Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Konseyi Üyesi Ve Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin Türkiye Ziyareti

PAYLAŞ

“Barış içinde bir arada yaşamanın beş ilkesi” Çin’in Türkiye politikası için bir rehber olarak değerlendirilebilir. Diğer yandan, iki ülkenin çatışan ulusal çıkarları dış politikalarında çalkantılı bir durum yaratıyor. Özellikle, Çin’in küresel dış politika konularında daha etkin rol almasıyla Çin-Türkiye ilişkilerinde geleneksel konu başlıklarının ötesine geçen bölgesel ölçekte çıkar çatışmaları meydana gelmekte.

 

Çin dünyanın ikinci büyük ekonomisi ve en büyük ihracatçısı. İki ülkenin ekonomileri arasındaki dengesizlik, ülke çıkarlarının çatışma olasılığına karşın, yaşanması olası çekişmelerin boyutlarını sınırlıyor.

 

Tek parti yönetimiyle idare edilen Çin’de, çağdaş değerlere uymayan çalışma, fikri mülkiyet hakları ve çevre gibi alanlardaki yasa ve uygulamalar Çin ekonomisi açısından kısa dönemde diğer birçok ülkeyle karşılaştırıldığında göreli bir üstünlük sağladı. Hemen bütün diğer ülkeler gibi Türkiye de bu dengesizlikten nasibini aldı. Nitekim, her iki ülke de ihracata yönelik bir model izliyor olsa da, Türk-Çin ticaret dengesi geometrik bir artışla Çin lehine gelişmekte. Öyle ki, 2019 senesinde Türkiye Çin’den 18,4 milyar dolar ithalat yaparken, yalnızca 2,9 milyar dolar ihracat yapmıştır (Ticaret Bakanlığı verileri). Çin lehine açılan ticari makas, bu ülkenin küresel ölçekte izlediği ticari yaklaşımın bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Buna karşılık, ödemeler dengesi açısından bakıldığında bu aleyhe durum Türkiye açısından önemli bir sorun oluşturmakta.

 

İkinci olarak ise, Çin’in Ortadoğu’da izlediği tutum ile Türkiye’nin çıkarları arasında çatışma görülüyor. 2012 sonrasında başta Suriye olmak üzere Çin’in Ortadoğu’da daha etkin ve görünür bir pozisyon alması, mevcut Suriye yönetimiyle siyasi ve ekonomik işbirliğine devam etmesi, Suriye’nin İdlib kentinde bulunan Türkistan İslam Partisi’ne bağlı Uygur militanlarla mücadeleyi Suriye sınırları içerisinde sonlandırmak istemesi ve Suriye ile artan ticari hacmi Türkiye’yle ilişkiler bakımından çatışma noktaları olarak görülebilir.

 

Hem ekonomik hem siyasi alanda ortaya çıkan çıkar çatışmaları, Suriye’de iç savaşın nasıl sonlanacağı, savaş sonrasında nasıl bir siyasi yapı kurulacağı ve bölgedeki rejim karşıtı grupların nasıl ele alınacağı meseleleri etrafında şekilleniyor.

 

ORTADOĞU’DA TÜRKİYE VE ÇİN

 

2012 senesinde Çin’in BM’nin Suriye kararını veto etmesi sonrasında Ankara önce sert tepki gösterdi, ancak, sonrasında söylemini yumuşattı. Örtüşmeyen çıkarlara karşın iki ülke karşı karşıya gelmemeyi başardı. Benzer şekilde, Çin’in bölgedeki ekonomik varlığını arttırması, bölgede bulunan enerji firmaları ile iş birlikleri yapması ve geleceğe dönük olarak Suriye’nin yeniden yapılandırma sürecinde etkin bir rol üstlenmeye hazırlanması Çin ile Türkiye’nin yollarını fiiliyatta kesiştirdi.

 

Ortadoğu hem Çin hem de Türkiye açısından büyük önem taşımaktadır. Öncelikle, iki ülke de bölgedeki ekonomik etkinliğini arttırmak istemektedir. Çin’in, Ortadoğu’da bulunan petrol ve gaz kaynaklarına bağımlılığı artıyor. Nitekim, 2019 itibarıyla Çin’in Ortadoğu bölgesinden gerçekleştirdiği petrol ithalatı, toplam petrol ithalatının %44’ünü geçmiş durumda.

 

Türkiye ve Çin’in ekonomik olarak karşı karşıya geleceği Irak gibi ülkelerde tedarik konusunda da rekabet olasılığı artmaktadır. Örneğin, Türkiye’yi enerji anlamında bir merkez (hub) haline getirecek boru hattı projelerinin – Kafkasya’daki üreticiler ile Avrupa’daki tüketicilerin bağlanması- Çin’in çıkar ve önceliklerine aykırı olması doğaldır. Benzer şekilde, Çin’in ticaret açısından önem verdiği Yakındoğu-Ortadoğu-Kuzey Afrika kuşağı Türkiye’nin de ağırlık verdiği bölgeler arasında bulunuyor.

 

Bu kuşağın Türkiye’nin toplam ihracatı içindeki payı 2004’te yüzde 16,0’dan 2016’da yüzde 27,4’e yükseldi. Türk ve Çin ürünleri arasında rekabetin, bölgedeki şiddetin sona ermesi ve yeniden yapılanma çalışmaları başladıktan sonra artması bekleniyor. Bu çerçevede, Türkiye menşeli ürünler düşük taşıma maliyetleri; Çin ürünleri ise düşük işgücü ve girdi maliyetleri sebebiyle avantaj sağlayacak.

 

TÜRKİYE-ÇİN TİCARET İLİŞKİLERİ

 

Çin’in açılım politikası ve uluslararası ekonomiye entegrasyon sürecinin hızlanmasıyla beraber Çin ile Türkiye arasında hızla artan bir ticari ilişki gelişti. Ancak, iki ülkenin ekonomik ölçeklerindeki farklılık sebebiyle 2017 senesinde Çin ürünleri Türkiye’nin ithalatının %10,2’sini oluştururken, bu oran Çin’in ihracatının yalnızca %1’ine denk geliyordu.

 

2012 senesinde iki ülke arasında orta ve uzun vadede ekonomik ilişkileri sürdürülebilir bir temele oturtmayı hedefleyen anlaşmalar, 2015 yılında ise “Bir Kuşak Bir Yol ve Orta Koridor Girişimi”nin uyumlaştırılmasına ilişkin Mutabakat Zaptı imzalandı. Bunların sonucunda Türkiye ile Çin arasındaki ikili ticari ilişkilerin geliştirilmesi için ticari ve hukuki anlaşmalarının altyapısı tamamlanmış durumda. Ne var ki, Çin karşılıklı çıkarlara dayanması gereken bu tür ilişkileri sürekli olarak kendi lehine yorumlama eğilimindedir. Özellikle, daha fazla Türk malı ithal edilmesine yönelik sözler ile bunu sağlayacak düzenlemeler bir türlü devreye sokulamıyor.

 

 

Türk firmaları ise genelde Çin ürünlerinin fiyatlarının çekiciliğinden kendilerini kurtaramamakta. Çin pazarına girmeye çalışan firmalar ise, fikri mülkiyet yasalarının boşluğundan yararlanan bazı Çinli firmaların haksız rekabetiyle karşılaşmakta. Özellikle, iki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin yoğunlaşmaya başladığı ilk yıllarda görülen bazı olumsuzluklar, Çin pazarına yönelik belirgin bir güvensizlik ortamı yaratmakta. Her ne kadar bu durum salt Türk firmalarına özgü bir durum değilse de, küçük ve orta boy şirketlerin Çin pazarına girmeleri üzerinde caydırıcı bir etki yarattı.

 

İLİŞKİLERDEKİ SINAMALAR AŞILIR MI ?

 

İki ülke ilişkilerinde belirleyici faktörler sadece maddi ekonomik ve siyasi parametreler değil. “Güven” sorunu, Türkiye-Çin ilişkilerinde fırsatların yaratılması ve/veya fırsatların kullanılamaması anlamında büyük rol oynamakta. Bu itibarla iki ülkenin de ortaya çıkabilecek fırsatları özenle kullanmaları önem taşımakta. Bir Kuşak Bir Yol Projesi bu anlamda bir fırsat oluşturabilir. Projenin güzergahında bulunan Türkiye’nin bundan etkilenmemesi düşünülemez. Buna karşılık iki ülke arasında süren güven bunalımı ortadaki fırsatların değerlendirilmesinin önünde engel olabilir.

 

Uygur meselesi iki ülke arasındaki en önemli sorunlardan biri olma özelliğini sürdürmekte. 1971 yılından bu yana “Tek Çin” ilkesine sıkı sıkıya bağlı bir politika güden Türkiye’nin bu tutumu Çin’in kuşkularının tam anlamıyla giderilmesini sağlayamadı.

 

Türk Hükümeti’nin 1990’larda yayınladığı Uygurların Türkiye’deki faaliyetlerine resmi katılım sağlanmamasına ilişkin genelge Pekin’de memnuniyetle karşılandı. 2000 yılında iki taraf arasında “Ulus-ötesi Suçlarla Mücadelede İşbirliği Anlaşması” imzalandı. Bu yıldan itibaren Uygurların iki ülke arasında köprü oluşturacağı söylemi, görünürde, Çin makamları tarafından da benimsendi. Hatta zamanın Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli’nin 2002’de Çin’e yaptığı ziyaretin programına Urumçi ve Kaşgar da dahil edildi (Hürriyet Gazetesi, 26 Mayıs 2002). Başbakan Zhu Rongji, Bahçeli ile yaptığı görüşmede Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ne yapacağı ziyaretten sonra buradaki koşulların düzeltilmesi için Bahçeli’nin önerileri olacaksa kendisine bildirmesini istedi. Ancak, 11 Eylül sonrası dünyada ve bölgede meydana gelen gelişmeler Türk Hükümetinin o dönemde dikkatini Avrupa Birliği üyeliğine çevirdi. Dolayısıyla, bu konuda uzun süre adım atılamadı. Ne Çin Türkiye’ye yönelik bu konudaki dış politikasını, ne de Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümetleri Türkiye’nin bu konudaki dış politikasını esas olarak değiştirdi.

 

2009’da Uygurlara karşı Ramazan ayında uygulandığı öne sürülen baskıların yol açtığı gösterilerden sonra zamanın Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan olayları “soykırım” olarak tanımladı. Bu söylem ilişkileri gerdi. Bu konunun siyasi ve diplomatik çabalar sonucu aşılmasından sonra ise, Uygurlara karşı giderek kuvvetlenen insan hakları ihlalleri karşısında Türkiye’nin sessiz kaldığı görüldü.

 

Siyasi düzeyde dikkat çeken bir diğer gelişme ise Varyag olayıdır. 2002 yılında zamanın Türk Hükümeti, içeriden ve dışarıdan gelen çeşitli telkin ve baskılara karşın, uçak gemisi yapılmak üzere Rus donanması için Ukrayna’da inşa edilen, ancak Rusya’nın almaktan son anda vazgeçtiği Varyag adlı deniz platformunun yeni sahibi Çin’e gitmesi için Türk Boğazlarından geçişine rıza gösterdi. Bu süreçte Çin tarafı, Varyag’ın uçak gemisine dönüştürülmeyeceği güvencesini verdi. Platformun eğlence parkı yapılacağını öne sürdü. Ancak, zaman içinde Varyag’ın uçak gemisine dönüştürülmesi Türkiye’nin Çin’e bakışında güvensizlik yarattı.

 

Türkiye’nin ulusal davası olan Kıbrıs konusunda Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinden biri olan Çin tek yanlı bir tutum izlemekte. Kıbrıs Türklerinin “ayrılıkçı” olmadığını ortaya koyan, 2004’de referanduma sunulan Annan Planı’na dahi anlamlı bir destek vermedi. Çin’in bu tutumu Türk tarafının dikkatinden kaçmadı.

 

Ekonomik ilişkilere dönüldüğünde, Çin yatırımlarının niteliği ve niceliği iş dünyasında gerekli olumlu ortamın ortaya çıkmasına engel oldu. Sonuçta, ticari alanda yapılan ikili anlaşmalar, Çin Hükümeti tarafından gerekli destek verilmeyen ve sadece Çin tarafının çıkarları doğrultusunda atacağı adımlara mahkum kaldı. Bu durum, Türkiye açısından yerine getirilmeyen sözler olarak algılandı.

 

ASKERİ İLİŞKİLER

 

1990’lardan başlayarak askeri ilişkilerde de adımlar atıldı. Öncelikle, ortak füze üretimi konusunda bazı anlaşmalar imzalandı ve hayata geçirildi. Çin teknolojisiyle ortak uzun menzilli füze üretimi için 2013’de başlatılan görüşmeler, Türk tarafının cayması sonucu 2015’te kesildi (Milliyet Gazetesi 16 Kasım 2015). Bu dönemde, bir NATO ülkesi olarak Türkiye, Çin ile ilk kez ortak askeri tatbikat gerçekleştirdi. Yine bu dönemde, Recep Tayyip Erdoğan’ın Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olma isteğini bir çok kez dile getirmesine karşın bu istek karşı tarafca sessizlikle geçiştirildi. Kısaca, askeri konularda atılan adımların da arkasının getirilememesi, “stratejik” olarak tanımlanan ilişkilerin bu tanımlamayı hak edip etmediği sorusunu gündeme getirdi.

 

İLİŞKİLERİN GELECEĞİ

 

Atılacak adımların niteliği ne olursa olsun, iki taraftan da kaynaklanan nedenlerle ilişkilerin karşılıklı çıkarlara ve güvene doğru evrilmesi, geniş kapsamlı ve dengeli işbirliği için zorunludur. Bu zemin sağlam bir temele oturmadıkça özellikle ekonomik/ticari ilişkiler Türkiye’nin aleyhine bir durum yaratmaya devam edecektir. Bu noktada dikkat gerektiren husus, Çin’le ilişkilerde bu ülkenin artık “Çin karakterli emperyalizme” yönelmiş bulunan bir süper güç haline geldiğinin yakından gözetilmesidir.

 

Çin Dışişleri Bakanı’nın Ankara ziyareti vesilesiyle Türk tarafı mevcut sorunları açıklıkla konuşmalıdır. COVİD 19 aşılarının kesintisiz ve düzenli Türkiye’ye ulaştırılması herhalde ele alınır. Ekonomik ilişkiler her zaman olduğu gibi masaya gelir. Ancak, özellikle Uygur konusu mutlaka gündeme getirilmelidir.

 

Türkiye’nin ekonomi ve dış politika alanlarında karşı karşıya olduğu sınamaların yanı sıra, bölgedeki etkinliğinin azaldığı, Dışişleri Bakanlığının kurumsal işlevinin ise neredeyse tümüyle örselendiği göz önünde tutulursa, Türkiye’nin dış politikadaki serbesti alanının büyük ölçüde daraldığını ve yapılacak görüşmelerin sonuçlarının sınırlı kalacağını söylemek yanlış olmayacak.

İlgili Yazılar