Gezginlerin tuttuğu notların diplomaside ve tarih araştırmalarında önemli bir kaynak oluşturduğu biliniyor. Ünlü gezginimiz Evliya Çelebi’nin, yabancı uzmanların da yararlandığı, günümüze kadar ulaşan zengin gezi izlenimleri de öyle.
Evliya Çelebi’nin elli yıl boyunca gezip dolaştığı yerleri anlattığı, dünyanın saygın seyahat yapıtları arasında yerini alan ünlü Seyahatnâme’sinin Balkan ve Macaristan bölümleri 2010 yılında iki cilt olarak çıkmış. Bu değerli eseri Yapı Kredi Yayınları arasında, bizlere günümüz Türkçesiyle Seyit Ali Kahraman kazandırmış.
Evliya Çelebi 1660 yılında ya da ona çok yakın bir dönemde Budapeşte’yi, o zamanki adıyla “Nazlı Budin”i de gezmiş, şehirde hayli araştırma yapmış. Sonra izlenimlerini o bilinen sevimli üslubuyla yazıya dökmüş. Çelebi’den 350 yıl sonra Budapeşte’de geçirdiğim dört yıl içinde onun yazdıklarını ilgiyle, keyifle okudum. Tuna kıyılarında, Kale’de, tarihi özelliğini korumasına yöneticilerin özen gösterdiği sokaklarda yürüyüşler yaparken, sayıca pek fazla olmasa da, Osmanlı döneminden geriye kalan burçları, hamamları, çeşmeleri gördükçe, ister istemez onun yazdıkları canlanıyordu.
“Nazlı Budin” adının nereden geldiğini Evliya Çelebi eserinde şöyle anlatmış: “Budin, Macar’ı az bir Türk şehri idi. Osmanlı mülkünde İstanbul, Bursa ve Edirne’den sonra en sevilen şehir burasıydı. Çok sevildiği için ona ‘Nazlı Budin’ denirdi.”
“Kızılelma”
1611 ve 1682 yıllara arasında ömür süren Evliya Çelebi, Budin Kalesinin 1686’da düştüğüne tanık olmamış. Onun zamanında, Kale içindeki görkemli Sarayın kulelerindeki altın varaklı kubbelerden dolayı Budin’e “Kızılelma” da derlermiş. Tarihçiler Türklerin ulaşmak istediği şehirlere verdiği kızılelma isminin ilk defa Roma için kullanıldığını yazıyor. Gezginimiz, günümüze ulaşamayan Budin Sarayını da anlatmakla bitiremiyor: Budin’i 1526’da alan Kanuni Sultan Süleyman, kızılelma kalesine girerek bu sarayı gördüğünde, “Ah ne olaydı bu saray bizim İstanbul’umuzda Sarayburnu’muzda olaydı” demiş. Kızılelma Sarayının mermer ustalıklarına da Çelebi hayran kalmış: “Saray Divanhanesinin zemini öyle ibret verici mermerlerle döşenmiş ki, hâlâ Arap ve Acem diyarında böyle mermer döşeli bir eyvan yoktur. Yeryüzünde buna denk şahane saray yoktur. Bunları bir bir anlatsak diğer yazacağımız şeylerden kalırız” demeyi de ihmal etmemiş. Bu güzelim sarayda ise sırf Dizdar, yani Kale Komutanı yaşarmış; sarayın mahzenleri ve odaları, her türlü savaş malzemesinin, bolca barut, mızrak, kılıcın saklandığı bir cephanelik olarak kullanılırmış. Anahtarlar da Dizdarda bulunurmuş.
Budapeşte’de Büyükelçilik konutunun da bulunduğu Kale bölgesinden sorumlu Birinci Bölge Belediye Başkanına tanışma ziyaretine gittiğimde, makam odasının bir duvarını boydan boya kaplayan, güzel mi güzel kocaman yağlıboya bir tabloyla karşılaşmıştım. Tabloda, rengârenk halılarla kaplı tahtında göz alıcı giysileriyle oturan bir Sultan, karşısında ayakta duran soylu bir kadın ve ortada yüksekçe bir sehpanın üzerine beleğiyle yatırılmış bir bebek vardı.
Evliya Çelebi Seyahatnâme’de bu bebeğin hikâyesini de anlatıyor: Kanuni, 1526’da, tarihin en kısa süren (iki saat) meydan savaşı olarak bilinen Mohaç’ı kazanarak zaptettiği Budin’de, önce himaye yoluyla krallığın devamına müsaade etmiş; böylece Mohaç’ta hayatını kaybeden II. Layoş’un henüz küçük bir bebek olan oğlu Yanoş’u krallığa getirmiş. Evliya Çelebi bu olayı şöyle anlatmış: “Kralın eşi Mayfirav oğlunu kucağında getirip Süleyman’ın önüne bırakır ve ‘Oğlum Yanoş’u Kral edesin, ocağımı söndürme’ der. Bunun üzerine Süleyman krallığı Yanoş oğlana verir.” Ancak Kanuni, sonraki yıllarda Kale’nin sık sık kuşatılarak tehdit edilmesi karşısında, Budin’i 1541’den sonra eyalet statüsüne yükseltmiş, buraya bir Beylerbeyi tayin etmiş.
Çelebi çıkıp bugüne gelir mi?
Bu eseri okurken, ünlü gezginimiz tarihin içinden çıkıp gelse, Nazlı Budin’i bugünkü haliyle bir görse kim bilir nasıl şaşırıp kalırdı diye insan düşünmeden edemiyor. Çelebi’yi Budin’e geri getirdik de onunla yolda karşılaşmak olmaz mı demeyin. Haydi madem öyle, onunla söyleşe söyleşe şehri dolaşalım.
Eh, onun zamanında bir Beylerbeyi’nin yönettiği küçük bir kentin sonradan uğradığı büyük değişiklikler Çelebi’yi mutlaka hayretler içinde bırakırdı. Şöyle der miydi: “Ah Nazlı Budin’im güzel bir frenk diyarı olmuş. Ağırca akan Tuna üzerine inci gerdanlık misali köprüler örülmüş!” der miydi?
Yürürken dilim döndüğünce ona Budin’in 1686’da Habsburg hanedanının eline geçişini, Macarların 1848’deki bağımsızlık mücadelesini, Habsburg Viyanası ile kurdukları “İkili Monarşi”yi, üst üste iki dünya savaşında ülkenin uğradığı tahribatı, yitirdikleri toprakları, dost ve akraba bir ulusun yaşadığı günümüz Macaristanını anlatmak isterdim.
Tabii ünlü gezginimizle Budin Kalesini gezmeden edemezdik. Çelebi, Budin Kalesinin “Gül Baba Türbesinden bakınca bademe, Gerz İlyas (şimdiki adıyla Gellert) Tepesinden bakınca kadırgaya” benzediğini yazmıştı. Badem ile büyük olasılıkla bir güzelin gözünü kastetmiş olsa gerekir. Kale’nin güzelliğini yoksa kızılelmaya neden benzetsin? Şehir haritasına bakınca Kale bölgesini doğrusu şimdi de bir badem tanesine benzetmek mümkündü. Çelebi Kale’de savunma amaçlı, her biri paşaların ismiyle anılan 17 burç bulunduğunu da kaydetmiş. Günümüze bunlardan, Kale’nin şemasında Türkçe ismiyle anılan yer olarak sadece “Karakaş Burcu”nun kaldığı dikkatimi çekmişti. Bu burç restorasyondan geçmiş, biraz eski görkemine kavuşmuştu. Çelebi bu halini görünce dayanamayıp herhalde “Ah bu Macarlar ne iyi etmişler, Karakaş Paşanın burcuna iyi bakmışlar, başka illerdeki gibi Türk eseridir deyü yakıp yıkmamışlar” derdi.
Macarlar Budin Kalesinin savunmasında önemli bir yeri olan Beç kapısını da hâlâ Osmanlı’nın Viyana için kullandığı isimle anıyordu. Beç kapısının muhkem yapısını Çelebi şöyle anlatmış: “Kapının araları 50 germe levent adımıdır. Tiryaki adımı değildir. Adam adımıdır. Beç kapısında bir yahudi karısının attığı top sadmesinden 15.000 seçkin hıristiyan İsa’ya can verdi. Budin yahudileri tüm örfi vergilerden muaftır. Nemçe (Avusturya) kâfirinin eline bir Budin yahudisi geçse cızbız kebabı ederler.”
Kaleye yürüyerek batı tarafından tırmanırken Evliya Çelebi’nin dikkatini “Kemal Atatürk Gezi Yolu” levhası mutlaka çekerdi. Çelebi’ye, Trianon Antlaşmasıyla yitirdikleri geniş toprakların acısıyla kavrulan Macarların, Sevr Antlaşmasını çöp sepetine atarak bizlere kutsal vatan toprağı kazandıran Atatürk’e duydukları büyük sevgiden dolayı yola bu ismi verdiğini, ayrıca şehirde iki farklı yerde Atatürk büstü bulunduğunu anlatmak isterdim. Evliya Çelebi bu sevgi karşısında, kendine özgü üslubuyla, “Avrupa mülkünde Kemal Paşa’ya gösterilen bu muhabbet ah ne olaydı Paşamızın kendi yurdunda onun kadrini kıymetini bilmeyenlerin gönlünde de olaydı” derdi herhalde. Eh, bu sözleri yalan da değildi; büyük Atatürk’ün ölüm yıldönümünü anmak için düzenlediğim bir 10 Kasım töreninde, Türkiye’den gelen bir milletvekili heyetinin içinden “gönlü farklı” birinin, büstü görünce “Buraya bunu dikmek nereden icap etmiş” diye bir lakırdı ettiğini ona söylemeden edemezdim.
Kaleye çıktığımızda ilk önce, kestane ağaçlarının altındaki manzaralı yoldan yürüyerek, son Budin Valimiz Arnavut Abdi Abdurrahman Paşa’nın mezarını ziyaret ederdik. Mezar, Beç Kapısının yanında ıhlamur ağacının altında kuytu bir köşedeydi. Kalede tarihi yerleri gösteren birçok levha olmasına rağmen mezarın bulunduğu yeri gösteren bir levha yoktu. Türkiye’den gelen ziyaretçilere yardımcı olacak bir yön levhasının konulmasını Birinci Bölge Belediye Başkanından rica etmiş, bir de mektup yazmıştım. İnşallah bu levha ben ayrıldıktan sonra konulmuştur. Çelebi bunu öğrense herhalde “Tez bu şehreminine selamlarımı söyleyin, gezginlere kolaylık insanlık ödevidir” derdi.
Evet, Evliya Çelebi tarihin içinden çıkıp gelseydi, Abdi Paşa’nın şehadetinden yıllar sonra yapılan, görevde olduğum dönemde etrafındaki çiçekleri iki ayda bir yenileyip bakımını yaptığımız, başucundaki taşında “Kahraman düşmandı rahat uyusun” yazılı bu mezarın başında, onun ruhuna hayır duası ettikten sonra, herhalde bu yazıyı görünce şaşırıp kalırdı. Köprülerin altından ne kadar çok su aktığını düşünüp önce dertlenir, sonra Vali’nin “Nemçe Kâfirine” gösterdiği kahramanca direnişinden dolayı gururlanır, sonra da Macarların düşmanına kahraman demesini birçok ziyaretçi gibi o da belki bir alicenaplık olarak görürdü.
Evliya Çelebi Kale’deki evleri ta o zamandan çok beğenmiş. Beğendiği yapıları “ibret verici” diye övmüş. Kale’nin orta mahallesindeki evler için “Bukalemun nakışlı, ibret verici, Freng usulü yapılı güzel evler. Yüce Allah daha fazla imar ede” demiş. Onun yazdığına göre İç Kale’deki hapishaneye “Gayya Kuyusu”denirmiş. “Cehennem Çukuru” dendiği de olurmuş. Kalede tüm sokaklar “iritaşlar ve pâk kaldırım döşeli” imiş.
Türk Hamamları, Ilıcalar
Evliya Çelebi Budapeşte’nin Türk hamamlarını da ballandıra ballandıra anlatmış. Onunla Budapeşte’de yürüyüşümüze devam etseydik, Osmanlı döneminden beri hâlâ ayakta duran, onun deyimiyle herkesin “Aşık mâşuk ve safalı dostlarıyla sarmaş dolaş olup tazelik çağlarında gülüşüp oynaşıp eğlenip safalar ettiği“ Yeşil Direkli Ilıca ile Horoz Kapısı Ilıcasının kapılarından içeriye de şöyle bir bakmadan geçmezdik. Evliya bu ılıcaları Seyahatnâme’sinde uzun uzun anlatmıştı. Gezginimiz, O zamanlar “Tabahane”, günümüzde “Taban” diye bilinen, Kale’nin hemen altındaki semtte bulunan ılıcadan da bahsetmiş. Bu ılıcanın suyunun kükürtlü olduğunu, gümüşün üzerine döküldüğünde saf altın rengi aldığını yazmış. Tabahane veya tâbhane, Osmanlı döneminde “Darüşşifa”olarak bilinen hastanelerin yanında kurulan nekahet yerlerine denirmiş. Bu Ilıcanın suyundan “Ağrılı kadınlar içerse, o an kolaylıkla doğum yapıp bir altın parçası, ciğer köşesi doğar, çok denenmiştir.” diye de yazmış gezginimiz. Ilıcaya girenleri yine de uyarmadan edememiş: “Ilıcaya girip kıpkırmızı olup dışarı çıkanlar hemen esvabın giyip kendini sıcak tuta. Yoksa 170 belâya uğrar.”
Ilıcaların bu keyifli öyküsü, Budapeşte’de Tuna nehri kıyısında bir yabancı gezginle karşılaşmamı hatırlattı. Bir hafta sonu güzel bir havada bisikletle dolaşıyordum. Bir ara kalabalıkta rahat süremeyince bisikletten inip yürümeye başladım. Bir yabancı karı-koca bana ellerindeki haritadan, bulamadıkları bir adresi, “Eski Türk hamamı Veli Bey’in” nerede olduğunu sordular. Bildiğim kadarıyla eski Veli Bey hamamı ya da ılıcası artık kapalıydı. Onlara bildiğim en yakın Ilıca olan Horoz Kapısı’nın yerini tarif ettim. Yakınlarda yine adı Macarca olan bir başka eski Türk hamamı da olduğunu ama yerini tam bilemediğimi, yine de bir Türk olarak Türk hamamının yerinin sorulmasına sevindiğimi söyledim. Avustralyalı olduklarını belirten karı-koca,Budapeşte’deki Türk hamamlarının şöhretini duyduklarını, adres sordukları kişinin Türk çıkmasına şaşırdıklarını söylediler. Sonradan akılımda geldi; Evliya Çelebi Veli Bey Ilıcasının suyunun çok sıcak olduğunu yazmıştı. Yabancı çift yoksa aşırı sıcak sevdikleri için mi Veli Bey’i istiyordu? Her neyse, Veli Bey kapanalı çok olmuştu.
Çelebi, Tuna kıyısındaki yapıları anlatırken bir de Toykun Paşa Camiinden söz etmişti. Bu Cami sonradan birçok tadilattan geçirilerek kiliseye dönüştürülmüş, ancak kemerli vitraylı bir penceresi, eski haline dokunulmadan bırakılmıştı.Önünden yürürken bu pencereye göz atmadan geçemezdim. Buraya da uğramadan etmezdik Çelebi’yle yürürken.
Evliya Çelebi’nin seyrine doyamadığı bir olay da Tuna nehrinden karşıya geçişlermiş. O vakitler şimdiki gibi zarif köprüler yokmuş. Karşıya geçişler birbirine zincirle bağlanmış teknelerin üzerinden yapılırmış. Nehirden bir gemi geçeceği zaman bu zincirler sırayla çözülerek yol verilirmiş. Çelebi gemiler geçerken zincirlerin çözülüp açılmasını izlemeye doyamazmış; yazılarında bunu “garip seyirliktir” diye anlatıyor.
“Peşte” Adı Nereden Geliyor?
Budin tamam da, peki bu Peşte ismine ne diyeceksiniz? Şehrin Peşte kısmı, yani Tuna’nın doğu yakası Budin kadar gelişmemiş o zamanlar. Karşıda bir Peşte Kalesi varmış. Evliya’nın anlatımına göre, Kanuni Sultan Süleyman Peşte Kalesi için “Budin’in Pîştesi” (önü) demiş. Farsça’da ön taraf anlamına gelen “Peşte” sözcüğünün oradan kaldığını savunuyor Çelebi. Peştemal sözcüğünün ise bununla bir bağlantısı olup olmadığını bilmiyoruz. Belki yanıtını Çelebi bilirdi.
Evliya Çelebi’ye Sürpriz!
Evliya Çelebi, Budapeşte Havaalanında yer hizmetlerinin Çelebi adında bir Türk firması tarafından üstlenildiğini öğrendiğinde hayret eder, için için de gururlanırdı herhalde. Belki de “Bizim zamanımızda İstanbul’dan Budin’e at sırtında 48 günde ulaşırdık. Şimdi gökte uçan kanatlı atlar gelmiş, kondukları yere de var olsunlar benim avareliğimi hatırlayıp adımı vermişler” der miydi?
Evliya’ya asıl büyük sürprizin bu olmadığını, Macaristan’ın Eğri (Eger) şehrinde 2015 yılında açtığımız Türk-Macar Dostluk Meydanında Hacettepe Üniversitesinde okuyan bir Macar öğrenci tarafından yapılan bir Evliya Çelebi heykeli dikildiğini söylerdim. Onun Türkiye’de bir heykeli var mıdır bilmiyorum. Ama bu beklenmedik hoş sürpriz karşısında Çelebi ne derdi acaba?
Çelebi ile uzun bir Budin yürüyüşü yaptık. O anlattı ben dinledim, ben anlattım o dinledi. Akşamın karanlığı Tuna üzerine çökünce o müsaade isteyip geldiği köşesine döndü. Belki gördüklerini kafasında toparlamak, nasıl kâğıda dökeceğini tasarlamak istiyordu.