NATO İSTANBUL ZİRVESİ VE DOLMABAHÇE SARAYI’NDA BİR YEMEK

PAYLAŞ

27-28 Haziran 2004 tarihlerinde İstanbul’da bir NATO Zirve Toplantısı yapıldı. NATO tarihindeki 17. Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi idi. Bu Zirve’nin İstanbul’da yapılacağı aşağı yukarı 1 yıl önceden belli olmuştu. Türkiye’de yapılması için Cumhurbaşkanı Sezer’in de onayı alınmıştı. Sadece kesin tarihinin belirlenmesi biraz gecikti. ABD Başkanı Bush’un kızlarının diploma töreni, 2004’ün ABD’de seçim yılı olmasının getirdiği bazı programlama sıkıntıları gibi nedenlerle önceden belirlenen tarihler birkaç kez ertelenmişti. Sonunda 27–28 Haziran 2004 tarihleri üzerinde mutabakat sağlamak mümkün oldu. Zirve’ye o tarihten kısa bir süre önce NATO’ya üye olmuş Litvanya, Letonya, Estonya, Slovakya, Bulgaristan, Romanya ve Slovenya  gibi bir kısmı eski Varşova Paktı üyesi ülkelerin devlet ya da hükümet başkanları da katılıyordu.

 

Zirve’deki isimler arasında NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer’in yanı sıra, ABD Başkanı George W. Bush,  Fransa Cumhurbaşkanı Jaques Chirac, İngiltere Başbakanı Tony Blair, Almanya Başbakanı Gerhard Schroder, İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi ve Yunanistan Başbakanı Konstantinos Karamanlis gibi liderler de bulunmaktaydı.

 

Bu tür toplantıların alışılan program akışı içinde Zirve’nin en akılda kalacak etkinliği 27 Haziran akşamı Cumhurbaşkanı Sezer tarafından verilecek akşam yemeği olacaktı. Bu yemek için gerçekten çok özenilmiş, mekân olarak da Dolmabahçe Sarayı seçilmişti.  Yemek saati geldi çattı. Yüksek misafirler otellerinden ayrı konvoylarla alınıp saraya getirildiler. Bu nedenle girişleri aralıklarla oldu ve uzun zaman aldı. Sezer’ler misafirleri sarayın Süfera Salonu’nun hemen girişinde, yerdeki büyük İran halısının kenarında durarak karşıladılar. “Süfera” kelimesi “sefirler” anlamındadır. Dolmabahçe Sarayı’nın en etkileyici yerlerinden birisi olan bu salon, Sultan’a güven mektubunu sunmaya gelen yabancı elçilerin maiyetlerinin bekletildiği yerdir. Burada yabancılara Osmanlı Devleti’nin ihtişamını hissettirecek bir mekân tasarlanmış ve bunda da kuşkusuz başarılı olunmuştur. Salon tümüyle göz kamaştırıcıdır. Her yeri özel ve özenlidir. Bir özelliği de 1928 Ağustos ayında Atatürk’ün yazı devrimi ile ilgili ilk çalışmalarını burada yapmış olmasıdır.

Sezer’ler misafirlerini karşılarken Süfera Salonu’nun altın varakla süslü tavanı, büyük kristal avizesi, ayaklı kristal şamdanları ve porselenden yapılma şöminelerinin sergilediği manzara bütün ihtişamı ile ortada durmaktaydı. Sarayın ünlü kristal tırabzanlı merdivenlerinden çıkarak salona giren konuklar da belli etmemeye çalışarak, ancak gizleyemedikleri bir hayranlıkla bu göz kamaştırıcı dekoru seyrediyorlardı.  Süfera Salonu’nda misafirler toplandıktan ve ayakta içkiler alındıktan sonra, sıra “aile fotoğrafı” çekilmesine geldi. Fotoğraf çekimi sarayın saat kulesi tarafındaki kapısı önünde yapılacaktı. Oradan da yemek için Muayede Salonu’na (“Muayede” bayramlaşma demektir) geçilecekti.  Fotoğraf çekimi bittikten sonra yeniden sarayın içine girildi ve misafirler hep birden akşam yemeğinin verileceği Muayede Salonu’na doğru yönlendiler. Muhteşem Dolmabahçe Sarayı’nın en gösterişli mekânı olan Muayede Salonu’nda Kraliçe Victoria’nın hediyesi olan 4,5 tonluk muazzam avizeden kırılarak süzülen ışıkların pırıl pırıl aydınlattığı yuvarlak yemek masasında herkes yerini alırken, 600 yıllık imparatorluğun ihtişamlı geçmişi de bütün haşmetiyle konukların gözleri önüne serilmiş oluyordu.

 

Bu salonun bir köşesinde, hat üstadı Emin Barın’ın yazısıyla, Atatürk’ün bir konuşma metni yer alır. Bu konuşma, Samsun’a gitmek üzere 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan ayrılan ve aradan ancak 8 sene geçtikten sonra, 1 Temmuz 1927 günü bu şehre geri dönen Atatürk’ün Muayede Salonu’nda o gün yaptığı konuşmadır. “Sekiz sene evvel muzdarip, ağlayan İstanbul’dan kalbim sızlayarak çıktım. Teşyi edenim (uğurlayanım) yoktu” diye başladığı bu konuşmasına Atatürk şöyle devam eder:

 

“Sekiz sene evveline kadar, içinde 7 evliya kuvvetinde bir heyula tasavvur ettirilmek istenen bu sarayın içinde söylüyorum. Yalnız artık bu saray, Zıllullahların (Padişahların “halife” olarak sıfatlarından biri de “zıllullah-ı ruy-ı zemin”, yani “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” idi) değil, zıl (gölge) olmayan, hakikat olan milletin sarayıdır ve ben burada milletin bir ferdi, bir misafiri olarak bulunmakla bahtiyarım”.

 

Yemek için gerçekten çok çalışılmış, hiçbir ayrıntı gözden kaçırılmamıştı. Bunun için de doğru olan yapılmış ve iş “erbabına” bırakılmıştı. Sofra dekorasyonu VAKKO’ya, yemek hazırlığı da Feriye Lokantası’na verilmişti. Her iki grup da bizi mahcup etmedi ve kusursuz denebilecek bir sonuç ortaya çıktı. Tüm devlet ve hükümet başkanlarının birlikte oturduğu büyük yuvarlak masanın ana süslemesi taze çiçeklerle oluşturulmuş lale motifleri biçiminde idi. Yuvarlak bakır tepsiler üzerine oturtulan tabaklarda stilize edilmiş Osmanlı karanfili kullanılmış, bu motif özel olarak imal edilen peçete ve bardaklara da işlenmişti. “Nouvelle Cuisine” tarzında hazırlanan yemek sonunda ikram edilen tatlı tabağında da soslarla yapılmış zarif bir lale motifine yer verilmişti.

 

Yemek Cumhurbaşkanı Sezer’in kısa bir “hoş geldiniz” konuşmasıyla açıldı, arkadan NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer bir konuşma yaptı.  Yemekte Sezer’in sağında Hollandalı Genel Sekreter’in eşi, onun yanında da ABD Başkanı George W. Bush oturuyordu. Sezer’in sol yanında ise en kıdemli devlet başkanı olarak Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac vardı. Masanın karşı tarafında Bayan Sezer yer almış, diğer misafirler kıdem durumlarına göre masanın öteki bölümlerine serpiştirilmişlerdi. Konuşmalardan sonra yemeğe geçildi. Misafirler Muayede Salonu’nun zarif sütunlarla desteklenmiş ve Barok tarzı kompozisyonlarla süslenmiş 36 metre yükseklikteki kubbesine doğru kaçamak bakışlar atarak mimarinin ve ortamın güzelliğini hayranlık içinde seyrederken, Emre Arıcı’nın yönettiği İstanbul Oda Orkestrası konserine başladı. Muayede Salonu’nun 4 balkonundan Ortaköy’e bakan taraftaki balkona yerleşen orkestra, aralarında Sultan Abdülaziz ve Sultan 5. Murat gibi bestekâr padişahların da bulunduğu hanedan mensuplarına ait klâsik batı müziği tarzındaki eserleri ve Mozart, Beethoven, Rossini, Donizetti gibi evrensel bestecilerin Türk temalarını içeren yapıtları seslendirdi. Yemek, mekân, ortam, müzik ve akustik tek kelimeyle muhteşemdi. Yemek yiyenler yüksek balkondaki orkestrayı göremiyorlar, “bu müzik nereden geliyor, banttan yayın mı” diyen ifadeler adeta yüzlerinden okunuyordu.

 

Mini konser bitip orkestra elemanları konukları selamlamak üzere balkondan kendilerini gösterince aşağıda büyük bir alkış koptu. Yemeğe katılan herkes gerçekten her şeyden etkilenmişti. En fazla etkilenenlerin başında Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac geliyordu. Hem o sırada hem de ertesi günkü ikili görüşmede Sayın Sezer’e tekrar tekrar teşekkür etti, iltifatlarda bulundu. Cumhurbaşkanı’nın bana anlattığına göre yemek sırasında aşçıyı çağırarak tebrik etmek istemiş, Sezer de “Şimdi onu bulamayız, ama birazdan orkestra şefini çağıracağız” demiş. Bunun üzerine Chirac “Siz bizden daha ileridesiniz. Biz yemeklerde aşçıbaşını (chef de cuisine) çağırırız, siz orkestra şefini (chef d’orchestre) çağırıyorsunuz” diye mukabele etmiş. Chirac teatral ve hafif “arrogant” idi, ama yine de bir Fransız zarafeti vardı. İtalya Başbakanı Berlusconi de zarif olmaya çalışıyor, ama zarafet bir türlü üstüne oturmuyordu. Chirac akşamın havasından gerçekten etkilenmişti. Yemek sonrası “Ben Elysée Sarayı’nda böyle bir yemek veremedim” dediğini birkaç kişiden duyduk.

 

Yemek sonrası misafirler saat kulesine bakan kapının hemen içinde toplandılar. 25 civarındaki yüksek konuk ve eşlerinin hepsi ayrı konvoyla seyahat ettikleri için, konvoyların aynı anda kapının önüne getirilmesi mümkün değildi. İster istemez ayrılış sıra ile olacaktı. Misafirlerin ayrılması da önce en kıdemli olandan başlanarak yapılacaktı. Bu işlem planlandığı şekilde, intizam içinde yürüdü. İlk ayrılan misafir ile son ayrılan arasında 1 saati bulan bir bekleme süresi oldu. Konuklar da hiç şikâyet etmeden, kendi aralarında sohbet ederek sıralarını beklediler. Sezer ve eşi tüm misafirleri teker teker ellerini sıkarak uğurladılar ve son konuk ayrıldıktan sonra da arabalarına binerek Tarabya’nın yolunu tuttular.

 

Gelelim yemeğin mönüsüne…

 

Yemek saray mutfağının orijinal tariflerinden yola çıkılarak hazırlanmış ve Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden getirilen sebze, et ve baharatlar kullanılmıştı. Şaraplar da ödül kazanmış Türk şaraplarından seçilmişti. Beyaz şarap Saros yarımadasında yetişen sauvignon blanc üzümlerinden, kırmızı şarap Trakya ile Güneydoğu Anadolu merlot üzümlerinin karışımından imal edilmişti. Tatlı için ise Ege bölgesinin muscat üzümlerinden yapılmış bir şarap tercih edilmişti.

 

Mönü şöyleydi:

Hünkâr Tabağı
Lüfer Balığı Dolması, Kabak Çiçeği Dolması, Zeytinyağlı Cunda Enginarı

 

Kaygana
Otlu Kaygana Sarmasında Karışık Sebze
Ayvalık Kelle Peyniri ve Közlenmiş Domates Sos ile

 

Külbastı
Közlenmiş Patlıcan Yatağında Süt Kuzusundan Külbastı
Sebze Kulesi ve Bahar Pilavı ile

 

Hulviyyat (Tatlılar)
Kireç Kaymağında Yapılmış Kabak Tatlısı, Güllü Sakızlı Lokma, Tavuk Göğsü
Pestil ve Lokum

 

Kahve/Çay

 

Şaraplar
Sauvignon Blanc 2002 (Beyaz/Kırmızı)
Merlot (Kırmızı)
Misket 2001

Yemek sonrası ayrılırken misafirlere “diş kirası” olarak, yemek takımında yer alan desenlerin aynısı kullanılarak imal edilmiş bir kahve fincanı seti hediye edilmesi öngörülmüştü. Önce bu hediyeyi konuklara Cumhurbaşkanı’nın vermesi düşünülmüş, ama ben Sezer’in hediyeyi bizzat vermesinin uygun olmadığını söyleyince, konu Koordinatör Büyükelçi Umur Apaydın’a “Cumhurbaşkanı’nın hediye verilmesini istemediği” şeklinde yansımıştı. Apaydın daha sonra bana “Güzel bir hediye olacaktı, çok özenmiştik” diye hayıflanınca, kendisine “Hediyenin verilmesine Cumhurbaşkanı’nın bir itirazının olmadığını, yalnız kendisinin bu hediyeyi vermesinin uygun olmadığını, bunu herhangi bir protokol görevlisinin yapabileceğini” söyledim. O da memnun oldu; konuklar ayrılmak üzere arabalarına binerken, toplantı organizasyonunda görev alan zarif genç kızlarımızın elinden bu güzel hediyelerini de aldılar.

 

Dolmabahçe Sarayı’nda bir yemek de böyle sona erdi.

İlgili Yazılar
Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir