Türk Dünyası Kültürel Bütünleşmesini Tamamladı mı?

PAYLAŞ

2013 yılında Kırgızistan’a Büyükelçi olarak atanmam kararlaştırıldığında yakın işbirliği içinde bulunduğum önemli bir üniversitemizin tepe yöneticileri dahil öğretim üyeleri bana kutlama ziyaretinde bulunduklarında, yeni görev yerimi tahmin konusunda oldukça zorlandıklarını gördüm. Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan onlar için birbirinden ayırmaları zor bir genel kavram idi. Kırık kırpık bilgilerinin çoğu sınıflarındaki o bölgeden gelen öğrencilerden öğrendikleriyle kısıtlıydı. Atları güzel olan hangisiydi,… hepsinin petrol ve gazı mı vardı,…galiba at eti yiyorlardı,…yurt denen çadırlarda  yaşayan var mıydı? Bütün bunlar  muammaydı. Akademik hayatta Türk Dünyasının bilinirliği buysa halklar düzeyinde durumu tahmin etmek zor değildir.

 

Nitekim Kırgızistan’a gittiğimde aynı durumun orası için de geçerli olduğunu gördüm. Evet Türkiye’de okumuş ya da çalışmış bir kesimin Türkiye hakkında bilgisi vardı. Ancak bu oran ülkenin % 10’unu ancak bulmaktaydı. Geri kalanlar için Türkiye uzakta, Anadolu’da kültürü, dili kendilerine bir ölçüde  benzeyen bir ülkeden öte değildi. Bişkek’teki tanışma ziyaretlerimden birinde bir Kırgız siyasetçi yetişkin kızını da yanında getirdi. Kız bana ahiren başından geçen şu olayı anlattı:

 

Brüksel’e staja gitmiş. Küçük bir  otele yerleştirmişler. Hava kararmak üzereymiş ama heyecanına dayanamayıp şehri dolaşmaya çıkmış. Ancak hava kararınca otelin adresini yanına almadığını anlamış, yolda birkaç kişiye  otelin yolunu sormuş, cevap alamamış. Sonunda bir dönerciye girmiş, derdini anlatmış. Dönerci nereli olduğunu sormuş. Kırgızım deyince, ben de Türküm, biz kardeşiz deyip çırağına işini bırakmasını ve kızı oteline kadar taksiyle götürmesini söylemiş.

 

Hikayeyi anlattıktan sonra Kırgız kızımızın işte kardeşliğimiz budur mealinden bir şey diyeceğini sanırken bana “Dönerci niye böyle birşey yaptı, ben sadece adresi sormuştum” deyiverdi. Hiç bir Anadolu Türkünün aklında dönercinin işini gücünü bırakıp niye böyle davrandığı konusunda bir şüphe olamaz. Bu bizim ilkokuldan beri aldığımız eğitimin doğal bir sonucudur: Türkler Orta Asyadan gelmişlerdir ve oradaki uluslarla kardeştir. Ancak bu kültürün Orta Asyada karşılığı yoktur. Onlar 1700’lerden itibaren Çarlık Rusyasının, bilahare de SSCB’nin vatandaşı olmuşlar ve ona göre eğitim almışlardır. Bu eğitimde Türklüğün, kardeşliğin, ortak kültür, dil ve kökenin yeri, doğal olarak, olmamıştır.

 

Bütün bunları anlatmamın sebebi, Orta Asyadaki görev süremde, ülkemizdeki resmi kurumların, bu alanda faaliyet gösteren  üniversite, vakıf ve derneklerin, SSCB’nin yıkılmasıyla Türk devletlerinin bağımsızlıklarını kazanmalarından itibaren geçen çeyrek asırda Türkiye ile sözkonusu devletler arasında kültürel, dilsel, ekonomik ve siyasal bütünleşme sanki  artık başarılmış ve tamamlanmış gibi davrandıklarını görmemdir. Herhalde bu sebeple olsa gerek, Kültür ve Turizm Bakanlığımızın Bişkek’teki Kültür ve Tanıtma Müşavirliğini, burada ihtiyaç olmadığı gerekçesiyle Brezilya’ya kaydırmakta sakınca görmediğini göreve başladığımda öğrenmiştim. Oysa ki, Orta Asya ile ilişkilerimizin temeli kültür birliğimizdir. Bağımsızlıklarının 27nci yılında Orta Asya’da Anadolu Türkü yazarlar olarak sadece Nazım Hikmet ve Orhan Pamuk’un, ülkemizde de Cengiz Aytmatov’un tanınıyor olması 27 yılda çok az şey yaptığımızın en açık göstergesidir. Çünkü bu tanınırlıklar da bizim çabamızla değil SSCB’nin kültürel ( tabiatıyla belirli amaçlara yönelik) açılımı sonucudur. Orhan Pamuk’un tanınması ise Nobel kazanması sebebiyle kitaplarının bolca Rusça’ya tercüme edilmesi sayesindedir. Aradan geçen zamanda bazı küçük ve etkisi sınırlı çabalar hariç hiç bir Orta Asyalı yazarın eseri yaygın ve piyasada satılacak şekilde Türkiye Türkçesine çevrilmemiş, Türkçe eserlerin Orta Asya lehçelerine tercümesi de aynı talihsizliği yaşamıştır. Bunun bir sonucu olarak, Yunus Emre Türk Kültür Enstitüsünün kurulması için görüştüğüm Kırgız yetkililerin ilk önce Yunus Emre’nin kim olduğunu sormaları beni şaşırtmamıştır. Bırakın modern Türk edebiyatını, Mevlana ve Yunus Emre’nin eserleri bile tercüme edilerek Orta Asya piyasasına sürülememiştir. Tabiatıyla bölgeye yönelik faaliyet gösteren bazı vakıf, üniversite ve derneklerin özel yıldönümleri sebebiyle bazı eserlerden 100- 200 adet bastırıp dağıtmaları  durumun vehametini hafifletmemektedir. Ortak kültürümüzü oluşturan edebiyat eserleri, ortak zenginliğimiz olan yazın ve düşün adamlarının çalışmaları, ortak kültürümüzün yansıması olan sinema eserleri karşılıklı tercüme edilip halklara açık hale getirilmedikçe  kültürel köklerimizi  ortaya çıkarmak, bilinir kılmak ve bunları Orta Asya ile Anadoluyu bağlayan koparılamaz güçlü bağlar haline getirmek mümkün olamayacaktır. Tabiatıyla ilerde bir şekilde bölgedeki   jeopolitik şartlar değiştiğinde, boşa geçirdiğimiz çeyrek asrın ve ataletimizin en büyük pişmanlığımız olacağı açıktır.

 

Orta Asya ile kültürel işbirliğimizi,  zaman içinde oluşturulan ancak kurumsallaşmaları tamamlanmamış, bütçeleri ise kısıtlı ortak  kuruluşlara veya, ne kadar yararlı olurlarsa olsunlar etki alanları sınırlı dernek, vakıf ve üniversitelere bırakmak vahim bir  hatadır.  Avrasya’da gelişen değişken jeostratejik ortamda Orta Asya ile Anadoluyu birbirine bağlayan ortak kültürel mirasın ortaya çıkarılması ve kitlelere bilinir kılınarak artık geri dönülmez bağların yaratılması stratejik bir yaklaşım olmalıdır. Bu mirasın kitlelere ulaştırılmasını piyasa şartlarına veya gönüllü uğraşlara bırakma lüksümüz (en azından artık) yoktur. Avrasya’nın ve Orta Asyanın, büyük güçlerin dahliyle (Rusya’nın Avrasya Ekonomik Birliği, Çin’in Büyük İpek Yolu Projesi, ABD, İran, Japonya, Kore ve Hindistan’ın  siyasi, kültürel ve ekonomik girişimleriyle) yeniden şekillendiği bir zamanda, bölgeyle en güçlü bağımızı teşkil eden kültürel mirasımızı bir devlet kurumumuzun, tespit edilecek bir strateji doğrultusunda yeterli mali kaynaklarla bizzat yürütmesi bir zorunluluktur. Bu yaklaşımın, ilgili Bakanlıklarımızın bölgeye yönelik olarak  yıllardır sürdürdüğü, “Orada bir yayınevi çıksın, tercüman bulup eseri çevirsin, sonra da bastırsın, biz de bir miktar satın alarak masraflara katkıda bulunuruz” şeklinde işleyen, dolayısıyla bugüne kadar sonuç verememiş olan genel yaklaşımdan çok öteye neticeler yaratması gereklidir. Orta Asya Türk dünyası ile Anadolu arasındaki kültürel mirasımızın ortaya çıkarılması, yukarıda belirtilen jeostratejik sebeplerle yeniden münhasıran resmi makamlarımızın sorumluluğunda olması gereken bir husustur. Bu alanda kurulan ortak yapılar, tabii ki yararlı ve desteklenmesi gereken, konunun müşterek yönünün gelişmesini sağlayacak kurumlardır ve onların  çalışmaları her halükarda desteklenmelidir. Ancak, içinde bulunduğumuz değişken jeostratejik konjonktür ve artık gittikçe kısıtlı hale gelen zaman sebebiyle, kültürel ortak mirasın güçlü bir bağ haline getirilmesi, yavaş işleyen ve kurumsallaşmaları kemikleşmemiş ortak kurumlar vasıtasıyla değil, ülkemizin önderliğinde stratejik bir öncelik olarak ele alınmalıdır. Bu strateji de çeşitli kurumlar arasında uzmanlıklarına göre paylaştırılsa bile, münhasıran bu alanda oluşturulacak bir üst kurum tarafından tek elden yürütülmelidir.

 

İlgili Yazılar