Yeni İngiliz Planında değişen bir şey yok
Kıbrıs’ta Londra ve Zürih Anlaşmalarıyla 1960 yılında Türklerle Rumlar arasında bir “fonksiyonel federasyon devleti” kurulmuştu, yani devlet iki bölgeli değildi ama anayasal yetkiler Türklerle Rumlar arasında dengeli biçimde dağıtılmıştı. Gerek Türkiye ile Yunanistan, gerek adada iki büyük üsse sahip eski sömürgeci İngiltere bu devletin garantörleri oldular. Ancak Rum tarafı bu dengeden bir türlü memnun kalmadı; devleti bir Rum devleti yapmak, Türk nüfusunu Kıbrıs’tan sürerek ortadan kaldırmak, sonra da adayı Yunanistan’a bağlamak için var gücüyle uğraşmaya başladı. Sonra yaşananlar malum: örgütlü Rum çeteleri 21 Aralık 1963’te Türklere karşı “Kanlı Noel” dediğimiz katliam girişimini başlattı. Yüzlerce Türk katledildi, binlercesi göç ettirildi, 105 Türk köyü boşaltıldı, Türkler 1963-1974 arasında adanın sadece toplam yüzde beşini oluşturan dar alanlarda yaşamak zorunda kaldılar.
Bunlar olurken Batı dünyası ne yaptı? Batı, Yunan askerlerinin de bulaştığı Kanlı Noel’de Türklerin katliama uğramasını engelleyemedi. Bu vahşet suçunu işleyenler ve 1963-1974 arası dönemde yüzlerce Türk’ü öldürenler bugüne kadar yargı önüne çıkarılmadı. Batı’dan bunlar yargılansın diye bir ses de çıkmadı. Üstelik Türkler bu insanlarla federasyon kurmaya zorlandı. Batı, Türklerin Rumlar tarafından devlet organlarından zorla atılmasına, Türklerin devletsiz kalmasına, Kıbrıs Cumhuriyetinin bir Rum Cumhuriyetine dönüşmesine de sessiz kaldı. Batı dünyası bunu bile bile, Birleşmiş Milletlerde 4 Mart 1964’te 186 sayılı Güvenlik Konseyi kararıyla, bu oldubittiye onay verdi ve oluşturulan Kıbrıs Barış Gücünün Rum devletine tabi olmasını sağladı. Batı bununla da kalmadı, 1974’te Rumların Sampson darbesiyle adayı Yunanistan’a bağlama girişiminde Türkiye’yi yalnız bıraktı. Türkiye tek başına müdahale etmek zorunda kaldı. Nihayet Batı, Kıbrıs Cumhuriyetinin bir Rum varlığına dönüştüğünü göre göre, Londra ve Zürih Anlaşmalarına açıkça aykırı olduğu halde, ihtilaflı ve “topraklarının tamamına hakim olamayan” bir devleti Avrupa Birliğine tam üye yaptı. Böylece AB’deki Yunan devleti sayısını ikiye çıkardı.
Batı bütün bu hataları ve hamleleri yaparken, Kıbrıslı Türklerin uğradığı haksızlıkları, izolasyonları gözardı etti. Batı’nın günahları bununla da bitmedi, Kıbrıs ihtilafını çözmek için elli yıldan beri hiçbir sonuç getirmeyen görüşmelere, Rumların uluslararası camiada tanınmış bir devlet olarak katılmasını sağlarken, Türk tarafını sadece “Kıbrıs Türk Toplumu” statüsüyle katılmaya zorladı. Rum tarafının işine yarayan, başından eşitsiz bu uygulamaya yıllarca göz yumdu. Rumların bütün adayı ele geçirme ihtirasının adeta ortaklığını yaptı. Rumlar bunca destekten sonra artık Kıbrıs’ta bir çözüme ihtiyaç duymuyor. Müzakere masasının “federasyon” masalıyla devrilmeden devam etmesinden başka bir arzusu da kalmadı. Federasyon ise artık bir Rum tezine dönüşmüş durumda, buna “dogma” da diyebiliriz.
BATI DEDİĞİMİZ KİM?
Batı dediğimiz devletler kimlerdi? Biraz geçmişe dönelim. Birinci Dünya Savaşı bittiğinde, galip ABD ve İngiltere, “Barbar Türk ırkının Avrupa’dan sökülüp atılmasını” istiyordu. 1919’da toplanan Paris Konferansında Türklerin geleceği de konuşulmaya başlandı. 15 Mayıs’ta Yunanistan’a İzmir’i işgal ettiren Yunan dostu Lloyd George ve Lord Curzon, Türkleri İstanbul’dan sürerek başkenti Bursa’ya taşımayı, Padişah’ı Vatikan benzeri bir statüyle “Halife” olarak İstanbul’da bırakmayı, İstanbul’u da İzmir gibi Yunanlılara vermeyi konuşmaya başlamıştı (“From Paris to Sevres”, 1974, Paul C. Helmreich, Ohio State University Press).
Kıbrıs’ı 1878’de Osmanlı’dan alan İngilizlerin tutumu burada da farklı olmadı: 1963 Kanlı Noel’in sorumlularına hesap sormadılar, ortaya çıkan Rum devletiyle hiçbir şey olmamış gibi dostluğa devam ettiler. Rum saldırıları başlayınca İngilizler, Türk ırkını zaten adadan silmek isteyen Makarios’tan geri kalmayarak, Türkleri Rodos adasına taşımayı, Rodos’u da Türkiye’ye vermeyi önerdiler (The Destruction of a Republic and its Aftermath, Salahi S. Sonyel, 2003). Yani İzmir’i ve İstanbul’u Yunan’a vermeye hazırlanan İngilizlerin hesabında ve gönlünde, Kıbrıs adası da daha o zamandan saldırgan tarafa “uygun” görülmüştü.
Kıbrıs ateşine benzin döken 186 sayılı Güvenlik Konseyi kararının yazımında da onlar vardı. Öyle ki, bu karar Rumları haksız şekilde, 2004’te (İngiltere’nin de o zaman üyesi olduğu) AB’ye üye yaparken temel alındı. 11 bin sayfadan oluşan Annan Planının yazımında da onlar vardı. Plandaki muğlak ifadeler de, diplomaside “yaratıcı muğlaklığın” mucidi İngilizlerin eseriydi. “Egemen Üs Bölgesi” adını taktıkları, Dikelya ve Akrotiri askerî üslerini de kıskançlıkla korudular, anlaşma tasarılarından uzak tuttular. Hala da kimseye bırakacak gibi değiller. Üsler için “egemen” sözcüğünü üzerine basarak kullanan İngilizler, Kıbrıslı Türklerin 1963’te devletten dışlandıktan sonra kurmuş olduğu yönetimlerin hiçbirini “egemen” olarak kabul etmemeyi de sürdürdü. Brexit sonrası da İngilizlerin Kıbrıs’taki hesabı değişmedi. İngilizlerin yeni dönemdeki hesaplarına, Rumların üye olduğu Avrupa Birliğinin adadaki nüfuzunun gelişmesine müzahir davranışlar içine girmemenin de dahil olacağını tahmin etmek zor değildir. Adadaki mevcut durumun devamı İngiltere için “kötünün iyisi” dir.
FEDERASYON ARTIK BİR RUM TEZİDİR
Federalizm uzmanları, yaşayabilir bir federasyon kurulabilmesi için, taraflar arasında karşılıklı güven, saygı ve bağımlılığın olmasını, yaşamsal konularda güçlü ortak çıkarların, birlikte karar alma ve paylaşma kültürünün bulunmasını şart koşuyor. Peki Kıbrıs’ta bunlar var mı? 1963-1974 arası işlenen Rum cinayetlerinin hesabı hala sorulmadı. Ortada Türklerin kurucu taraf iken silah zoruyla dışlandığı, ama uluslararası toplumun Kıbrıs’ın tek temsilcisi gibi tanımakta beis görmediği bir Rum devleti var. Türk tarafının karşılıklı güvenin artırılması için yaptığı öneriler ve 2003’te kapıların açılması gibi attığı olumlu adımlar da karşı tarafı tatmin etmedi. Bir federasyon modeli öngören 2004 Annan Planına da Rum tarafı yüzde 75 ile hayır oyu verdi.
Adadaki durumu 28 Mayıs 2004 tarihli raporunda değerlendiren BM Genel Sekreteri Kofi Annan, federasyon konusundaki tartışmalara şu gerçekçi teşhisi koydu: “Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türklerle eşit koşullarda/statüde yetki ve refah paylaşmak istememektedir.” Federasyonun ada gerçeklerine uymadığının bundan daha açık bir anlatımı olamazdı.
Federasyon modeli Kıbrıs’ta artık, Türklerin dışlandığı ve ambargo altında yaşatıldığı statükonun bir diğer adı oldu. Türkleri masada tutarak Rumların lehine olan çarpıklığı sürdürmenin bir aracı haline geldi. Federasyon aynı zamanda, Helenizm tutkunu Rum-Yunan tarafının ve onlara “sevgiyle” bağlı devletlerin Kıbrıslı Türkleri ve Türkiye’yi sıkıştırmak, adadan Türk askerini çıkarmak, ada Türklerinin son sığınağı olan Garanti sistemini ortadan kaldırmak için kullandığı bir diplomasi oyununa dönüştü. Böylece, zaten bir çözüme ihtiyacı olmayan Rum tarafının, ileride bütün adayı eline geçirmesini sağlayacak bir “çözüm modeli” olmadan hiçbir anlaşmaya evet demeyeceği de ortaya çıkmış oldu.
KIBRISLI TÜRKLERİN BİR DEVLETİ VAR
1571’den 1878’e kadar Osmanlıların, daha sonra İngilizlerin hakim olduğu Kıbrıs’ın tarihinde Rumlar hiçbir dönemde adanın tümünü yönetmemişlerdir. 1960’ta kurulurken bağımsızlığını üç garantör devletin (İngiltere, Türkiye, Yunanistan) teminat altına aldığı sui generis Kıbrıs Cumhuriyetinde ise Türkler ve Rumlar eşit kurucu ortaklar olarak yer almışlardır. Türkler 1963 saldırılarında devletsiz bırakıldıktan sonra kendi özerk yönetimlerini oluşturmuşlar, 1983’te ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini (KKTC) ilan etmişlerdir. KKTC bir devletin sahip olması gereken tüm özelliklere sahiptir. Ayrıca, ambargo altında yaşamasına rağmen, insan haklarına ve özgürlüklere büyük değer veren, örnek bir demokrasiye sahip dünyanın belki de tek ülkesidir. Doğu Akdeniz’in ve bütün bölgenin önemli gücü Türkiye tarafından diplomatik olarak tanınmaktadır.
Rumların hesabı, Kıbrıs Türklerini “çözüm için yalvaran”, toplumlararası görüşmeler sürecine kilitlenmiş, başka bir seçeneği kalmamış taraf olmaya mahkum etmektir. Oysa durum hiç böyle değildir. Kıbrıs’ta her biri kendi bölgesinde egemenlik sahibi, iki ayrı toprak, iki ayrı devlet, iki ayrı demokrasi, iki ayrı ulus, iki ayrı kültür vardır. Kıbrıs’ın, yakın gelecekte değişmesi beklenmeyen, zamanın denemesinden geçmiş yalın gerçeği, iki ayrı devletin adada yan yana yaşıyor olduğudur. Türkiye ve Türk tarafı bu nedenle Kıbrıs’ta esasen 1974’ten beri Türk askerinin korumakta olduğu barışın, iki devletin yan yana yaşamasına bağlı olduğu, yani iki devletlilik görüşünü öne sürmüştür. Bu görüşe itiraz eden federasyon yanlıları, küçük bir adada iki devletin var olamayacağını iddia etmektedir. Oysa dünyada Timor, Hispaniola gibi bölünmüş adalar vardır. Ayrıca bölünemeyecek kadar küçük bir adada 254 kilometrekarelik İngiliz üslerinin ne işi vardır diye sormak gerekir. 1974’ten beri 48 yıldır çatışma yaşanmadan iki ayrı yönetim yan yana yaşıyorsa, bunları dışarıdan zor kullanarak birleştirmek, kötü niyetli değilse, herhalde nafile bir çabadır.
HERHANGİ İKİ DEVLET ARASI İLİŞKİ NEYSE KIBRIS’TA DA AYNISI UYGULANIR
Dünyada herhangi iki komşu ülke arasındaki ilişkiler, kuşkusuz devletler hukukuna göre belirlenir. KKTC ile Rum yönetimi de ilişkilerini, birbirinin içişlerine karışmama, karşılıklı egemenliğe ve toprak bütünlüğüne saygı esaslarına göre yönlendirebilirler. Peki yıllardır müzakere masasında uzun uzadıya görüşülen mülkiyet, toprak, serbest dolaşım, AB üyeliği gibi meseleler ne olacak? Bunlara, iki egemen devlet esasında, irade varsa çözülebilecek meseleler olarak bakmak gerekecektir. Toprak meselesi, örneğin, iki devlet anlaşırsa sınır düzeltmelerinden ibaret ikili bir dosya haline gelecektir. Anlaşamazlarsa sınır değişmeyecektir. Mülkiyet meselesi, Güney Kıbrıs’taki Türk taşınmazlarını da dikkate alarak, geçmişte örneğin Türkiye ile Suriye arasında tapulu araziler sorununu çözmek için kurulan “Karma Emlak Komisyonu” benzeri bir komisyon tarafından ele alınabilir. Serbest dolaşım, devletin yabancılara uyguladığı vize rejimine bağlı bir konudur. KKTC’nin Avrupa Birliğine üye olması için en gerçekçi çözüm ise, ancak Türkiye’yle birlikte tam üye olmasıdır. Bunun aksi Kıbrıslı Türklerin AB içinde erimesi ve Türkiye’nin Kıbrıs’ı kaybetmesi demektir. Rahmetli Denktaş’ın, “Türkiye’siz cennete dahi gitmem” sözünü unutmamakta fayda vardır. Türk askerinin varlığı da Türkiye ile yapılacak savunma işbirliği anlaşmasıyla düzenlenebilir.
İNGİLİZLER YENİ BİR PLAN PEŞİNDE
Türk tarafının iki devletli çözüm modelini önermesinin ardından, Kıbrıs konusunda Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin gözetiminde önümüzdeki Mart ayında Greentree’de (New York) garantör devletlerle birlikte, gayrıresmi bir toplantı yapılması fikri ortaya atıldı. Avrupa Birliği de hemen gözlemci olmak istedi, fakat gözlemciliğe uymayan bir tutumla, federasyondan başka bir çözüm olamayacağını ilan etti. İngilizler de vakit kaybetmeden, anlaşıldığı kadarıyla bu toplantıda ele alınmak üzere bir kağıt ürettiler.
Reddedilmiş Annan Planı ile çökmüş 1960 sisteminden alınan unsurların bir tür karması bir yaklaşımla hazırlandığı görülen sözkonusu kağıtta, Kıbrıs’ta, toplumların devletlerin yerine geçerek nasıl “egemen” olacağı açıklanmadan, “iki egemen toplum”un varlığından bahsedilmektedir İngilizler Türklerin son yıllarda “egemenlik” kavramına atfettiği önemden hareketle, Türk tarafının ağzına bir parmak bal sürmek istemiş olsa gerek ki, Annan Planındaki “iki oluşturucu devlet” yerine “iki egemen toplum” deyimini kullanmışlar.
Planda ayrıca kurulacak federal devletin dış politika, ekonomi, güvenlik, vatandaşlık gibi konularda yetkili olacağı ileri sürülmektedir. Bu durumda federe devletlere pek önemli bir konu, yani egemenlik alanı kalmamış oluyor. İngiliz kağıdında Türklerin son sığınağı garanti sisteminin de ortadan kalkması ve Türk askerinin küçük bir birlik dışında çekilmesi de öngörülmektedir. İngilizler belli ki yine mevcut Rum devletinin şekil değiştirerek federasyon biçiminde devamından yanalar. Görülen o ki, Greentree görüşmesinden de geçmiş yüzlerce görüşme gibi bir sonuç çıkmayacak.
KIBRIS’I EN İYİ TANIYAN DEVLET ADAMI ECEVİT 1997’DE BUGÜNÜ GÖRMÜŞTÜ
1974 yılında Garanti Antlaşmasına dayanarak ülkemizin Kıbrıs’a düzenlediği Barış Harekatı döneminde önemli kararları cesaretle alan ve diplomatik girişimleri maharetle yürüten rahmetli devlet adamı Bülent Ecevit, 21 Ocak 1997 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde önemli bir konuşma yapmış, Kıbrıs konusunda bugün de hala geçerliliğini koruyan yaşamsal önemde konulara değinmişti.
Ecevit bu konuşmasında, Kıbrıs Rum tarafının federasyon istemediğinin artık anlaşıldığını, Türkiye’nin, dost ülkelerden KKTC’nin devlet olarak “kabul edilmesini” istemesi gerektiğini, KKTC ile Türkiye arasında bir özerklik anlaşması yapılarak dışişleri ve savunma konularında Türkiye’nin desteğinin düzenlenebileceğini söylemiştir. Ecevit, Türkiye’nin KKTC için güvence olduğu kadar KKTC’nin varlığının da Türkiye için önemli bir güvence olduğunu, zira Mersin ve İskenderun limanlarımızın, petrol boru hatlarının, ileride Doğu Akdeniz’de yapılacak doğal gaz ve petrol boru hatlarının güvenliğinin buna bağlı olduğunu, bu nedenle Türk askerinin ebediyen Kuzey Kıbrıs’ta kalması gerektiğini belirtmiştir.
SONUÇ
Türkiye’nin ve KKTC’nin Kıbrıs’ta iki devletli çözüm modelini benimsemiş olmalarının, ülke çıkarlarının gerekli kıldığı gerçekçi ve doğru yönde atılmış önemli bir adım olduğu düşünülmektedir. Avrupa Birliği, ABD ve İngiltere’nin desteğini arkasına alan Rum tarafının girişimlerinin önlenmesinin bu kararlı tutumun sürdürülmesiyle mümkün olacağı değerlendirilmektedir.
Önümüzdeki süreçte Greentree’de yapılması tasarlanan görüşmelerde ortaya çıkması muhtemel İngiliz önerisinin, Kıbrıslı Türkleri federasyona dönüşmüş bir Rum devletinde eritilmek istenen bir azınlık yapmaya yönelik olduğu, geçmiş deneyimlerle görülmüştür. Kıbrıslı Türkler, 1963’ten itibaren yaşadıkları acıları ve vahşeti tekrar yaşamak, adada üçüncü defa göçmen durumuna düşmek istememektedir. Kanlı Noel’in ve 1974 öncesi şehit düşen yüzlerce Türk’ün suçluları henüz yargı önüne çıkarılmamıştır. Rumları adanın tek meşru temsilcisi gibi göstererek Türklere büyük haksızlık yapan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 186 sayılı Kararı henüz düzeltilmemiştir.
Kıbrıs’ta Türk devletinin yaşatılmasından başka bir seçeceğimiz bulunmamaktadır.