YENİ BİR KÜRESEL MİMARİ ŞEKİLLENİRKEN SAHNEYE ÇIKAN YENİ ORTAKLIKLAR: BRICS VE G20

PAYLAŞ

SAHNE HAZIRLANIYOR

2. Dünya Savaşı’nı takip eden dönemin ‘kurallara dayalı uluslararası düzenini’, ‘Birinci Dünya’ topluluğunun baş aktörü olan ABD, diğer Batılı müttefikleriyle birlikte belirlemişti. O dönemde ‘karşı kutupta’ yer alan İkinci Dünya’nın liderliğini de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SB) çekiyordu. Bu iki kutbun dışında kalan ve sömürgelikten çıkarak bağımsızlığa geçiş sürecinde yer alan ‘Üçüncü Dünya’ ülkeleri ise iki blok arasında sıkışmamak adına Bağlantısızlar Hareketini başlatmışlardı. Bu Hareketin işaret fişeği Nisan 1955’te Bandung/Endonezya’da düzenlenen Konferansla atılmıştır.

Savaş ertesinde kurulan BM’nin yapısına bakıldığında, küresel mimarî üç sacayağına (Batı-Doğu-Bağlantısızlar) dayalı olarak gelişeceği izlenimini verdiyse de 1950’li yılların başından itibaren derinleşen Soğuk Savaş, iki kutuplu bloklaşmadan oluşan bir düzeni doğurmuştur. Bu dönemde Bağlantısızlar Hareketi her ne kadar varlığını sürdürmüş olsa da iki ana kutup arasındaki jeopolitik/stratejik rekabetten doğrudan etkilenmiştir. Kore Savaşı, Süveyş Krizi dahil Ortadoğu’daki çalkantılar, Vietnam Savaşı gibi bunalımlar Doğu-Batı bloklarını sahada karşı karşıya getirirken Bağlantısızlar da kendilerini bu çekişmelerin göbeğinde bulmuşlardır.

KÜRESELLEŞMEYE DOĞRU  

Soğuk Savaşın son bulması ve iki kutupluluğun tarihe karışmasıyla birlikte ideolojik sınırlar yerini küreselleşme dalgasına bıraktı. İki kutup arasındaki ilişkilere yön veren kavram rekabet yerine iş birliği oldu. GünümüzdeKüresel Güney’ olarak adlandırılan kuşakta yer alan gelişmekte olan/gelişmemiş ülkeler de bu dalganın etkisi altına girdiler. Soğuk Savaş’ın galibi Batılı aktörler, başta ABD olmak üzere, dönemin kendine özgü koşulları ışığında dünya ölçeğinde liberal politikaların yayılmasını hedeflediler. Küreselleşme sürecinde, dünya ekonomi ve siyasetine yön vermek amacıyla İkinci Dünya Savaşı ertesinde tesis olunan Batılı uluslararası/bölgesel kurum ve kuruluşlar kendilerini yeni döneme uyarladılar. Bunun tek istisnasını BMGK’nin beş daimî üyesinin (ABD, Rusya, Çin, Fransa ve Birleşik Krallık) başat ve belirleyici güç olduğu yapının korunması oluşturmaktadır.

Serbest ticaret ve açık pazarlar/toplumlar düzeninin tesis edilmesine dayalı küreselleşme süreci Irak, Balkanlar ve Afrika gibi yerlerde çatışmaların ortaya çıkmasını engellememiştir. Öte yandan bu süreç, eski hasım güçler arasındaki iş birliği ağlarının kurulması ve genişlemesine sahne olmuştur. Eski Doğu Blokunun lideri SB’nin mirasçısı Rusya dahi NATO ve AB dahil Batılı kurumlarla olabildiğince yakınlaşmaya, hatta bunlara entegre olmaya yönelmiştir. Örneğin, Rusya 1997’de hem NATO ile ilişkilerinin esaslarına dair bir Kurucu Senet imzalamış, hem aynı yıl G8’in üyesi olmuştur. Uzakdoğu’da Çin de kendisini liberal dünya düzenine eklemlenmek üzere bölgesinden başlayarak küresel ölçekteki ekonomi-ticaret ilişkilerini genişletmeye başlamıştır.

ÇOK KUTUPLULUĞA DOĞRU MU?

2000’li yıllara gelindiğinde küresel ekonominin itici gücü konumundaki ABD’nin izlediği ekonomik ve siyasi politikalarla tek kutupluluğa dayalı bir uluslararası düzeni zorladığı görülmeye başlandı. Aralarında Rusya’nın da bulunduğu G8’in, küresel tepkileri gidermek hedefiyle Eylül 1999’da G20 Grubu’nu hayata geçirmesi var olan düzene yönelik tepkileri azaltma ve karar mekanizmasındaki paydaşların sayısını artırma girişimi olarak görülebilir. Nitekim G8 Grubu’nun girişimleriyle başlatılan G20 süreci, izleyen yıllarda çok taraflılığın önemli aktörlerinden biri olmaya doğru evrilecektir. 1997’de davet üzerine G7’ye daimî üye olarak katılan Rusya’nın, Kırım’ın işgali nedeniyle 2014’te G8’den çıkarıldığının, dolayısıyla G7’nin orijinal haline döndüğünün not edilmesi gerekir.

G20’nin kuruluşundan on yıl sonra, Haziran 2009’da başlangıçta dört ülkenin yer aldığı yeni bir küresel girişim olarak ortaya çıkan BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin), 2010’da Güney Afrika Cumhuriyeti’nin katılımıyla beş ülkeli bir yapılanma olan BRICS’e dönüştü. BRICS’in kurulduğu yıl Rusya’nın, Avrupa güvenlik-ekonomik mimarîsinin içinde önemli bir aktör olarak yerini koruduğu dikkate alındığında, bu ülkenin BRICS yapılanmasında Avrupa’yı temsil eden yegâne güç olduğu söylenebilir. 2014 yılı sonrası dönemde ise, Batı-Rusya ilişkilerinde yaşanan kopuş sonucunda BRICS’te Avrupalı addedilebilecek bir ülke kalmamıştır. Diğer yandan, BRICS’in küresel düzenin dönüşümünde rol oynayan önemli çok uluslu aktörler arasında yer aldığı kuşkusuzdur.

G20, küreselleşme bağlamında, G8’in bir alt kümesi olarak liberal dünyanın değerlerinin ve kurallarının kök salmasında rol oynayan aktörlerin başında gelmektedir. Ayrıca, ‘Güney’in uluslararası arenada sesini duyurmada ağırlıklı konumdaki bir araç oluşturduğunu söylemek de mümkündür. G8 üyeleri, bu kaldıraç yapılanma vasıtasıyla ‘kurallara dayalı düzeni’ daha geniş coğrafyalara yaymayı ve çatışmadan uzak bir ortamda ‘barış içinde birlikte yaşama ve kalkınmayı’ tasarlamışlardır. G20 üyeleri ve bunların bağlantıları sayesinde tanımlanan genel kurallara ve işleyişe meydan okumaya eğilim gösterebilecek ‘Küresel Güney’deki ülkelerin davranışlarının/tepkilerinin değiştirilmesi ve biçimlendirilmesi amaçlanmaktaydı. Üç büyük gücün (ABD, Rusya ve Çin)  son on yılda açıkladıkları stratejilere bakıldığında, bunlar arasında yaşanan stratejik rekabetin,Küresel Güney kuşağını da kapsayan güç ve nüfuz mücadelesini içerdiği görülmektedir. Örneğin, iç bünyesindeki krizlerini aşan ve ekonomisini sağlamlaştıran Rusya, geçmişten devraldığı mirası da gözeterek Afrika kıtasında nüfuz kazanmaya yönelmiştir. Çin ise, Afrika’yla olan ekonomik bağlarını askeri alanda pekiştirmek üzere Cibuti’de askeri üs kurmuş ve pandemi sırasında Afrika ülkelerine ciddi miktarda Covid-19 aşı bağışı yaparak kıta çapında sempati atağında bulunmuştur.

G20 bünyesinde, G7’nin temsil ettiği Batı Bloku ile Rusya-Çin ikilisi arasındaki şimdilik ‘sınırsız ortaklığın’ şekillendirdiği Doğu (Avrasya) Bloku arasında yaşanan rekabetin G20’nin diğer üyeleri için dış politikalarında kullanmaya müsait esnek bir alan oluşturduğu görülüyor. Bu bağlamda, diğer onbir üyenin, çoklu çerçevede örneğin BRICS içinde yer almaya, ikili çerçevede ise, Çin’le olan ekonomik-ticari, hatta askerî bağlarını geliştirmeye yöneldiği gözleniyor.      

BRICS, G20’yle kıyaslandığında, farklı bir jeopolitik/stratejik ortamın ürünüdür. Rusya, 2008’deki Rusya-Gürcistan Savaşı ertesinde, 2009’da ilan edilen ulusal güvenlik stratejisinde kendisi için “çok kutuplu bir dünyada stratejik istikrar ve karşılıklı yarar temelinde ortaklık ilişkilerini desteklemek yönündeki faaliyetlere dayalı olarak bir dünya gücüne dönüşmek” hedefini ortaya koymuştur. Diğer bir anlatımla, Rusya’nın çok kutuplu bir dünya ülküsünde kendine biçtiği rol bir ‘güç merkezi’ olmaktır. Rusya’nın küresel sistemin dayandığı ‘kurallara dayalı düzene’ karşı meydan okuma eğiliminin arttığı 2010’lu yılların eşiğinde Çin’in de görünür bir yükselme dönemine, daha da hızlı bir tempoyla yöneldiği görülmektedir. Çin’in yükselişi, 2012’de Xi Jinping’in iktidara gelmesiyle daha da ivme ve içerik kazanmıştır. Bu bağlamda, Rusya ve Çin BRICS’in sürükleyici aktörleri olmaya soyunmuşlardır.

G20 ve BRICS dışında küresel siyaseti şekillendirmeyi hedefleyen kuruluşlar arasında, 2013’te tesis olunan MİKTA (Avustralya, Endonezya, Güney Kore, Meksika ve Türkiye) ile 2022’de kurulan I2U2nun (ABD, İsrail, Hindistan ve BAE) da anımsanması gereklidir. Bu çerçevede, son G20 Zirvesi’nin ilk gününde  MİKTA Liderler Toplantısı düzenlenmiş olması dikkati çekmiştir.   

Mevcut tabloya baktığımızda, evrilmekte olan güçler dengesini ve küresel düzenin gelişimini anlamada çok uluslu aktörler olarak G20 ve BRICS bünyesinde yaşanan değişim ve atılımları izlemek yol gösterici olacaktır. Bu çerçevede, 22-24 Ağustos 2023’te Güney Afrika Cumhuriyeti’nin ev sahipliğinde Johannesburg’ta düzenlenen BRICS Zirvesi ile 9-10 Eylül 2024’te Dönem Başkanı Hindistan’ın başkenti Yeni Delhi’de yapılan G20 Zirvesinde yaşananları ve ulaşılan sonuçlarını irdelemek önemlidir.

Belirtilmesi gereken ilk nokta BRICS’in kurucu üyelerinin tümünün aynı zamanda G20 üyesi olduğudur. Johannesburg Zirvesi’nde BRICS üyeliğine davet edilen altı ülkeden (Arjantin, Mısır, BAE, İran, Suudi Arabistan ve Etiyopya) ikisi (Arjantin ve Suudi Arabistan) aynı zamanda G20 üyesidir. G7, G20, BRICS, MİKTA ve I2U2 üyeliklerine bakıldığında bunlar arasında büyük oranda geçişkenlik olduğunu görmek mümkündür. Dolayısıyla, bu yapılanmalar bünyesindeki paydaşların, bir taraftan çıkar ve güç çekişmesi içindeyken, diğer taraftan simbiyotik ilişkiler ağını en azından yayımladıkları bildiriler düzeyinde korumaya çalışmaları ortaya ilgi çeken bir tablo çıkarmaktadır. Bu bağlamda, karşımıza çok aktör ve çok değişken içeren geometrik bir yapılanma çıkmaktadır. Bu değişken geometrinin, mevcut akışkan ortamda, çok kutuplu bir dünya düzeninin oluşumunda oynayabileceği rolün derecesini şimdiden kestirmek güçlük arz etmektedir.

Tek Yeryüzü, Tek Aile, Tek Gelecek teması altında gerçekleştirilen G20 Zirvesi’nde, kalkınma, sürdürülebilir gelişme, iklim krizine karşı ortak mücadele ve bu bağlamda ‘yeşil ekonomik ekosistemin’ inşası, kurum ve toplulukların dayanıklılığı, sağlık, küresel finansta yeniden yapılanma, dijital dönüşümün sınamaları, en az gelişmiş ülkelerin kalkınmalarına destek, cinsiyet eşitliğinin sağlanması gibi  oniki ana alanda üstlenilen yükümlülükler, aslında ne BM’nin geleceğe dönük hedef ve taahhütleriyle, ne de genel olarak Batı dünyasının söz konusu alanları ilgilendiren küresel bakış açılarıyla çelişmektedir.

“BRICS ve Afrika: Karşılıklı Hızlandırılmış Kalkınma, Sürdürülebilir Gelişme ve Kapsayıcı Çok Taraflılık İçin Ortaklık” başlığı altında Johannesburg Zirvesi sonunda yayımlanan BRICS Bildirisi incelendiğinde de, Bildiri’nin G20 Zirve Bildirisinin örüntüsünü büyük ölçüde yansıttığı görülmektedir. Hatta, küresel meselelere yönelik bakış açısının farklı bir dil ve tondan Yeni Delhi’de açıklanan bildirideki havayla örtüştüğü dahi ileri sürülebilir.

Bu noktada, her iki bildirinin temel felsefesi ve ruhunun Çin’in son üç yıldır küresel mimariyi ele alan Küresel Gelişme, Küresel Güvenlik veKüresel Uygarlık girişimleriyle uyumlu olduğu da görülmektedir.

ÇOK ULUSLU YAPILANMALARDA STRATEJİK REKABET

Dünya siyasetine yön veren aktörlerin G7, G20 ve BRICS gibi oluşumlar bünyesinde BM’de üstlendikleri taahhütleri perçinlemeye dönük uzlaşı arayışları elbette memnuniyetle karşılanmalıdır. Diğer yandan, düzenledikleri zirveler vesilesiyle açıklanan bildirilerde ortaya konan hedefleri karşılamaya yönelik bir ortak iradenin bulunup bulunmadığı ise sorgulanmaya açıktır. Nihayetinde, Ukrayna savaşı nedeniyle Batı-Rusya ilişkileri kopuşa sürüklenmiş; ABD-Çin arasındaki rekabet ise hemen her alanı kapsayacak yönde ilerlemiştir. Söz konusu çok uluslu oluşumların sürükleyici aktörleri arasındaki küresel güç mücadelesine dayalı had safhadaki güven bunalımı, söylemsel hedeflerin eylemsellikte, kısacası pratikte, ortak iradeye tahvil olunmasının önündeki en büyük engeldir.

Bu bağlamda, ismi geçen örgütlenmeler dışında, ABD, Rusya ve Çin başta olmak üzere gelişmiş birçok ülkenin son on yılda ilan ettikleri güvenlik-dış politika-savunma stratejileri incelendiğinde karşımıza farklı bir tablo çıkmaktadır. Bu tabloyu belirleyen ana eksen Realpolitik, diğer bir anlatımla, güçler dengesi ve tehdit algıları üzerine inşa edilen bloklaşmaya dayalı bir yaklaşımdır. Mevcut statükoyu (kurallara dayalı düzen) korumak isteyen güçler ile bu statükoya meydan okuyan aktörler (yeni kurallara dayalı dönüştürülmüş bir mimari) arasındaki amansız çekişme hem sahadaki tezahürleriyle hem kuramsal/kavramsal düzlemde sürmektedir. Bu rekabetin derin izlerini, örneğin ABD, Rusya, Çin ve AB stratejilerinde görmek mümkündür.

Genel gelişmelere bakıldığında günümüz dünyasında, çıkarlar-fırsatlar-değerler manzumesinde küresel ölçekteki rekabete bağlı olarak korumacılığın ve merkantilizmin ağır bastığı bir uluslararası ortamın kök salmakta olduğu iddia edilebilir. Örneğin yakın geçmişe bakıldığında karşımıza, “Önce Amerika” diyen Trump ile Çin’le rekabeti hızlandıran Biden yönetiminin yürürlüğe koyduğu Enflasyonu Düşürme Yasası  ile Mikroçip ve Bilim Yasası gibi korumacılığı önceleyen, dolayısıyla serbest ticaret ilkesinden uzaklaşan bir tutum çıkmaktadır. Ülkelerin birbirlerine çeşitli alanlarda uyguladıkları yaptırımların da sıradanlaştığı bir dönemden geçilmektedir. Kimi ekonomistler, korumacı/merkantilist önlemleri, geniş çaplı küreselleşme nedeniyle yapısı bozulmaya uğramış açık ve serbest ticaretin, diğer bir anlatımla, piyasa ekonomisinin önündeki temel engel olarak görmemekte, asıl bozucu etkinin ABD ve Çin arasındaki jeostratejik rekabetin iyi yönetilememesi olduğunu savunmaktadırlar. Bu bağlamda, serbest ticarete asıl ihanetin stratejik rekabetten kaynaklandığını ileri sürmektedirler.

Putin ve Xi’nin katılmadığı G20 Zirvesi sonuçlarına dönecek olursak, ev sahibi Hindistan’ın Ukrayna’da sürdürdüğü savaş dolayısıyla Rusya’yı Zirve Bildirisi’nde tam anlamıyla ‘çarmıha germeyen’ bir lisan kullanılmasını sağlamak suretiyle başarılı bir diplomasi yürüttüğü iddia edilebilir. Diğer yandan, Bildiri’nin çeşitli bölümlerinde, Rusya’ya uluslararası yükümlülüklerini kuvvetle hatırlatan, “Günümüz çağı savaş olmamalı”, “Tüm devletlere barış ve istikrarı sağlamak üzere toprak bütünlüğü, egemenlik, uluslararası insanî hukuk ve çok taraflı sistem dahil uluslararası hukuk ilkelerini koruma çağrısında bulunuyoruz” gibi vurgulara yer verilmesi, ayrıca Karadeniz Tahıl Koridoru’nun ivedilikle ve engel olmaksızın uygulanmasında Rusya’yı odağa koyan bir  atıf yapılması da dikkat çekmektedir.

Diğer bir öneli gelişme Afrika Birliği’nin G20’nin daimî üyesi yapılması kararıdır. Bu karar G20 bünyesinde, tanım ve kapsamı üzerinde hala bir mutabakat olmasa da Küresel Güneyin ağırlığının artması ve Hindistan’ın bu geniş kuşağın sesi olacağı düşüncesini gündeme getirmektedir. Aynı düşünce kalıbını, BRICS’in Johannesburg Zirvesi’nde altı yeni üyeyi bünyesine katmaya dair aldığı kararın sonuçları için de dikkate alabiliriz. Bu değerlendirmelerin eksik yönü halen tam kurumsallaşmaya ulaşamamış her iki çok uluslu oluşumu (G20 ve BRICS+), üyeleri arasındaki çıkar ve hedef farklılıklarını göz ardı ederek, küresel sistemin neredeyse baş aktörleri ilan eden bir eğilim içine girilmesi ihtimalidir. Güçlü bir dayanışma sergilemelerinin önünde an itibarıyla zorlu sınamalar bulunan bu gevşek yapılanmaların, gelecekte evrilecekleri aşamaya bağlı olarak, küresel mimarinin önemli paydaşları olmaya aday bulundukları öngörülebilir. Bu yöndeki bir rolün sınırlarını ve fırsatlarını ise mevcut jeopolitik/stratejik rekabetin seyrinin şekillendireceğini öne sürmek daha gerçekçi bir bakış açısı oluşturacaktır. Bu seyirde “Küresel Güney” oyuncularının öncelik, beklenti ve çıkarlarının gözetileceği bir ortamın doğması beklenmelidir.

KÜRESEL REKABETTE TÜRKİYE

Jeopolitik/stratejik rekabetin yön vermekte olduğu bu denli akışkan ve karmaşık bir dönemde geçmişte kurulan ve gelecekte şekillenecek ittifakların veya gruplaşmaların önemi daha da artmıştır. Bu durum, çok hassas bir coğrafyada bulunan Türkiye için daha da yaşamsal önemdedir. Mevcut ve gelecek küresel çerçevenin sağlıklı bir zeminde okunmasını zorunlu kılmaktadır. Türkiye, Batı dünyası içindeki konum ve yönününü bulanıklaştırmaya dönük veya bu yönde algılanmaya müsait gelişmelerle karşı karşıya kalabilir.  Ankara’nın önüne ekonomi-ticaret-teknoloji-savunma-güvenlik gibi alanlarda ciddi sınamaların çıkması kuvvetle muhtemeldir. Örneğin, G20 Zirvesi marjında gündeme gelen, Türkiye’nin gelecek çıkarlarını yakından ilgilendiren Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomi Koridoru (HOAEK-IMEC) projesinin hem dünyada hem bölgemizde yol açtığı yankının kısaca irdelenmesi gerekir. Bünyesinde ABD ve AB ile birlikte G7-G20-BRICS-I2U2 karmasını (ABD, AB, Hindistan, Suudi Arabistan, BAE, Fransa, Almanya ve İtalya) barındıran bu projenin, Çin’in Kuşak-Yol projesinin güneyden dengelenmesi, dolayısıyla Çin-Batı ticaretinin Çin’in kontrolündeki bir hat yerine, Hindistan-Avrupa bağlantılılığını sağlayacak bir ana eksenin HOAEK paydaşlarınca hayata geçirilme hedefine dayandığı görülmektedir.

ABD-Çin rekabetinin ağır bastığı bir ortamda, ABD ve AB’nin Asya-Pasifik’te Çin’e karşı Hindistan’ı öne çıkarmaya yöneldikleri gözlenmektedir. Nüfusu ve ekonomik-ticari kapasitesi hızla büyüyen Hindistan’ın gelecekte sadece kendi bölgesinde değil, küresel çapta önemli bir güç merkezi olması beklenmelidir. Bu bağlamda, Hindistan üzerine kurulu tercih, bunu şekillendirenler açısından doğal görülebilir. Buna karşılık Hindistan’ın, Çin’le olan sınır anlaşmazlığının yol açtığı gerilim saklı kalmak kaydıyla, diğer pek çok bölge ülkesi gibi, bu büyük komşusuyla karşılıklı yatırımları ve kapsamlı ekonomik-ticari ilişkileri bulunduğu da somut bir veridir. Bunun yanında Hindistan’ın, savunma sanayi dahil, Rusya’yla olan geleneksel ilişkilerini de bir çırpıda geri plana itmesi mümkün değildir. Bu durumda, yüksek gelişme potansiyeli taşıyan Hindistan’ın mevcut stratejik ortamdan kendi çıkarlarını azamî kılacak yollardan maharetle yararlandığı ve IMEC aracılığıyla hareket alanını genişlettiği görülmektedir.

ABD ve AB’nin, söz konusu mega projeyi çok geç bir aşamada gündeme getirdikleri gözlenmektedir. Bu proje, inişli-çıkışlı da olsa, Kuşak-Yol projesinin bir hayli mesafe kat ettiği bir dönemde gündeme gelmiş bir girişim olarak görülmelidir. Bu durumda, IMEC’in uygulanması sürecinde, halen karşılaşmakta olduğu birtakım ekonomik darboğazlara rağmen, Çin’in Kuşak-Yol projesine daha çok ivme kazandırması beklenmelidir. Konuya bu açıdan bakıldığında, Kuşak-Yol projesinin paydaşlarını şimdilik ‘paniğe’ sürükleyecek bir tablonun olmadığı öngörülebilir.

IMEC, Türkiye’nin Kafkasya-Orta Asya hattında doğal olarak öncelik verdiği Orta Koridor’a yansımaları bakımından da irdelenmelidir. Kimi gözlemcilerin, IMEC’in daha hayata geçirilmediği bir aşamada, kısa-orta vadeye yönelik sonuçlara şimdiden vardıkları gözlenmektedir. IMEC’in, uzun vadede, güneyde Orta Koridor’a bir alternatif aday olması mümkündür. Türkiye’nin, henüz işlerlik kazanmamış Irak’tan Körfez’e uzanacak bir hat vasıtasıyla IMEC’i ‘dengelemek’ üzere Orta Koridor’u öncelikli kılmasına dayalı yaklaşım da yetersizdir. Türkiye’nin yapması gereken atılım, vakit geçirmeksizin, Orta Koridor’u daha da görünür ve tercih edilen bir yol haline biran evvel dönüştürmek hedefiyle Türk Devletleri Teşkilatı’nı ivedilikle hareketlendirmek ve çok geç kalınmış olsa da, Batılı paydaşlarla temas kurarak Orta Koridor için maddi kaynak arayışını sürdürmektir. Bu atılımlar aracılığıyla, Orta Koridor’un IMEC’le çok modlu bir temelde (kara, hava, deniz, enerji, dijital) bağlarını kuracak, dolayısıyla Orta Koridor’u güneydeki arterlerle de besleyecek projeler vakit geçirmeksizin gündeme getirilebilir.

Çok kutuplu bir düzen arayışının, büyük güçler arasındaki stratejik rekabetin ivme kazanmasına paralel olarak, küresel gündemde ön plana geçmekte olduğu artık yaygın bir anlayıştır. Bu sürecin sonunda dünya düzeninin çok kutupluluğa mı, yoksa bugünden öngörülmesi güç olan farklı bir küresel yönetişim şekline mi evrileceği sürekli mercek altında tutulması gereken önemli bir sorunsaldır. An itibarıyla dünyadan birkaç fotoğraf karesine bakıp, geleceğin küresel mimarisine dair kavramsal bir çerçeve çizmekte acele etmenin akademi ve siyasa dünyasını hatalı bir kulvara sürüklemesi riski hatırda tutulmalıdır.

İlgili Yazılar
Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir