi baskılardan bir ölçüde arındırılarak daha akılcı bir zeminde sürdürülmesi mümkün olabilir. Ancak, bunun için Türkiye’nin insan hakları karnesini yükseltmesi gerekiyor.
AB Konseyi’nin Aralık ayı başındaki yılın son toplantısı akabinde yaptığı açıklamadan da görüleceği üzere, Ankara’nın Avrupa Birliği’nden giderek uzaklaştığı tekrar vurgulanmıştır. Her ne kadar hükümetin bazı dış politika tercihleri bunu destekliyor olsa da Türkiye’nin bu Cumhuriyet projesinden asla vazgeçmemesi gerekmektedir. Türkiye, bölgesindeki ve dünyadaki gelişmelere istikrar ve barış odağı niteliğiyle yön vererek, bölgesel öncü aktör olma sorumluluğunu yerine getirmelidir. 21. yüzyılın gerektirdiği adil, eşit ve özgür yaşamı güvence altına alan Türkiye’nin, Batı dünyası ile ilişkileri yeniden canlanabilir. Ülkemiz bu şekilde, çözümlerin kaynağı haline gelebilir.
Bunun için, Batı dünyası ile yeniden güven ilişkisinin tesis edilmesi, Türkiye’nin AB açısından değerini yukarıda ifade ettiğim şekilde ortaya koyması ve temel hak ve özgürlükler açısından birinci kategoride bir ülke haline gelmesi gerekmektedir. Bu gerçekleştiği takdirde, AB ülkeleri içerisindeki Türkiye karşıtlarını ikna etmek çok daha kolay olacaktır. Bunun yanısıra, AB’yle yeniden tesis edilecek olumlu ilişkilerin ekonomimize de şüphesiz yararlı yansımaları olacaktır.
21 Eylül tarihinde Fransa’nın önemli düşünce kuruluşu IRIS (Uluslararası ve Stratejik İlişkiler Enstitüsü) tarafından düzenlenen Direktör Yardımcısı Didier Billion’un kaleme aldığı La Turquie-Un Partenaire Incontournable (Türkiye Vazgeçilmez Bir Ortak) adlı kitabın tanıtımı amacıyla yapılan toplantıya katıldım. Toplantıda, AB ile ilişkilerimiz bağlamında Türklerin en önemli hasletlerinden birisinin sabırlı olmalarından bahisle, AB’ye üyelik için onlarca yıldır beklemekte olduklarının, şimdi ise Avrupa’nın yaşamakta olduğu kimlik krizinden çıkmasını ve daha rasyonel ve pragmatik bir bakış açısıyla ilişkilerin geleceğini yönlendirmesini beklediklerinin dile getirilmesi dikkat çekiciydi.
Türkiye-AB ilişkileri tarihsel derinlik, güncel ortaklık ve gelecekteki kazanımları içermektedir. AB ile mevcut sorunların aşılamaması ve giderek Türkiye ile AB’nin birbirinden uzaklaşması, her iki taraf açısından tarihi bir kayıp olacaktır. Kısa vadeli konjonktürel sorunlar, ilişkilerin stratejik dokusuna zarar vermemeli ve şekillenmekte olan küresel düzende ortak gelecek vizyonunun önüne geçmemelidir.