Büyükelçi (E) Ömür ŞÖLENDİL
Büyükelçi (E) Fatih CEYLAN
1989 yılında Berlin Duvarının yıkılması, ardından Sovyetler Birliğinin (SSCB) dağılması Avrupa-Atlantik coğrafyası için yeni fırsatları ve sınamaları ortaya çıkardı. 1990 yılında iki Almanya birleşti. 1991 yılında SSCB’nin çökmesi sonucu on beş bağımsız ülke dünya devletler ailesine katıldı. Aynı yıl Doğu Bloku ülkelerinin yer aldığı Varşova Paktı da son buldu. Jeostratejik ortamda meydana gelen, küresel güvenlik bağlamında da kökten değişikliklere yol açan bu tablo karşısında Avrupa-Atlantik camiası, öncelikle dağılan SSCB’nin topraklarında konuşlu nükleer silahların SSCB ardılı Rusya’ya emniyetli şekilde nakledilmeleri; bunun ardından Balkan coğrafyasına komşu olan Merkezi ve Doğu Avrupa ülkelerinin (MDAÜ) NATO ve AB’yle bütünleşmelerini sağlayacak adımları attı.
NATO, 1995 yılında belirlediği ilkelere dayalı Açık Kapı politikası çerçevesinde MDAÜ arasında yer alan Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan’ı 1999 yılında İttifak’a üye kabul etti.
Daha sonraki yıllarda gerçekleşen genişleme dalgaları kapsamında Baltık ülkelerinin yanısıra Bulgaristan, Romanya, Slovakya ve Slovenya 2004 yılında; Arnavutluk ve Hırvatistan 2009 yılında; Karadağ 2017 yılında; Kuzey Makedonya ise 2020 yılında NATO üyeliğine alındı. AB’nin, Balkan ülkelerinin AB’yle bütünleşme sürecinde NATO’ya kıyasla geriden geldiğini görmekteyiz. AB, her ne kadar 2003 yılında düzenlenen Selanik Zirvesinde “Batı Balkanlar”daki sekiz ülkenin Kopenhag kriterlerini yerine getirmeleri koşuluyla Birlik’e kabul edilmeleri stratejisini benimsemişse de, Slovenya ve Macaristan 2004 yılında, Bulgaristan ve Romanya 2007 yılında, Hırvatistan ise 2013 yılında AB’ye kabul edilmiştir.
2020 Mart’ında düzenlenen AB Dışişleri Bakanları Toplantısında Birliğin “Batı Balkanlar”a genişlemesi hususunda AB üyeleri arasında görüş birliği bulunduğu teyid olunmuştur. Arnavutluk, Sırbistan, Karadağ, Bosna-Hersek ve Kuzey Makedonya’yla üyelik müzakereleri halen sürmektedir. AB bünyesindeki beş üye ( İspanya, Slovakya, Romanya, Yunanistan ve GKRY) Kosova’yı devlet olarak resmen tanımadıkları için Kosova’nın NATO ve AB’yle bütünleşmesi sürecinin uzun dönemli bir hedef olarak kalacağı görülmektedir.
Türkiye’nin gerçek Balkan coğrafyası diye tanımladığı bölgenin NATO’nun ilgi alanına girmesi Yugoslavya’nın 1992 yılında resmen dağılması ve bununla eşzamanlı olarak Bosna-Hersek krizinin patlak vermesiyle başladı. Yugoslavya Tito yönetiminin zayıflamaya yüz tuttuğu yıllarda tedricen Almanya’nın nüfuzu altına girmişti. Ülkeyi ‘Alman Markı’ bölgesi olarak tanımlamak mümkündü. Buna mukabil, genelde Slav halklarının meydana getirdiği ülke üzerinde tarihi nedenlerle başta Rusya olmak üzere diğer bölge ülkelerinin ve Avrupa’nın öndegelen güçlerinin de nüfuzları mevcuttu. Yıllara dayalı güç ve nüfuz mücadelesi karşısında Almanya, Yugoslavya’nın dağılmasında temel rol oynayan ana aktördü. Zamanın Alman Dışişleri Bakanı Genscher’in Bosna-Hersek krizinin ele alındığı NATO Konsey toplantısında büyük bir rahatlık içinde Frankfurter Allgemeine gazetesi okuduğu belleklerde halen yerini korumaktadır. Bosna-Hersek’te sonuçta soykırım derecesine varan ‘etnik temizliğin’ başlaması ertesinde İttifak içinde yapılan danışmalar, Avrupalı devletlerin dar çıkarları ve nüfuz elde etme uğruna Avrupa’nın ortasındaki bu büyük kriz karşısında ne denli duyarsızlık sergilediklerinin örnekleriyle doludur.
1992-1995 yılları arasında AB’nin eski Yugoslavya Uluslararası Konferansı’nın eş başkanlarından olan David Owen’ın Bosna-Hersek krizi karşısında sözde arabulucu olarak sergilediği zehirli tutum tarih sayfalarında kayıtlıdır. Owen, Sırp saldırıları sonucunda Bosna-Hersek kan gölüne döndüğünde de AB’nin desteğini arkasında bulabilmiştir. Owen’ın izlediği taraflı tutumun destekçileri İttifak içinde de onun adeta sözcüleri olmuşlar ve “Avrupa’nın bir köşesinde patlak veren küçük bir iç savaş”ın pek de önem taşımadığını dile getirme gafletinde bulunmaktan çekinmemişlerdir.
Bosna-Hersek savaşının dönüm noktası, NATO içinde ABD Başkanı Clinton’ın liderliği üstlenmesi neticesinde 1995 yılında NATO müdahalesine karar verilmesidir. Boşnaklara uygulanan ‘etnik temizlik’ bu suretle sonlandırılmıştır. Benzeri bir NATO müdahalesi 1999 yılında Kosova’da da uygulanmış ve Kosova’nın Arnavut halkı bu sayede Sırp saldırılarından korunabilmiş ve yurtlarında barınma imkanına kavuşmuştur. Avrupa-Atlantik kurumlarının bölgeye müdahalesiyle birlikte başlayan süreç halen devam etmekte ve AB’nin, bizim kabul etmediğimiz “Batı Balkanlar” olarak betimlediği bölgenin NATO-AB’yle bütünleşme süreci ortak bir tanımla ‘bitmemiş bir iş’ olarak gündemde kalmaktadır.
İş bitmemiştir; zira, deyim yerindeyse, ‘Sırp düğümü’ henüz tam olarak açılamamıştır. Ancak bu düğümün son gelişmelerle çözülme yoluna girdiği gözlenmektedir. Söz konusu bölge üzerinde hem NATO-AB üyeleri arasında görüş ve çıkar farklılıkları vardır, hem de başta Rusya’nın bölgedeki mevcudiyet ve nüfuzu halen Sırbistan ve Bosna Sırp Cumhuriyeti üzerinden bir ölçüde etkili olmaktadır. Rusya, Karadağ’ın NATO’ya üyelik sürecinde bu ülkede meydana gelen darbe girişiminde de rol oynamaktan çekinmemiştir. Diğer yandan, Karadağ’ın İttifaka katılmasını önleyememiştir.
Son dönemlerde Çin’in de, Balkanlar’a komşu Orta Avrupa ülkelerini kapsayacak şekilde başta ekonomi ve ticaret alanları olmak üzere bölgeyle ilgili temas ve girişimlerini yoğunlaştırdığı gözlemlenmekte, bu gelişme de AB bünyesinde yakından ve kaygıyla izlenmektedir. Hiç şüphe yok ki ‘Balkan koridoru’ Avrupa’ya uzanan ve Avrupa’dan doğuya bağlantı sağlayan stratejik bir köprüdür. Burada elde edilecek mevziiler bölgeye ilgi duyan kurum ve aktörler için önem taşımaya devam etmektedir.
Bosna-Hersek kendi bünyesinden de kaynaklanan nedenlerle NATO-AB’yle bütünleşme sürecinde sorunlarla karşılaşmaktadır. Bu bağlamda, Rusya’nın Bosna-Hersek içindeki Bosna Sırp Cumhuriyetinin yönetim kadroları üzerindeki nüfuzunu kullanmak suretiyle Bosna-Hersek’in Avrupa-Atlantik yapılarıyla bütünleşme çabalarına fırsatlar elverdiğince sekte vurmaya dönük tutumu sürmektedir. Bosna-Hersek’in bu sınamaları aşıp, Avrupa’daki yerini sağlamlaştırması orta-uzun vadede Bosna-Hersek’in çıkarına olacaktır.
Yukarıda da işaret olunduğu üzere, Kosova’nın Avrupa-Atlantik yapılarıyla bütünleşme arayışı karşısındaki en büyük engel NATO-AB üyeleri arasında bu ülkeyi resmen tanımayan beş üyenin bulunmasıdır. Tanımama sorununun kısa vadede aşılması ise şimdilik mümkün gözükmemektedir.
Sırbistan ayrı bir kategoride bulunmaktadır. NATO’nun Bosna-Hersek ve Kosova’ya yaptığı müdahaleler Sırbistan’da ciddi bir travmaya yol açmıştır. Bu travmanın etkileri Sırp toplumunun belli kesimleri nezdinde çeşitli nedenlerle halen varlığını sürdürmektedir. Öte yandan, NATO olsun, AB olsun Sırbistan’ı da Avrupa-Atlantik camiasına katmak yönünde epeyi mesafe katetmişlerdir. Bu çabaların giderek artan ölçülerde Sırbistan’da da olumlu yansımaları görülmektedir. Geçmişe kıyasla Sırp liderliği bugün Avrupa-Atlantik bütünleşmesine çok daha olumlu gözle bakmaktadır. NATO ile ilişkilerini her geçen yıl geliştirmekte, AB ile üyelik müzakerelerini sürdürmektedir.
Türkiye ‘Yugoslavya krizi’ patlak verdiğinde ülkenin bütünlüğünün korunmasından yana bir tutum almıştır. Bu tutumunu krizin derinleştiği evrelerde dahi korumaya gayret etmiş, girişimlerini bu yönde yoğunlaştırmıştır. Krizin artık kontrolden çıktığı aşamalarda kendi ulusal menfaatleri ve öncelikleri temelinde gardını almıştır. Tarih boyunca akraba topluluk olarak gördüğü Boşnakların yanında saf tutmuş ve Boşnakları yok etmeye dönük planlara karşı her platformda amansız bir mücadele vermiştir. NATO’nun Bosna-Hersek’e müdahalesi için öncü bir rol oynamıştır. Türkiye bu rolü oynarken İslam dünyasından da destek görmemiş, buna rağmen mücadelesinden vazgeçmemiştir. NATO bünyesinde ve ikili çerçevede ABD’nin gerekli müdahalede bulunması için yoğun girişimlerde bulunmuş ve bunda başarı sağlamıştır.
Türkiye’nin, Avrupa’nın ayrılmaz parçasını oluşturan Balkanlar’ın Avrupa-Atlantik kurumlarıyla bütünleşmelerine verdiği istikrarlı destek bir devlet politikasıdır. Bunun partiler üstü bir niteliği bulunmaktadır. Bu devlet politikasının sürdürülmesi elzemdir. Son dönemlerde Balkanlar’da ve Avrupa’da Türkiye’nin bu tutarlı politikasına şüpheyle bakan çevrelerin sayısı artmaktadır. Bu bölgeye dönük devlet politikası değişmemiştir; ancak bölge halklarının belli kesimlerinde algılar değişmiştir. Bunun başlıca nedenleri arasında önemli sayıda Müslüman topluluklar barındıran bölgede laiklik karşıtı çevreleri besleyen özellikle Arap dünyasından kimi ülkelerin sergilediği mezhebi yaklaşımlar ile Türkiye’deki birtakım oluşumlar arasında koşutluk kurulması ve özellikle Slav-Ortodoks ekseni ile Türkiye’nin nüfuzundan rahatsızlık duyan bazı Batılı ülkelerin de bu yönde sürdürdükleri algı kampanyaları sayılabilir. Bölge halklarında bu algının giderek boyut kazandığını ve Türkiye’nin, bölgede mezhebi emeller güden ülke ve akımlarla aynı potaya sürüklendiği görüşünün yaygınlaştığını görmek mümkündür.
Türkiye’nin, Balkan ülkelerine dönük tutarlı devlet politikası doğrultusunda bu algıyı ortadan kaldıracak yaklaşımları vakit geçirmeksizin sergilemesinde ve bunu pratikte de göstermesinde bölgedeki uzun dönemli çıkarları açısından fayda vardır. Bütün iniş çıkışlara rağmen Balkanlar’ın son durağının Avrupa-Atlantik kurumlarıyla bütünleşmek olduğu bir gerçekliktir. Bu sürecin tersine dönmeyeceğini öngörmek lazımdır. Kimi bütünleşme süreçleri sancılı olmaktadır. Uzak-yakın tarihte meydana gelmiş gelişmeler ve toplumların belleklerinde kök salmış algılar dolayısıyla süreçte geriye kalmış Balkan ülkelerinin Avrupa’yla bütünleşme süreçleri de kuşkusuz iniş-çıkışlara sahne olacaktır. Bu tespit saklı kalmak kaydıyla, başlayan ve her geçen gün ivme kazanan bu süreçleri tersine döndürmeye çalışmak akıntıya karşı kürek çekmekle eşanlamlıdır.

Ömür Şölendil
