Türk kamuoyu, 2007-2012 yıllarında, Fransa’da cumhurbaşkanı koltuğunda oturan Nikolas Sarkozy’i gayet iyi hatırlamaktadır. 2007 yılı boyunca, muhafazakar oyları kaybetmemek amacıyla, ülkesinin seçim meydanlarından, “Türkiye Avrupa Birliği üyesi olamaz” sloganları savuran, halen Fransız siyaset sahnesinin öndegelen isimleri arasında kabul edilen, sağ siyasetçi Sarkozy’den bahsediyorum. Sarkozy’nin, kazandığı 2007 yılı ve kaybettiği 2012 yılı cumhurbaşkanlığı seçimleri kampanya döneminde yaptığı seçim harcamalarından ötürü, başı iyice derde girdi. Batı ülkelerinde seçimlerin finansmanı konusunda katı kurallar mevcuttur. Toplayacağınız bağışlar ve yaptığınız masraflar sıkı biçimde denetlenir. Fransa’da adayların harcamalarına 20 milyon euro tavanı getirilmiştir. Sarkozy’nin, 2012 seçimlerinde, 48 milyon euro harcama yaptığı tespit edilmiş, yasal limiti aştığından ötürü hakim karşısına çıkmak zorunda kalmıştır. 2007 seçimlerinde ise merhum Libya diktatörü Kaddafi’den 8 milyon euro bağış/rüşvet aldığı iddiasıyla aleyhinde açılan soruşturma halen devam etmektedir.
Sarkozy hakkında, geçen hafta açıklanan bir yıl ağır hapis cezası, seçim harcamalarıyla ilgili bir soruşturma vesilesiyle ortaya çıkan, ancak Mali Suçlar Ulusal Savcılığı tarafından yürütülen farklı nitelikte bir soruşturmanın neticesinde kararlaştırılmıştır. 2010 yılında Fransa’nın kozmetik alanındaki dev bir şirketinin sahibi Bettancourt ailesi mensupları arasında baş gösteren servet kavgası bünyesinde, şirketin Nicolas Sarkozy’nin seçim kampanyasına, vergi kaçırmak amacıyla, önemli miktarda nakit bağış yaptığı iddiasının basına yansıması, hükümetin başını ağrıtmış ve soruşturmaya konu olmuştur. Sarkozy, Bettancourt skandalı soruşturması neticesinde aklanmış, ancak savcılık bu araştırma sırasında, Sarkozy’nin avukatı ile bir hakim arasında yapılan gizli telefon görüşmelerinin metinlerine ulaşmıştır. Telefon görüşmelerinde, şüpheli hakime, vereceği dosya bilgileri karşılığında Monaco’da üst düzey bir adli göreve tayin teklif edildiğinin ortaya çıkması üzerine, Cumhurbaşkanı aleyhinde, “yolsuzluk ve nüfuz ticareti” iddiasıyla başlatılan yeni soruşturmaya dair adli süreç geçtiğimiz hafta sona ermiştir (2 yıl hapis-tecilli ve 1 yıl ağır hapis). Fransa’da 5. Cumhuriyet döneminde ilk kez eski bir cumhurbaşkanı ağır hapis cezasına çarptırılmaktadır. Sarkozy tarafından temyize götürülecek sözkonusu karar üst mahkemede onaylandığı takdirde, sayın başkan elektronik kelepçeyle bir yıl kendi ikametgahında hapis yatacaktır.
Sarkozy aleyhindeki hapis kararı Fransız kamuoyu nezdinde yoğun tartışmalara yol açmıştır. Muhalif çevreler, yasadışı telefon dinlemeye dayalı da olsa, konuşmaların gerçekliğinin onaylanarak delil haline dönüştürülmesi neticesinde kararın hukuka uygun hale geldiğini, Fransa’nın seçimlerin finansmanı alanında diğer Avrupa ülkelerinin gerisinde kaldığını, Sarkozy davalarının Fransa’nın bu sahadaki şeffaflık açığının kapatılması yönünden fayda getireceğini savunmaktadır. Merkez sağ çevrelerin ise, kararın hukuki değil siyasi olduğunu, yargı kadrolarının, iktidar döneminde hakimleri küçümseyen eski cumhurbaşkanı’ndan böylece intikam aldıklarını, Mali Suçlar Ulusal Savcılığının lağvedilmesi icap ettiğini, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un bu kurum sayesinde (Nicolas Sarkozy ve François Fillon aleyhinde başlatılan soruşturmalar neticesinde meydanın Macron’a kaldığı ima edilmektedir) son seçimleri kazandığını ileri sürdükleri dikkat çekmektedir.
Sarkozy, beklenildiği üzere, büyük haksızlığa uğradığını iddia etmekte, delillerin yasal olmadığını, hakim kanalıyla hiçbir bilgiye ulaşılmadığını, adıgeçenin Monaco’daki göreve atanmadığını, dolayısıyla ortada gerçekleşmiş bir suçun bulunmadığını, velhasıl kendisiyle yargı arasında oluşan gerginliğin kurbanı olduğunu, yazılı ve görsel basın kanalıyla geniş kitlelere duyurmaktadır.
Sarkozy’nin, kendi ülkesinin yargısı tarafından “yolsuzluk ve nüfuz ticareti” suçlarından hapse mahkum edilmesinin bizi üzmesi veya sevindirmesi söz konusu değildir. Ancak, Türkiye’nin Avrupa Birliği’nden niye bu kadar uzaklaştırıldığı veya uzaklaştığı konularında kafa yorarsanız ve ilişkilerin günümüzde kopacak seviyelere varmasına üzülüyorsanız, bu durumda, Sarkozy’nin mahkum olması sizde bir manevi rahatlamaya yol açabilir. Avrupa’da bazı liderlerin, ülkemizin 1999 yılında Avrupa Birliği’ne aday ülke statüsü kazanması sonrasında, Türkiye’nin üyeliğine karşı olduklarını saklamadıklarını, bu görüşlerini uygun vesilelerle, Türk halkını kırmamaya özen göstererek açıkladıklarını biliyoruz. Ancak, Nicolas Sarkozy, Türkiye’nin AB üyeliği konusunu tamamen iç politika malzemesi haline getiren, 2007 başkanlık seçimleri sırasında, çeşitli mitinglerinde, Türkiye’nin Avrupa’ya ait olmadığını büyük kitleler önünde tekrarlayan ilk politikacı olmuştur. Adıgeçenin, dış politika açısından sıradışı sayılabilecek bu radikal tutumuyla, Türkiye-Fransa ilişkilerinde ciddi bir yaralanma/kopma meydana getirdiği dosyalarda kayıtlıdır.
Öte yandan, Türkiye’nin AB üyesi olmaması icap ettiğini ilk kez basın önünde dile getiren Fransız siyasetçi de Nicolas Sarkozy değildir. Eski cumhurbaşkanlarından Valery Giscard d’Estaing’in (1974-81), AB anayasasının hazırlandığı dönemde (2002), Türkiye’nin, Avrupa’ya yakın önemli bir devlet olmakla birlikte, Avrupa ülkesi olmadığını, Ankara’nın AB üyesi olmasının Birliğin sonu manasına geleceğini iddia ettiği hatırlarımızdadır. Geçtiğimiz yıl vefat eden Jacques Chirac döneminde ise (1995-2007), bazı milletvekillerinin bireysel veya birlikte yaptıkları girişimler dışında, Fransa’nın, Türkiye’yi Brüksel yolculuğunda genellikle desteklediğini ve Paris-Ankara ilişkilerinde ciddi sorunlar yaşanmadığını biliyoruz.
Nikolas Sarkozy’nin farkı, Türkiye’nin AB üyeliğine itirazlarını, cumhurbaşkanı adayı sıfatıyla ve mutlak bir karşı çıkış mahiyetinde ortaya koymasıdır. Kültürü, tarihi ve coğrafyasıyla Türkiye’nin Avrupalı olmadığı savlarıyla, üyelik perspektifinin durdurulmasını, katılım müzakerelerinde yeni fasılların açılmasına son verilmesini, ayrıcalıklı ortak statüsüyle yetinilmesini savunmuştur. İktidar adayı, merkez sağ parti liderinin bu popülist görüşleri, aşırı sağ partilerin ellerini tamamen açmalarını teşvik etmiştir; nitekim barajın böylece yıkılmasının ardından, müslüman bir ülkenin AB üyeliğine kabul edilemeyeceği çeşitli ortamlarda ve seçim kampanyalarında açık biçimde dile getirilmeye başlanmıştır.
Bu vesileyle, Türkiye’nin AB üyeliği konusunda, başından beri, dürüst ve şeffaf tutum sergileyen Alman Hristiyan Demokrat Partisinin, (CDU- Angela Merkel) de övgüyü hak ettiğine işaret edelim. Tereddütlerini baştan itibaren açıkça ortaya koymuşlar ve kimseyi kandırmamışlardır. Aradan 20 yıl geçtikten sonra, CDU nun zamanında önerdiği ayrıcalıklı ortaklık modeli bugün birçok Avrupa ülkesi tarafından benimsenir duruma gelmiştir. Alman Sosyal Demokrat Partisinin, Türkiye’nin AB üyeliğini desteklediği savının da efsaneden ibaret olduğunu yeri gelmişken kaydedelim.
Türkiye treninin Brüksel istikametinde ilerlerken, son 15 yıl içinde, raylardan çıkarılmasının günahının kime ait olduğu konusunda çok sayıda ve farklı görüşlere rastlıyoruz. Ben günahın asgari yarısının bize ait olduğuna inananlardanım. Şu soruya dürüstce cevap verelim. Müreffeh ve demokrat bir ülke haline gelmek için AB üyeliği zorunlu mudur? Hayır. Peki yeterli midir? Evet. İsviçre ve Norveç AB üyesi olmaksızın refah toplumuna dönüşmeyi becerirken, Türkiye’nin işi beceremediğini kabul edelim. Bu durumda da, maalesef, müreffeh ve demokrat bir Türkiye için, AB’nin adeta zorunluluk teşkil ettiği sonucu ortaya çıkıyor. İhale kanununu 190 kere değiştiriyorsanız, AB sizin için zorunluluk arz ediyor demektir.
Türkiye’nin AB üyeliği konusunda bazı hipotetik suallerin cevabını yıllardır merak ederim. SSCB dağılınca ve Varşova Paktı feshedilince, doğu Avrupa ve Baltık ülkeleri, bizi bir dirsek darbesiyle yolun kenarına itip AB nezdinde öncelikli konuma yükseldiler. Bu ülkelerin AB üyesi olmaları sonrasında ve sıra tekrar bize geldiğinde ise, dünyamızda konjonktür değişti. Cihatçı terör örgütleri dünya barışını, istikrarı ve dengeleri sarstılar. İslam batı dünyası nezdindeki kredisini kaybetti, tereddüt duyulan hatta korkulan bir metaya dönüştü. Soğuk savaş döneminde Türkiye’nin müslüman olması kimseyi rahatsız etmez iken, bugün, müslüman bir ülkenin laik batılı sisteme uyum sağlayamayacağına inananlar çoğunluk haline geldi.
Sualim şu: SSCB 1990′ ların başında değil de, 2000’li yıllardan itibaren dağılsaydı, Türkiye o dönemde AB üyesi statüsünü cebine koymuş olur muydu? Veya marksist Afganistan hükümeti, 1979 yılı sonunda, komünist Rusya’nın kızıl ordusunu ülkesini işgale davet etmeseydi, bugün, ülkemizin para birimi TL değil de euro mu olacaktı?
Başka bir ifadeyle, Brüksel treninin raydan çıkmasının günahı, yoldaş Gorbaçov’a mı, Nikolas Sarkozy’e mi, yoksa Ankara’ya mı aittir ? Ne dersiniz?
Paris’te görev yapmış rahmetli bir meslek büyüğümüzün, hayatta olsa idi, Sarkozy’nin mahkum edilmesi haberini sabah vakti gözlüklerinin üzerinden okuduktan sonra, evinin salonundan boğaz manzarasını süzerken kendisine şöyle sesleneceğini düşlüyorum: Ey Nicolas Efendi, Alma Mazlumun Ahını, Çıkar Aheste Aheste…