KARADENİZ’DE SULAR YENİDEN Mİ ÇIRPINIYOR?

PAYLAŞ

Rusya’nın 2008’de Gürcistan’ı işgal edip Rus kuvvetlerinin ilerlemesinin Tiflis’e neredeyse 40 kilometre mesafede durması, Soğuk Savaş’ın bitimi sonrasında Karadeniz bölgesinde kurulmuş olan kırılgan dengenin bozulmasına neden oldu. Rusya’nın takiben Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığını tek taraflı olarak tanıması ise hem uluslararası hukukun ihlali hem de Kafkasya’da siyasi haritanın değiştirilmesi anlamına gelmekteydi. Bu bağlamda Karadeniz güvenliği hem bölgede hem dünyada yeniden gündeme taşındı. Bu krizin önüne geçilmesi için başta AB ve NATO olmak üzere Batı dünyası harekete geçti. Gürcistan’ın Avrupa-Atlantik yapılarıyla olan ilişkilerinin, Rusya ile doğrudan karşı karşıya gelinmeden güçlendirilmesi yoluna gidildi. Bu yolla Gürcistan krizinin Batı-Rusya ilişkilerine geniş ölçekte sekte vurmasının da önüne geçilmiş oldu.

 

Böylece sorun nihai olarak çözülmese de kriz,  kısa sayılabilecek bir zaman diliminde, geçici süreyle de olsa dindirilmiş oldu. Gürcistan krizi aslında bu haliyle ikinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’ya yönelik olarak uygulanan ‘Yatıştırma Politikası’nın Karadeniz güvenliği bağlamında Rusya’ya karşı yürürlüğe sokulduğu, bir ilk kırılma noktasıydı. Karadeniz’de sular Gürcistan’daki çatışma ertesinde neredeyse hiç durulmadı. Sonuçta, Soğuk Savaş dönemi dahil uzun yıllar karşılıklı çıkarların gözetildiği bir ortamda ve Montrö rejiminin mevcudiyeti sayesinde vücud bulan, nispi barış ve istikrara dayalı statüko sallanmaya başladı.

 

Bu gelişmeye 1990’lı yıllardan miras kalan Transdinyester ve Dağlık Karabağ sorunları ile 2014’te yaşanan Ukrayna odaklı gelişmeler eklendiğinde bölge ülkeleri arasındaki güvenin yerini güvensizliğe bıraktığı görülmekte. 1990’lı yılların sonuna doğru hayata sokulan güven ve güven arttırıcı önlem ve uygulamalar artık atıl hale gelmiş durumda. Daha da vahimi bunların kısa dönemde yeniden canlandırılması için gerekli iklim kaybolmuş vaziyette. Bu durum Karadeniz güvenliği konusunun, küresel boyut da dikkate alınır bir biçimde derinlemesine değerlendirilmesini gerekli kılıyor.

 

Derin Dondurucuya Konan Bölgesel Çabalar

 

1989’da Berlin Duvarının yıkılmasıyla son bulan Soğuk Savaş ertesi dönemde Batı dünyası için güvenlik alanında da yeni fırsatlar ortaya çıktı. SSCB’nin dağılmasıyla birlikte nerdeyse elli yıl boyunca oynanan yarı ideolojik oyunun kuralları değişti. Temel amaç artık Vancouver’den Vladivostok’a uzanan geniş bir kuşakta istikrar ve huzur ortamı oluşturmaktı. Bu süreçte bütünselliğe dayalı özgürlük ve barış içinde bir Avrupa yaratmak hedefi güdüldü. Rusya dâhil olmak üzere tüm Avrupa ülkelerinin bu sürecin paydaşı olması amaçlandı. Bu ortamın ana parametrelerini başta ABD olmak üzere Batı dünyasının belirlediği ise özellikle belirtilmelidir.

 

Bahsi geçen dönemde Rusya’nın Batı’ya çıpalanmasında, önde gelen Avrupa-Atlantik yapılarını temsil eden NATO ve AB’nin kurumsal olanak ve araçlarından azami yönde yararlanılması düşüncesi önemli bir etkendi. SSCB’nin dağılması ertesinde ekonomik açıdan da zayıflamış ve kendi bünyesindeki sınamalarla uğraşmak zorunda kalmış bir Rusya karşısında Batının eli güçlenmişti.

 

1990’da AKKA Antlaşması hayat buldu. 1991’de Rusya’nın da katıldığı Kuzey Atlantik İşbirliği Konseyi (NACC) kuruldu. Rusya 1994’te NATO’nun Barış İçin Ortaklık programına katıldı. Süreç 1997 yılında NATO ile Rusya arasında imzalanan NATO-Rusya Kurucu Belgesi ile 2002 yılında ihdas olunan NATO-Rusya Konseyine kadar uzandı. SSCB’nin boyunduruğundan kurtulan Merkezi ve Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa-Atlantik yapılarına katılmasına dönük bir ortamın tohumları atıldı. NATO ve AB’nin genişleme dalgaları Rusya’nın kapısına dayandı.

 

Bu dönemde Batı-Rusya ilişkilerinin olumlu bir mecrada seyretmesine paralel olarak Karadeniz’deki bölge ülkeleri bir yandan barış ve istikrar ortamını bölgesel ölçekte takviye edecek girişimlere yönelirken, diğer yandan Batılı güvenlik şemsiyesinin birer parçası olmaya giriştiler.

 

Türkiye tüm bu girişimleri açıkça destekleyen ülkelerin başını çekti. Geniş Karadeniz havzasında bölgesel güvenlik ve istikrarı perçinlemek üzere 1992’de Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatının kurulmasına ön ayak oldu. 1998’de Karadeniz’deki kıyıdaş ülkelerin Deniz Kuvvetleri Komutanları Toplantısında Türkiye’nin öncülüğünde bölgesel güvenlik mimarisini pekiştirmek üzere Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu (BLACKSEAFOR-BSF) adı altında bir çağrı kuvvetinin tesis olunması için adım atıldı. 2000’de Türkiye’nin girişimiyle Karadeniz’e Kıyıdaş Devletler Sınır/Sahil Güvenlik Teşkilatları İşbirliği Forumu (BSCF) hayata geçirildi (https://www.sg.gov.tr/karadenize-sahildar-devletler-sinirsahil-guvenlik-teskilatlari-isbirligi-forumu-bscf). Hemen ertesinde 2002’de kıyıdaş ülkeler arasında Karadeniz’de Deniz Kuvvetleri Arasında Güven ve Güvenlik Arttırıcı Belge (CSBM) imzalandı (https://avim.org.tr/tr/Analiz/KARADENIZ-IN-HER-ZAMANKINDEN-DAHA-FAZLA-GUVEN-VE-GUVENLIK-ARTIRICI-ONLEMLERE-GEREKSINIMI-VAR). 2004’te yine Türkiye’nin öncülüğünde kıyıdaş ülkelerin katılımına açık Karadeniz Uyumu Harekâtı (OBSH) başlatıldı(https://www.dzkk.tsk.tr/Harekat/icerik/karadeniz-uyumu-harekati). Bu köşe taşları sayesinde ortaya ‘bölgesel sahiplik’ ilkesi temelinde, güven ve işbirliğine dayalı bir mimarinin kalıcı kılınmasına dönük bir süreç çıkmış oldu.

 

Bu temel taşlarını elbette bölge ötesinde cereyan eden gelişmelerden ayrı düşünmek mümkün değildir. SSCB’nin dağılmasının hemen ertesinde yaşanan küresel gelişmeler ve nispi uyum gösteren Batı-Rusya ilişkileri, bölge öncülüğünde ve bölgesel düzeyde Karadeniz’de karşılıklı çıkarlara ve güvene dayalı bir güvenlik ve işbirliği ortamının oluşturulmasında hiç kuşkusuz kolaylaştırıcı bir etkendi. Rusya’nın Batı dünyası için bir rakip değil, stratejik ortaklığı hedefleyen bir aktör olarak tanımlanmasının kuşkusuz bölge ülkelerinin de genel çıkar ve beklentileriyle uyumlu olduğu da söylenebilir.

(https://www.nato.int/nato_static_fl2014/assets/pdf/pdf_publications/20120214_strategic-concept-2010-eng.pdf).

 

Karadeniz Güvenliğinde Yeniden Temel Kırılmalar

 

Fakat süreç beklendiği biçimde ilerlemedi. 2000’lerin başında yeniden yükselen rekabet, Rusya’da yaşanan iktidar değişikliği, 2008’de Rusya’nın Gürcistan’a müdahalesi ve 2014’te uluslararası yükümlülükleri hilafına Kırım’ı işgal ve ilhak etmesi ile Donbas bölgesinde ayrılıkçı Rusya yanlısı güçlere açık destek vermesi Karadeniz’de 1990’lı yıllarda başlayıp, Gürcistan krizine rağmen kaybolmayan bölgesel güvenlik ilişkilerine doğrudan ve ağır bir darbe indirdi. Bölgede ve ötesindeki tehdit değerlendirmelerinin kökten değişmesine yol açtı. Karadeniz’de tansiyon yükseldi; sular başka yönde çırpınmaya başladı.

(https://www.nato.int/cps/en/natolive/topics_50090.htm).

 

2014 Mart ve Haziran ayları Avrupa-Atlantik camiası için şok dalgalarının yaşandığı bir dönem oldu. Önce Rusya Ukrayna’ya ait Kırım yarımadasını işgal ve ilhak etti. Donbas bölgesini istikrarsızlaştırmaya, oradaki ayrılıkçılara aktif destek vermeye başladı. Bilahare IŞİD, Suriye ve Irak’ta vahşi terör eylemleri uygulayarak ‘İslam Halife Devleti’ni ilan etti. Batının tehdit değerlendirmesi ve geleceğe yönelik bakışı altüst oldu: Ana tehditler artık Rusya ve selefi/cihatçı terördü. Rusya’nın saldırgan tutumu ve IŞİD terörü karşısında NATO ve AB 2014’ten itibaren karşı önlemler almaya başladı. NATO, yıllar sonra da olsa kolektif caydırıcılık ve savunmayı ön plana çıkaran, üyelerinin savunmasını önceleyen bir dizi tedbir paketini hayata geçirdi. AB ise Rusya’ya yaptırımlar uygulamaya başladı.

 

NATO’nun aldığı savunma önlemleri arasında Türkiye’yi de içeren bir paketin yanı sıra Karadeniz ve bölgedeki müttefik ülkeleri kapsayan savunma önlemleri fiiliyata sokuldu. Bunlardan biri de Karadeniz için Uyarlanmış (veya biçimlendirilmiş) İleri Mevcudiyet uygulamasıydı. İlerleyen aşamalarda bunu NATO Deniz Komutanlığı bünyesinde kurulan Karadeniz İşlevsel Merkezi ile Romanya’da tesis olunan Çokuluslu Tugay Komutanlığı izledi.

(https://shape.nato.int/news-archive/2018/romanias-multinational-brigade-bolstering-natos-tailored-forward-presence-).

 

Kriz bölgelerine süratle intikal edecek ‘Öncü Kuvvet’(VJTF) teşkili hızlandı. NATO Mukabele Kuvvetine içerik kazandırıldı. Müttefik ülkelerin hava sahasının denetimini güçlendirecek önlemler alındı. Karadeniz’de icra edilen tatbikatların sayısı arttı. Kısacası, Karadeniz’i de kapsayan, havada, karada ve denizde uygulanan önlemler sıkılaştırıldı. Bu bağlamda, 28 Haziran-10 Temmuz 2021 tarihlerinde Karadeniz’de, on dördü NATO üyesi olmak üzere otuz iki ülkenin katılımıyla icra edilen Deniz Meltemi 2021 tatbikatı sırasında dünya kamuoyu bölgeyi de etkileyen çeşitli gerilimlere tanık oldu (https://www.hurriyet.com.tr/dunya/natodan-rusyaya-gozdagi-karadenizde-dev-tatbikat-41842026). Sonuçta, Rusya’nın sergilediği saldırgan tutum karşısında İttifakın kolektif caydırıcılık/savunma, kriz yönetimi ve işbirliğine dayalı güvenlikten oluşan üç temel görevi tam teşekküllü olarak ve 360 derecelik bir bakış açısıyla devreye alınmış oldu.

 

Karşılıklı olarak gerginliği arttıran önlem ve uygulamaların Karadeniz’deki güven ve bölgesel güvenliği sağlamaya dönük bölgesel girişim ve yapılara sekte vurmaması mümkün değildi.  1990’lı yıllarda başlayan, bölge ötesindeki olumlu süreçten güç alan bölgesel çaba ve oluşumlar yine hem bölgede hem Avrupa-Atlantik ölçeğinde patlak veren endişe dolu gelişmelerden doğrudan ve olumsuz yönde etkilendi. Bu durum Karadeniz güvenliği için başta Türkiye olmak üzere bölgedeki kıyıdaş ülkelerce korunmasına çalışılan güven ortamının bölge ötesindeki konjonktürden soyutlanamayacağını açıkça ortaya koydu.

 

Bütün bu tansiyona rağmen Türkiye ve bölge için önemi yadsınamayacak, vazgeçilmesi düşünülemeyecek Montrö rejimi sapasağlam ayakta kalmayı başardı. Bu çerçevede, kimi müttefik ülkelerin Montrö rejimini ‘kısıtlayıcı’ bulmaları ve Karadeniz’de daimi mevcudiyet sergilenmesi gerektiği yönünde bir söylemi öne çıkarmaları karşısında Türkiye, Montrö Sözleşmesinin, müttefik ülkelerin sık sık gündeme getirdikleri uluslararası hukukun ayrılmaz bir parçasını oluşturduğunu belirtmekten vazgeçmedi. Rusya’ya ‘kurallara dayalı uluslararası düzene’ uyma çağrısını sürekli tekrarlayan müttefik ülkeler karşısında Montrö Sözleşmesi için de aynı tutumu sergilemeleri icap ettiği tutarlı şekilde savunuldu. Montrö rejiminin ‘kısıtlamalardan’ değil, uygulanması gereken hükümlerden oluştuğunun altı ısrarla çizildi. Öte yandan, mevcut güvenlik ortamında Montrö hükümlerine uyulması kaydıyla, Karadeniz’de müttefik ülkelerin değişimli olarak sürekli mevcudiyet sergilemelerine (persistent presence), dolayısıyla caydırıcılık icra etmelerine de itiraz edilmedi.

 

Çırpınan Sularda Türkiye Ne Yapmalı?

 

2016 yılında Varşova’da yapılan NATO Zirvesinde Rusya’yla ilişkiler bağlamında belirlenen ‘çift kuşaklı yaklaşım’ halen geçerlidir. Bu kuşağın bir ayağı kolektif caydırıcılık/savunmaya, diğer ayağı ise Rusya’yla diyalog ve angajmana dayalıdır. Türkiye de 2014’ten bu yana terörizmin yanı sıra Rusya’nın NATO için ana tehdit kaynaklarından birini oluşturduğunu kabul edegelmiş ve çift kuşaklı yaklaşımı benimsemiştir.

 

Türkiye, Montrö rejimine sıkı sıkıya sadık kalındığı sürece, Karadeniz’de müttefik ülkelerin donanma unsurlarının varlık göstermesini engellemeye dönük bir yol izlememiştir. Dolayısıyla, Rusya’ya karşı Karadeniz’de kolektif caydırıcılık ve savunma önlemlerinin uygulanmasına karşı çıkmamıştır. Pratikte zaman zaman düşük görünüm sergilenmesi tercih edilmiş, ancak alınan savunma önlemlerinin/kararlarının uygulamalarına katılmaktan geri durulmamıştır. Bölgedeki istikrarı öne çıkaran bu temel tutum aynen sürdürülmelidir.

 

2021 yılı da Karadeniz güvenliği açısından olumsuz gelişmelere sahne olmuş, bölgedeki gerilimi arttıran tasarruflar gündemde ilk sıralara yükselmiştir. Nisan ayında Rusya ile Ukrayna arasında patlak veren tırmanma özellikle Fransa ve Almanya’nın devreye girmesiyle güçlükle yatıştırılmış, ancak mesele çözüme kavuşturulamamıştır. Uzun süre de bu mesele bölgeden başlamak üzere küresel gündemde kalmaya adaydır. Yaz aylarında Karadeniz’de icra edilen başta Deniz Meltemi 2021 olmak üzere geniş çaplı tatbikatlarda ABD-İngiltere-Hollanda-Rusya dörtlüsünü karşı karşıya getiren ciddi tırmanmalar yaşanmış ve bölge yeniden gerilmiştir.

 

En son ABD Savunma Bakanının Ekim 2021’de bölgedeki müttefik ülkelere yaptığı ziyaret vesilesiyle verdiği mesajlar da 2014 yılından bugüne değin NATO bünyesinde Türkiye’nin de katıldığı kararlar doğrultusunda olup, Rusya karşısında uygulanan çift kuşaklı yaklaşımla uyumludur.

(https://www.defensenews.com/global/europe/2021/10/26/pentagon-chief-stresses-security-cooperation-as-key-to-stopping-russias-black-sea-aggression/)

 

Türkiye öteden beri Gürcistan ve Ukrayna’nın egemenliği ve toprak bütünlüğüne kasteden çatışmalar ve bunların ortaya çıkardığı sonuçlar karşısında tutarlı ve istikrarlı bir tutum izlemiştir. Bu tutumunu sürdürürken bölgede esasen Türkiye aleyhine bozulan dengelere rağmen Rusya’yı ‘kışkırtacak’ yollara sapmamış, çift kuşaklı yaklaşımın diyalog/angajman yönünü canlı tutacak bir tercihte bulunmuştur. Diğer yandan, stratejik ortakları olan Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO’ya üye olmalarını destekleyegelmiş, bu iki komşu ülkenin askeri olarak güçlenmesine yönelik tasarruflarda bulunmaktan da çekinmemiştir. Gürcistan donanmasının takviyesi ile Ukrayna’ya yapılan İHA/SİHA satışı, NATO görevi çerçevesinde Bulgaristan ve Romanya hava sahaları için tahsis olunan havadan erken ihbar uçağı (HİK), Polonya’daki hava polisliği için Türk F16’larının görevlendirilmesi Türkiye’nin bu alanda sahadaki davranış şekline somut örneklerdir.

 

Rusya’nın Kırım’a inip, yarımadayı askerileştirmesi Türkiye’nin tehdit değerlendirmesinde mutlaka dikkate alınması gerekli bir durumdur. Bunun siyasi ve askeriaçıdan arzettiği önem ne küçümsenebilir, ne de yok varsayılabilir. Diğer yandan, uzunca bir süre bölgemizde sürüncemede kalmış ihtilafların çözümüne yönelik güven ve güvenliği arttıran girişim ve uygulamalar da yine uzun erimde donmuş halde kalacaktır. Bu saptama olgusal bir durumdur ve bununla yüzleşilmelidir. Bölgesel sahipliğe ve meselelere bölgesel çözümler bulmaya dair geniş bir müktesebatın varlığı da diğer bir olgudur. İleride bölge ve ötesindeki dengeler üzerinde geniş ölçekte bir anlaşmaya varılması halinde bu müktesebattan elbette yararlanılması düşünülebilecektir. Ancak, mevcut güvenlik ortamında ve yeni koşullar altında geçmişteki müktesebata dayalı yollar izlenmesinde ısrar edilmesinin somut sonuçlar doğurmayacağı kabullenilmelidir.

 

Türkiye’nin kendi güvenliğini de doğrudan etkileyen mevcut tablo karşısında savunma-diyalog dengesini halen devam eden gergin ortamla uyumlu kılacak bir yolda ilerlemesi yeğlenmelidir. Bu çerçevede son derece hassas dengelere dayalı olan Karadeniz güvenliği sorunsalını iç politik amaçlara endeksleyecek söylem ve eylemlerden kaçınılması esas alınmalıdır.

 

Bu ana ilkeler temelinde belirlenecek tutumun bugün itibariyle keskinleşen stratejik rekabetten etkileniyor olması da gözardı edilmemelidir. Türkiye’yi uzun dönemde süreceği anlaşılan stratejik çekişmenin göbeğinde tutacak ve Karadeniz dâhil bölgede yeni savrulmalara sürükleyecek tercihlerden kaçınılması en sağlıklı yaklaşım olacaktır.

 

ABD ve NATO kuvvetlerinin 2021 Ağustos ayında Afganistan’dan son derece kaotik şekilde çekilmesi, bilahare 2021 Eylül ayında ABD-İngiltere-Avustralya arasında Çin’i dengelemeye yönelik olarak kurulan savunma paktı (AUKUS), bunun hemen akabinde Vaşington’da ABD-Hindistan-Japonya-Avustralya Zirvesi (QUAD) uluslararası güvenlik gündemine damga vurmakla kalmamış, ABD’nin, Rusya’yı ana tehdit kaynaklarından biri olarak gören transatlantik çerçeveyi de karşısına almadan Hint-Pasifik bölgesindeki sınamaları öncelediğini ortaya koymuştur. ABD-Rusya-Çin’in oluşturduğu üçlü kutup arasında süreceği artık sahada somut olarak açığa çıkan çekişmede Türkiye’nin konumunu kuşkuya mahal bırakmayacak bir yönde belirlemesi daha da önem kazanmıştır. Türkiye’nin geleceğinin Avrupa, diğer bir anlatımla Batı olduğu en üst düzeyde dile getirilmiştir.

(https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-55604477,https://www.aa.com.tr/tr/turkiye/cumhurbaskani-erdogan-brexit-ile-artan-belirsizlik-turkiyenin-avrupa-ailesinde-hak-ettigi-yeri-almasiyla-giderilebilir/2107189).

Bu söylemin pratikte hayata geçirilmesi ve atılması gerekli adımlarla içinin doldurulması esas alınmalıdır. Mevcut uluslararası konjonktür, Türkiye’nin kamuoyuna açıklanan tercihini ve bunun dayandığı uluslararası taahhütlerini tam teşekküllü olarak uygulamaya geçirilmesini zorunlu kılmaktadır.

İlgili Yazılar
Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir