Büyükelçi (E) Oğuz Demiralp

Büyükelçi (E) Oğuz Demiralp
Lozan Antlaşması’nın imzasının 100. yıldönümünü kutluyoruz. Devletlerin hayatında bu tür anlamlı yıldönümleri bir defa gelir ve çok özel ve gösterişli şekilde kutlanması gerekir. Bizde böyle olmadı. Tıpkı 100. yıldönümleri geride kalan 19 Mayıs, 23 Nisan, Sakarya Muharebesi ve benzerleri gibi Türk tarihinin olağanüstü önemdeki kilometre taşlarının o yıldönümlerinin basit ve sıradan törenlerle adeta geçiştirilmiş olması gibi… Üzülüyoruz ama asla umutsuz değiliz; Tevfik Fikret’in “Ferda” (Yarın) şiirini anımsayarak:
Gençler, bütün ümîd-i vatan şimdi sizdedir
Her şey sizin, vatan da sizin, her şeref sizin…
***
“Bu Antlaşma, Türk milletine karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sévres Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın sonuçsuz kaldığını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasi zafer eseridir!”
Evet, aynen böyle… Ülke 10 yıllık kesintisiz bir savaş döneminden çıkmış. Trablus Savaşı, Balkan Harbi, Birinci Dünya Savaşı… Sonra uğursuz Mondros Mütarekesi ve arkasından da Sevr Antlaşması var. Ve İstiklal Savaşı… Bu savaş nasıl anlatılır, sıfırdan-evet sıfırdan-yola çıkılıp “düvel-i muazzama” nasıl dize getirilir, en iyisi bunun anlatımını da Nazım Hikmet’e bırakalım:
“Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar: ‘üç’ dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu.
Bıraksalar ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı”.
Sonra Mudanya Mütarekesi gelmiş. Bütün bir Doğu Trakya savaşsız geri alınmış. 10 yıllık savaş fiilen bitmiş. Hukuken bitişi ise Lozan’da olacaktır. Bunların ikisinin de baş rolünde, hiçbir diplomasi tecrübesi olmayan, 30’lı yaşlarında genç bir asker… Cumhuriyet’in “İkinci Adamı” İsmet Paşa. Onun arkasında ise anıt bir isim var: Mustafa Kemal… O da sadece 42 yaşında. İsmet Paşa Lozan’ın sıkıntılı günlerinde kader arkadaşı Mustafa Kemal’e şöyle yazıyor: “Her dar zamanımda Hızır gibi yetişirsin. Dört beş gündür çektiğim azabı bir düşün. Büyük işler yapmış ve yaptırmış adamsın. Sana bağlılığım bir kez daha artmıştır. Gözlerinizden öperim pek sevgili kardeşim, aziz şefim”.
İsmet Paşa bu sırada Lozan’da bir yandan İngiliz/Fransız/İtalyan ve diğerleriyle boğuşurken, bir yandan da müzakerelerde attığı her adıma Başvekil Rauf Bey’den (Orbay) gelen şiddetli muhalefeti aşmaya çalışıyor. O Rauf Bey ki, Mondros Mütarekesi’ne imza koymuş olmasının utancını Lozan’a “Baş Delege” unvanıyla giderek telafi etmek istiyor, ancak Mustafa Kemal Paşa’nın tercihi İsmet Paşa oluyordu. Başvekil Rauf Bey’in hoşnutsuzluğu o kadardı ki, imza sonrası yurda dönüşünde İsmet Paşa’yı -üstelik Atatürk’ün ricasına rağmen- karşılamamak için Ankara dışına çıkacaktı. Meclis’te “İkinci Grup” denilen Atatürk karşıtlarının muhalefetini de unutmamak lazım.
***
Lozan müzakerelerinin safahatı ve Lozan’ın Türk tarihindeki yeri çok yazılmış ve anlatılmıştır. Burada bunları tekrarlamaya gerek yok. Sadece birkaç kısa notla yetinelim:
Lozan’a giden Türk heyetinin başkanı İsmet Paşa idi. İkinci delege Rıza Nur, diğer bir delege de Hasan Bey (Saka, eski İktisat Vekili) olarak belirlenmişti. Ayrıca 21 danışman, 2 basın danışmanı, 10 yazman ve çevirmen de heyete yardımı olmak üzere Lozan’a gittiler. Danışmanlar arasında Celal Bey (Bayar), Şükrü Bey (Kaya), Yusuf Hikmet Bey (Bayur), Münir Bey (Ertegün), Tevfik Bey (Bıyıklıoğlu) gibi bir kısmı daha sonra Türk siyaset ve diplomasi alanında öne çıkacak kişiler bulunmaktaydı. Bu isimlere ünlü yazar Ruşen Eşref Bey (Ünaydın) ile ünlü şair Yahya Kemal Bey’i de (Beyatlı) eklemek gerekir.
Bu kadro genç Türk Devletinin en becerikli ve bilgili aydınları arasından seçilmeye çalışılmıştı.
Türkiye Kurtuluş Savaşı’nın yaralarını henüz saramamıştı. Ülke yokluk ve sıkıntı içindeydi. Lozan barış konferansına katılacak heyetin yapacağı harcamalarla ilgili 279 sayılı bir kanun çıkarıldı. Kanunda şunlar yazılıydı: “Dışişleri Bakanlığı bütçesinin genel giderler bölümüne 150.000 lira ödenek konulmuştur. Bu ödenek şu amaçlarla kullanılacaktır: (1) Heyet başkanına 10, heyet üyelerine 8’er, danışmanlara 5’er, tercüman ve kâtiplere 3’er, neferlere 2’şer İngiliz lirası yevmiye verilir. (2) Heyet başkanına 50, diğerlerine 20’şer İngiliz lirası elbise parası verilir. (3) Daha önce Avrupa ve Rusya’ya gitmiş olanlara elbise parası verilmez.”
İsmet Paşa yola çıkarken Hükümet heyete Lozan’daki müzakereler için 14 maddelik bir talimat vermişti. Talimatın amacı bağımsız Türk devletinin kuruluşunu uluslararası planda tescil ettirmek ve bu devletin yine uluslararası planda tanınacak sınırlarını çizmekti. Burada dikkatleri en fazla çeken husus, 2 noktada kesin talimat verilmiş olmasıydı: Eğer Müttefikler ülke içinde bir Ermeni yurdu kurmak ve kapitülasyonları devam ettirmek konularında ısrar edecek olurlarsa, heyet hükümete sormak ihtiyacını bile duymadan bunları reddedecek, gerekirse görüşmeleri kesip ülkeye geri dönecekti. Ankara bu iki konuda bu kadar hassas ve kararlı idi.
Türk tarafının müzakere pozisyonunun temelini, bir kurtuluş savaşı sonrası kurulmuş yeni Türk devletinin tam bağımsızlığını ve egemenliğini uluslararası planda kabul ettirmek ve bu çerçevede kendilerine Hükümet tarafından verilmiş olan 14 maddelik talimatı imkanlar ölçüsünde yerine getirmek oluşturmaktaydı. Lozan’da 600 yıllık çok uluslu bir imparatorluğun son muhasebesi yapılıyordu. Karşı cephede yer alan ülkelerin her birinin kendine göre hesapları vardı. İngiltere Musul ve Boğazlar konularına büyük önem veriyor, Fransa kapitülasyonların kalkması konusunda son derece isteksiz davranıyordu. Sovyetler Birliği için Boğazlar’ın statüsü öncelikli meseleydi. Yunanistan ile ise sınır meseleleri ve azınlıklar konuları ön plana çıkıyordu.
Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara Hükümeti ile Fransa arasındaki ilişkiler yumuşamış ve bu ülke ile 20 Ekim 1921 tarihinde Ankara İtilafnamesi imzalanmıştı. Sovyetlerin de bu sıralarda Anadolu Hareketi’ne verdikleri destek ortadaydı. İsmet Paşa müzakereler sırasında bu iki önemli ülke ile olan yakınlaşmayı diplomatik planda ustalıkla kullanmış, İngilizlerin toplantılardaki sert tutumunu bir ölçüde de olsa dengelemeye çalışmıştır.
Konferans çalışmalara başladıktan birkaç hafta sonra müzakerelerin çıkmaza doğru gittiği görüldü. Özellikle Boğazlar, Trakya sınırı, kapitülasyonlar, azınlıklar, Osmanlı borçları ve savaş tazminatları gibi konularda taraflar arasındaki derin farklılıklar giderilemiyordu.
Lord Curzon 30 Ocak 1923 tarihinde Lozan’a katılan tüm devletler adına adeta bir ültimatom havasında Türk tarafına 160 madde ve 9 ekten oluşan bir antlaşma taslağı verdi. Antlaşmanın bu şekliyle imzalanmasını istiyordu. Tasarıda müzakereler sırasında anlaşmaya varılan noktalar olduğu gibi, Türk tarafınca kabulü mümkün olmayan hususlar da bulunmaktaydı.
Lozan’da sıkıntılı birkaç gün yaşandı. Özellikle 4 Şubat günü çok kritik idi. İsmet Paşa bütün ağır baskılara rağmen antlaşmayı bu şekilde imzalamayı kabul etmeyince toplantı dağıldı. İsmet Paşa “Esareti kabul etmedik” diyordu. Lord Curzon Londra’ya, İsmet Paşa Ankara’ya döndü. Büyük ümitler bağlanan barış konferansı başarısızlıkla mı sonuçlanmıştı?
Lord Curzon Lozan’ı terk edip gitmişti ama konferansın kesintiye uğramasından İngilizler de memnun değildi. Aynı Lord Curzon Romanya yoluyla Türkiye’ye dönmekte olan İsmet Paşa’ya daha Bükreş’te iken yumuşak üsluplu bir mesaj göndererek konferansın barış ile sonuçlanması ümit ve dileğini ifade ediyordu. İsmet Paşa da kendisine aynı yumuşak üslupla cevap verdi.
Türkiye 8 Mart 1923’de İngiltere, Fransa ve İtalya’ya birer nota vererek konferansın kesilmesine sebep olan müttefik devletler projesine karşı mukabil öneriler sundu ve konferansın yeniden toplanmasını önerdi. Müttefiklerin 28 Mart’ta bu öneriyi kabul etmesi üzerine İsmet Paşa Lozan’a geri döndü ve konferans 2,5 aylık bir aradan sonra 23 Nisan günü kaldığı yerden tekrar başladı. Öte yandan İngiltere heyetine artık Lord Curzon değil, müzakerelerin ilk dönemindeki yardımcısı ve İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Horace Rumbold başkanlık ediyordu. Gözlemci ABD heyetinin başına da bu defa İstanbul’daki Yüksek Komiserleri Mark Bristol geçmişti.
Lozan’daki ikinci dönem görüşmeler 3 ay kadar sürdü. Müzakereler aynı sertlik ve güçlüklerle devam etti. Sonunda Antlaşma 24 Temmuz 1923 günü Lozan Üniversitesi salonunda törenle imzalandı. İlk imzayı Türk heyeti Başkanı İsmet Paşa attı. İmza için kullandığı altın dolma kalemi kendisine Atatürk vermişti. Paşa Lozan dönüşü bu kalemi İstanbul Üniversitesi’ne hediye edecekti (Bu kalemin bugün ortada olmadığını söylersem herhalde şaşırmazsınız).
Antlaşma’nın Türkiye tarafından onaylanmasıyla İngilizler Çanakkale Boğazı ve İstanbul’dan çekilmeye başladılar. Bu iş için kendilerine Lozan’ın 14 numaralı protokolünde 6 haftalık bir süre tanınmıştı. Çekilme 39 gün sürdü. 13 Kasım 1918’de Haydarpaşa önlerine müttefik donanmanın demirlendiği ve 18 Mart 1920 günü de hukuksuz olarak işgal edilen İstanbul, 4 yıl 10 ay 23 gün sonra kurtarılmıştı. 6 Ekim 1923 günü Türk ordusu törenle yeniden İstanbul’a girdi. İşgalciler “geldikleri gibi” gitmişlerdi.
İsmet Paşa Lozan’da 8 ay boyunca adeta yeni bir “meydan savaşı” vermiştir. Atatürk’ün de büyük desteğiyle yürütülen bu mücadele sonucu Türk tarafı isteklerini eski hasımlarına çok büyük oranda kabul ettirmiştir. Kuşkusuz elde edilemeyen bir-iki sonuç da olmuştur ancak bu, uluslararası müzakerelerin doğasında mevcuttur. Müzakereler kararlılığın yanı sıra gerçekçilik ve akılcılıkla yürütülmüştür. Sonuç Türkiye açısından büyük bir zaferdir. Düşmanın Ankara’ya sadece 50 km uzaklıkta bulunan Polatlı ve Haymana’ya dayandığı bir aşamadan gelinip, Atatürk önderliğinde verilen bir Kurtuluş Savaşı sonucu ülkenin bugünkü sınırlarının çizilip uluslararası planda kabul ettirildiği bir belgedir.
Lozan Anlaşması, Türkiye’nin Mondros ve Sevr Antlaşması ile elinden alınmak istenen topraklarını ve bu topraklar üzerindeki Türk ulusunun bağımsızlığını geri getirmiş, milli sınırlar içerisinde yeni bir Türk devletinin doğuşunu sağlamıştır. Lozan ile “Doğu Sorunu” ve “Avrupa’nın Hasta Adamı” gibi kavramlar tarihe karışmıştır.
Lozan’ın 100. yıldönümü kutlu olsun! Bu mücadelede rolü ve katkısı olanlara minnetle…
Lozan, Birinci Dünya Savaşıyla birlikte başlamış bir kanlı oyunun sona erdiği yerdir. Türkiye açısından bu kanlı oyunun Balkan savaşlarında başlamış olduğu söylenirse yanlış yapılmaz. Ancak, aralıksız savaş hali olarak 1914 ile 1923 arası, yani sekiz uzun yılı ele almak bile Lozan’da gelen barışın önemini göstermeye değer. Cemil Bilsel’in 1933 yılında yayınladığı iki ciltlik Lozan başlıklı yapıtı bu destanlık dönemi çok iyi anlatır.
Yaptığım okumalardan sonra doğruladığım bir kanım şudur: Mustafa Kemal Atatürk olmasaydı, Kurtuluş Savaşımız olmazdı. Anadolu’nun ortasında sıkışmış kalmış olarak da varlığımız pek kalıcı olmazdı. Birkaç onyıl içinde ortadan kaldırılmış olurduk. Nasıl Araplar İberya’dan atılmışsa biz de öyle Trakya ve Anadolu’dan atılmış, en iyi olasılıkla orada burada hakları çiğnenen azınlıklar halinde yaşar olurduk.
Lozan, Trakya ve tüm Anadolu’da bağımsız bir devlet olarak kalıcılığımızın uluslararası camiaya kabul ettirilmesi olmuştur. Bu sonuca Kurtuluş savaşı kazanıldıktan sonra ulaşılmıştır. Dolayısıyla Lozan bir bakıma askeri zaferin uluslararası siyaset ve hukuk alanına yansıtılması, hukuk bakımından taçlandırılmasıdır.
Askeri alanda elde edilenleri diplomatik alanda koruyup doğrulatmak, giderek müzakareler yoluyla bunların üstüne koymak kolay iş değildir. Lozan’da Türkiye’nin amacı bu olmuştur.
Lozan Barış Konferansı’nın değerlendirilmesine 1919 Paris Barış Konferansı’nı anımsayarak başlamak gereklidir. Bunu yapmanın bence en basit yolu Margaret Macmillan’ın Paris 1919 başlıklı kitabını okumaktır. Türkçesi de çıkmış olan bu kitabı Cemil Bilsel’in Lozan’ı ile yanyana getirirseniz o dönemin bir fotografını elde etmiş olursunuz. Bir de İsmet Paşa’nın Lozan Anılarını eklerseniz, Lozan’a doğru zoom yaparsınız. O aşamaya geçince Rahmetli Seha Meray’ın yeni Türkçeye aktardığı Lozan tutanaklarını ve belgelerini de anlaşma metinlerinin yanısıra okumanız gerekir. Rahmetli Meray’ın bu çalışması Lozan kültürüne anıtsal bir hizmettir. Taha Akyol ile Sefa Kaplan’ın hazırladıkları Açık ve Gizli Lozan Oturumlarda Lozan Tartışmaları (DK, 2013) bu zoom’u yapınca mutlaka okunması gereken diğer bir kitaptır.
Birinci Dünya Savaşının kazananları Paris’te bir araya gelerek, yendiklerine neler yapacaklarını, yendiklerini nası yiyeceklerini görüşmüşlerdir. Bu Konferansa Osmanlı Hükümeti de derdini anlatması için çağrılmıştır. Anlaşılan, galiplerin ayağına çağrılmayı o günün hükümeti diplomatik başarı diye satmaya çalışmış. Damat Ferit Paşa koşa koşa gitmiş Paris’e, ayrı gelen Tevfik Paşa’nın varmasını beklemeden çıkmış yenenlerin, daha doğrusu yiyenlerin önüne. Damat Ferit’in yaptığı sunumda okuduğu andıçın tam metnine Cemil Bilsel’in kitabında yer verilmiştir. Çeşitli kaynaklar aynı yönü gösteriyor: bu toplantıda Damat Ferit rezil olmuş, Osmanlıyı, Türkiye’yi rezil etmiş. Margaret Macmillan, Damat Ferid’in başlıca başarısı Sultan’ın kızıyla evlenmek olan zengin bir adam kimliğini anımsatttıktan sonra, kibarca, Damat’ın gösterisinin “patetik” bulunduğunu yazar. ABD Cumhurbaşkanı Wilson, “Bundan daha budalaca bir şey görmedim” demiş, gene Macmillan’ın yazdığına göre. Pek sayın damadın “ Tam bir sağ duyu yoksunluğu ve Batı’yı hiç anlamamışlık sergilediğini” de eklemiş Wilson. Llyod George da Türklere karşı ırkçı düşmanlığını sergilemek için bu fırsatı kaçırmamış. Osmanlı Başbakanı bu hallere düşerken, Venizelos Konferans’ın yıldızı olmuş. Llyod Geoge’un onu Perikles’ten buyana en büyük Yunan devlet adamı olarak gördüğü bile söylenir. Venizelos, başarılı gösterilerinin sonucunda ağababalarından Anadolu’yu istila izni almayı becermiş. Bakmayın “Bizi İngilizler gönderdi” demesine, asıl o istemiş, başlatmış Ernest Hewingway’ın gözlemleyeceği gibi trajik bir yenilgiye sonuçlanacak “ikinci Troya seferi”ni.
Birinci Dünya Savaşı’na girilmesine de, Osmanlı Hükümetlerinin teslimci politikalarına da karşı olan Atatürk o sıralarda koyu bir gecenin içinden doğacak güneş gibi hazırlanmaktadır “geldikleri gibi gideceklere” karşı.
Bu güneş doğduktan sonra yükselir ve Lozan’ın vakti gelir. Lozan’da güneşi balçıkla sıvamak isteyenlere karşı diplomatik bir mücadele verilecektir. Böyle bir mücadeleye girişirken ilk yapılacak iş en uygun temsilciyi seçmektir. İsmet Paşa’nın , o dönemin olası müzakerecilerine bakıldığında, en uygun seçim olduğu görülmektedir. Üstelik, İsmet Paşa Mudanya sınavını büyük bir başarıyla geçmiştir. Savaşı İstanbul’a ve (Doğu) Trakya’ya taşımak tehdidiyle işgalcileri masaya oturtmuş ve hiç bir çatışma olmadan (Doğu) Trakya’yı almıştır. Kanımca Lozan’a giden yol Mudanya’da açılmıştır. Yolcuyu değiştirmemek gerekiyordu.
İnönü’nün Lozan’da en önemli muhatabı İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon. Diğer katılımcılar ikincil. Başarılı bir diplomat Lord Curzon. Asya’yı, Türkiye’yi biliyor. Llyod Georg gibi bir Türk düşmanı değil. Giderek, Yunan hayranı da değil. Yunanlıların İzmir’i işgâline izin verilmesini bir hata olarak görüyor. Yunanlıların yöneticilik yeteneklerini küçümsüyor. Gel gelelim, sıra dışı bir profesyonel Lord Curzon. Bilgili, zeki, güçlü ve saldırgan bir kişiliği var. Herkesten üstün olduğuna inanmış, tam bir megolaman. Fransızları bile adamdan saymıyor. Acımasız bir profesyonel Lord Curzon. Müzakerelerde amacı neyse başarmak için her türlü numaraya, entrikaya başvurabilir. Lozan’a diğer müttefikleri kafaya almış, üstünlüğünü, önderliğini kabul ettirmiş olarak geliyor. Karşısında İsmet Paşa, yirmi yaş küçüğü. Üstelik tutuk, çekingen görünüşlü, işitme sorunu olan, yabancı dil becerisi en üst düzeyde olmayan bir asker, diplomasi deneyimi pek az. Lord Curzon’un müzakere taktiği belli: İsmet Paşa’yı ezmeye çalışmak. Bizi Asya’ya geri döndürmek dahil, türlü tehditler savuruyor. İsmet Paşa’nın müzakere taktiklerine halı bezirganlığı diyor. İngiltere’nin söylediklerini kabul etmemizin uygarlığın bir gereğini olduğunu yutturmaya çalışıyor. Lord Curzon bu saldırgan tavrı nedeniyle Lozan’a ilişkin imgelemimizde emperyalizmi cisimleştiren şeytan gibi adam betisi (figür) olarak yer almıştır. Ancak, Curzon’un evdeki hesabı çarşıya uymayacak, İsmet Paşa çetin ceviz çıkacaktır. Yumuşak atın çiftesi pek olurmuş. Müzakere tutanaklarını ve çeşitli ilgili kaynakları okuyanlar görürler: İsmet Paşa bir çok kez bu İngiliz uyanığına külahı ters giydirebilmiştir. Andığımız iki üst düzey kişi arasında zamanla karşılıklı saygı oluşması da bu tür müzakerelerde görülen bir şeydir. Nitekim, İsmet Paşa da şöyle anar Lord Curzon ile ilişkisini: “…bende kalan bir sevgi ve saygı hissidir. Beraber çalıştık, çok mücadele ettik. Ama karşılıklı aradığımız neticeye elbirliği ile vardığımızı zannediyorum.”
Müzakerelerin ikinci evresinde Lord Curzon’un yerini alan İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisi Horace Rumbold da yaşamöyküsü kitap konusu olmuş üst düzey bir diplomattır. Türk düşmanı olmamakla birlikte, Türklerle ilgili olumlu görüşleri olduğu söylenemez. İngiltere’nin Filistin politikasını eleştirmiş bir kişidir. Bunu yaparken, Arapların Türkler yüzünden gelişemediklerini filân yazmıştır. 1928 – 33 yıllarında Berlin Büyükelçisi iken anti – semit eğilimler sergilediği söylenir. Lord Curzon gibi fokur fokur bir kişiliği olmadığı için Lozan deyince pek akla gelmez. Rumbold’un akla gelmemesinin ve Curzon’un yerini almasının bence bir nedeni de İngilizler için müzakerelerin asıl ilk döneminin önem taşımış olmasıdır.
Lozan müzakerelerinde Fransa ve İtalya ikincil önemde olmuş, Japonya haliyle kenarda kalmıştır. Fransa küçük iktisadi çıkarlarının peşinde koşmuş; anlaşılan, bu yüzden müzakerelerin uzamasına da yol açmıştır. İtalya’nın da, bence, en önemli amacı Meis’i elinde tutmak olmuş ve bunu başarmıştır.
1923’den buyana Türkiye’de bitmeyen tartışmadır: Lozan başarı mıdır, yoksa başarısızlık mı?
Oysa bu tür, belki de her tür müzakerelerde başarıyı ölçmenin bir yolu vardır. Temsilci heyetler müzakerelere belirli yönergeler alarak, resmî ağızla söylersek, bir müzakere pozisyonu oluşturarak gider. Genellikle yönergeler en fazlacı (maksimalist) bir anlayışla hazırlanır. İstenilen her şeyin alınması beklenmez. Bir tarafın istediklerinin tümünü diğer tarafın kabul etmesi ancak yenen – yenilen ilişkisinde olur. Eşitler arasındaki müzakerelerde, genel olarak yüzde yetmiş oranında istediklerinizi elde ederseniz müzakereler başarılı geçti demektir.
Lord Curzon bunları bildiği için, baştan, Türk heyetine “Yunanlıları yendiniz ama bizim açımızdan Birinci Dünya Savaşını kaybeden ülkesiniz. Dediklerimizi yapacaksınız, tazminat vereceksiniz” diye bastırmış, yukarıda değindiğimiz gibi, İsmet Paşa’yı saldırgan bir üslûpla sindirmeye çalışmıştır. Ancak, Lord Curzon bu tavrını İsmet Paşa’ya dayatmayı başaramamıştır. Buna karşılık, ismet Paşa, Lord Curzon’a karşısında Damat Ferit’in olmadığını daha başından kavratmayı, bağımsız ve eşit bir ülkenin temsilcisi olduğunu kabul ettirmeyi başarmıştır. Peki, kendisine Ankara’nın yönergeleri yerine getirmeyi ne ölçüde başarmıştır?
İsmet Paşa’ya Lozan’a giderken verilen yönerge, ülkemizin en önemli araştırmacılarımızdan Büyükelçi Bilal N. Şimşir’in sadeleştirmesiyle (Lozan Günlüğü, Bilgi yayınevi, 2014) şöyle:
1) Doğu sınırı: “Ermeni Yurdu” söz konusu olamaz, olursa görüşmeler kesilir.
2) Irak sınırı: Süleymaniye. Kerkük ve Musul livaları istenecek, konfernasta başka bir durum ortaya çıkarsa Hükümetten talimat alınacak
3) Suriye Sınırı: Bu sınırın düzeltilmesi için çalışılacak ve sınır şöyle olacaktır: Re’si İbni Hani’den başlayarak Harim, Müslimiye, Meskene, sonra Fırat Yolu, Derizor, Çöl, nihayet Musul Vilâyeti güney sınırına ulaşılacak.
4) Adalar: Duruma göre davranılacak, kıyılarımıza pek yakın olan adalar ülkemize katılacak, olmazsa Ankara’dan sorulacak.
5) Trakya sınırı: 1914 sınırının elde edilmesine çalış
6) Batı Trakya: Misak – Milli maddesi.
7) Boğazlar ve Gelibolu Yarımadası: Yabancı bir askeri kuvvet kabul edilemez, bu yüzden görüşmeleri kesmek gerekirse önceden Ankara’ya bilgi verilecek.
Büyükelçi Şimşir’in yine aynı kitabından İngiltere’nin poziyonunun aktarıyorum:
Her iki tarafın da yönergelerindeki öğelerin teker teker ele alınıp müzakere sonuçlarıyla karşılaştırılması ayrı bir inceleme konusudur. Ancak, şöyle bir baktığımızda hemen görülebilen, Türkiye’nin bu müzakerelerden kazançlı çıktığı, İngiltere’nin de özellikle önem verdiği konularda elleri boş olarak Lozan’dan ayrılmadığıdır. O dönemin Avrupa basınında müzakere sonuçlarının, çoğunlukla, Türklerin zaferi olarak yansıtılmış olduğunu bu arada anımsayalım. Nitekim. Paul Dumont, Batı’da Atatürk üzerine yazılmış en önemli kitaplardan biri ve Türkçeye de çevrilmiş olan Mustafa Kemal İnvente La Turquie Moderne’de (Mustafa Kemal Modern Türkiye’yi İcat Ediyor), Lozan antlaşmasının “Batı diplomasisi için ciddi bir yenilgi olduğu”nu yazar. Paul Dumont’un bu yargısını paylaşmamak için herhangi bir neden henüz göremedim.
Lozan sonuçlarını olumsuz bakan Türkiye’deki muhalefetin üstünde en çok durduğu, hâlâ her fırsatta dile getirdiği konu, kabaca, Musul’un alınamamış olmasıdır. Gerçi zamanın muhalefeti hiç bir zaman “Musul’u alıncaya kadar savaş devam” diyememiştir ama olumsuz yorumlarını esirgememiş, Meclis’te Yahya Kemal (Lozan Heyetinde Konferansın ikinci bölümünde de yer alsaydı, tavrı ne olurdu acaba? Yahya Kemal büyük şairdir. Ancak, okduklarım ışığında onun kişiliğine duraksamayla bakıyorum.) dahil, ondört üye Lozan anlaşmalarının kabul edilmemesi yönünde oy kullanmışlardır. Sormak gerekir? Musul’u, bize, (Doğu) Trakya gibi, savaşmadan verirler miydi? Vermeleri için (Doğu) Trakya’daki halkın olduğu gibi Musul yöresindeki halkın ordularımız oraya yönelir yönelmez İngilizler aleyhine silaha sarılacaklarından emin olmak, İngilizlerin de buna inanmış ve bundan korkuyor olmaları gerekmez miydi? Yerel halk desteği olsun ya da olmasın, o yörede askeri zafer sağlayacak askeri gücümüz var mıydı?
Bu toprak alıp verme işlerini toprağın üstündeki halktan ayrı düşünmemek gerekir. Kimin yaşadığına bakmaksızın bir toprağı almaya çalışmak eski fetih anlayışıdır. O fetih anlayışını bu dönemde yeniden uygulamaya koymak olanaklı mıydı? Halkının kurtuluş savaşına katıldığı topraklar kurtarılmıştır. Ancak bugünkü Musul yöresindeki nüfusun, ayrıca Lozan’da alamadığımız için üzüldüğümüz Ege adalarındaki Rumların bizimle birlikte Kurtuluş Savaşına katılmış olabileceklerini düşünmek gerçekçi midir? Kanımca bu sorulara elimizi vicdanımıza koyarak vereceğimiz yanıtlar Musul sorununu daha ussal değerlendirmemize yardımcı olacaktır. Yoksa, Musul konusunu vatandaşın gözünde Atatürk’ü, İnönü’yü ve Cumhuriyeti karalamak için kötü niyetle işleyenlere yardımcı oluruz. Ege adalarına gelince, Osmanlı döneminde o adalarda daha geniş müslüman yerleşimi olsaydı, hiç kuşku yok ki, bugünkü durum çok farklı olurdu.
Bu arada, benim, kişisel düzeyde yanıtını veremediğim bir soru var: Acaba İtalyanları, Meis’i bize vermeye razı edemez miydik? Gerçi italyanların da Anadolu’nın bazı kesimlerinde göz olduğunu ve bundan vazgeçirildiklerini biliyoruz ama……
Meis’i alsaydık, herhalde orada yaşayan Rumları nüfus değişim anlaşmasının kapsamına sokardık. Şimdi geldik Lozan’ın insancıl açıdan acıklı yönüne: nüfus değişimi. Hem Yunan hem de Türk yetkililer bu değişimi insanca bulmadıklarını, bağırlarına taş basarak yapmak zorunda olduklarını dile getirmişler, anlaşılan. Dökülen bu göz yaşlarının bir bölümünün içten olduğundan kuşkumuz yok, ancak büyük ölçüde timsah göz yaşlarıdır. Türkler açısından bu değişim Osmanlı toplum düzeninin kesinlikle son bulmasıdır. Osmanlı düzeninde etnik gruplar ayrı mahallerde olsa da aynı coğrafyada, ülkede yaşayabiliyordu. Ancak, Osmanlının değil, Batının geliştirdiği o zamanın yeni düzeni her kavime ayrı toprak anlayışına dayanıyordu. Osmanlı ve Türkler açısından Birinci Dünya Savaşı, ülkeler arasında olduğu kadar kavimler arasında bir savaş olmuştu. Ne yazık ki! Ne yazık ki!
Kayıtlara bakılırsa, nüfus değişimi fikrini ilk kez resmen dile getiren Venizelos’dur: 1919 Paris Konferansında yaptığı sunuşta. Venizelos, Batı Anadolu’nun Yunanistan’a, Doğu Anadolu’nun Ermenistan’a katılacağını, Orta Anadolu’da bir Türk devleti kalacağını buyurduktan (!) sonra Batı ve Doğu Anadolu’daki Türklerin Orta Anadolu’daki Rumlar ve Ermeniler ile yer değiştirmeleri gerekeceğini, açıkca “her kavim kendi evine” fikrini savunmuştur. İnsanca duygular adına bu nufüs değişimlerinin gönüllü olması gerektiğini, bence “âdet yerini bulsun” diye söyledikten sonra, Cemil Bilsel’in Türkçesiyle şöyle tamamlar sunuşunun ilgili bölümünü: “…bu karşılıklı ahali değişme, Milletler Cemiyeti’nin kontrolu altında yapılacağı cihetle bundan böyle millî devletleri içinde birleşme ve yaşama için elveren fırsattan istifade etmeyecek pek az bulunacağına şüphe yoktur.” Demek ki, 1927 den önce Robert Kolej’de öğretmenlik, 1961- 66 yıllarında Ankara’da ABD büyükelçiliği yapmış Raymond Hare’nin dediği gibi, “Venizelos mübadele fikrinin babasıdır.” Serab Sezer’in Lozan ve Mübadele (T.C. İst. Kültür Üniv., 2012) kitabında gördüğüm bu sözlerini Raymond Hare şöyle tamamlar: “Dr. Nansen bu fikri yeniden hayata geçirmiştir. Hamid Bey (Hasancan) ise mübadelenin mecburi olması prensibini ortaya atmıştır.” İnsancıl hukuk ve etkinlikler tarihinin dev adı olan Fridtjof Nansen ile Hilâl – i Ahmerci Hamid Bey’in nüfus değişimindeki bu tavırları anlamlıdır. Etnik / dinsel nüfusların “milli devletler”de azınlık olmaktansa, acılı bir yer değişimine uğratılması, anlaşılan, o günün koşullarında daha “insancıl” bulunmuştur. Doğrudan ilgili iki devlet, masadaki diğer devletler de bu insancıl (!) yaklaşımın asıl özneleridir elbette. Sonuç olarak, değişiminden önce Türkiye’yi terkeden bir milyona yakın Rumdan sonra, değişim anlaşması çerçevesinde dört yüze bine yakın Türk, onların yarısı kadar Rum ve Ortodoks da “yuvalarından” (İlgili antlaşma metninde kullanılan bir kavramdır) koparılmıştır. Bu arada, Yunanca / Rumca bilmeyen Anadolulu Ortodoksların da gönderilmiş olması benim, çeşitliliği savunan biri olarak, öteden beri zihnimi rahatsız eden bir konudur: söylemeden geçemeyeceğim.
“Milli devlet”, yani o zamanın anlayışıyla bağdaşık ulus devlet. İsmet İnönü, Lozan’da hem Türkleri hem de Kürtleri temsil ettiğini söylemiş, Türklerle Kürtlerin bir, giderek özdeş olduklarını savunmuş, müzakerelerden istediğini elde etmiştir. Lozan’da bizim açımızdan yeni bir toplum haritası da çizilmiştir. Lozan’a giderken ya da Lozan’dan dönüşte laik değildik. Ancak laik bir düzene geçeceğimiz, azınlıklarla ilgili müzakarelerde bildirilmiştir. Lozan’da, yeni Türk toplumunda müslümanlar, etnik ya da dilsel ayırım yapılmaksızın, çoğunluk, gayrimüslimler azınlık olarak belirlenmiş, bütün vatandaşlar biribirine eşit sayılmış, Devletin resmi dilinin Türkçe olacağı kesinleşmiş, ancak müslüman çoğunluk içinde Türkçe dışındaki dillere de (zamanla yasaklanmış, kısıtlanmış değil, geliştirilmiş olması gereken) dilsel özgürlük tanınmıştır. Başka bir deyişle, Lozan, gayrimüslim azınlıklara ve Türkçe dışındaki dillere pozitif ayırımcılık ilkesini kurmuştur. Sorun Lozan metninde değil, uygulanmasındadır. Lozan’ın bu konularla ilgili hükümlerini uygulamada başarılı olduğumuz söylenemez.
Anlayabildiğim kadarıyla, o an bakımından Atatürk, Lozan’ın sonuçlarını yeterli bulmuştur. Anlaşılan, bir an önce acılı sekiz yılı geride bırakıp barış haline geçmek, çabalarını alt üst olmuş ülkesine çeki düzen vermeye, ülkesini insanıyla birlikte geliştirmeye yoğunlaştırmak istiyordu. O an öncelikli olan barıştı. Elbette, ilerde fırsat bulunca….Önce Montreux konferansı, sonra Hatay….Atatürk’un nasıl uzun erimli düşündüğünü gösteren örneklerdir. Eminim, yaşasaydı, ikinci Dünya Savaşının özellikle son yıllarında değişik hamleler yapabilirdi. Lloyd George’un, 7 Temmuz 1920’de Spa (Belçika) Konferansı’nda “bitti” dediği Türkiye, Atatürk sayesinde yeniden var olmuştur. Lozan, bu yeniden varoluşun uluslararası camiaya söke söke kabul ettirilmesidir.
İsmet İnönü, “Lozan Konferansı, milletimizin Avrupa ortasında davet olunduğu büyük bir imtihandır” der. Türkiye bu sınavı başarıyla vermiştir.