POPÜLİST SÖYLEMLER VE NÜKLEER SAVAŞ RİSKİ

PAYLAŞ

Küresel Savaş Kapıda mı?

Son dönemde gerek sosyal medya mecralarında gerek resmî söylemlerde Üçüncü Dünya Savaşı’nın esasen başladığı veya çıkmasının eşiğinde olduğumuz yolundaki söylemin sıkça dolaşıma sokulduğuna tanık oluyoruz.

Çağımızın önemli sınamaları arasında üst sıralara yerleşen ve sınır aşan nitelikleri bulunan siber ve hibrit tehditleri dikkate aldığımızda, bunların kamusal ve özel alanları kapsayan küresel ölçekli bir savaşın kritik bileşenlerini oluşturdukları yadsınamaz bir gerçek. Dolayısıyla, bu tehditlerle yoğrulmuş asimetrik bir dünya savaşı olgusunun özellikle son on yıldır analistleri olduğu kadar kamuoylarını da meşgûl ettiği görülmekte.

Konvansiyonel ve asimetrik tehdit ve saldırıları harmanlayan küresel ölçekli bir savaş tezinin son günlerde yine yoğunluk kazanmasının arka planının etraflıca incelenmesi önem kazanmakta.

Bu tezin, sahadan gelen sağlam istihbarî verilere dayanması takdirinde muteber bir analize esas olması kaçınılmaz. Diğer yandan, küresel savaşın arefesinde olduğumuz savını ileri süren kimi çevrelerin bu görüşlerini kamuoylarını belli bir gündem ve amaç doğrultusunda manipüle ettikleri, olgusal temelden uzak algıya dayalı bir çizgiyi popülist dürtülerle benimsedikleri gözlenmekte.

“Üçüncü Dünya Savaşı” söyleminin son birkaç yıldır Türk resmî yetkililerince de çeşitli vesilelerle gündeme getirildiğini görmekteyiz. Örneğin, Cumhurbaşkanı Erdoğan 2022 yılından bu yana küresel savaşı çağrıştıran söylemi Batı’ya izafeten sıkça kullanıyor. Son olarak Temmuz 2024’te Washington’da düzenlenen NATO Liderler Zirvesi’ne katılmadan önce deÜçüncü Dünya Savaşı olasılığını ima eden ifadeler kullandı. Bu görüşünü dile getirirken sanki Türkiye ile Ukrayna arasında yıllardır sıkı savunma işbirliği ve ticareti yokmuş gibi küresel savaş çığırtkanlığını Batı’nın silah satıcılarının sorumluluğuna yükledi. 25 Kasım’da toplanacak Cumhurbaşkanlığı Kabinesi’nin temel gündem maddelerinden biri de küresel savaş riski.

Küresel savaş iddiasının dolaşımda tutulmasında Dışişleri Bakanı Fidan’ın da rol aldığını görmekteyiz. Örneğin Bakan Fidan, Haziran 2024’te yaptığı bir açıklamada dünya savaşı riskine değindi. Kasım 2024’te verdiği bir beyanda ise nükleer savaş çıkması tehlikesinin altını çizdi.

Nükleer boyut da içeren küresel savaş riski konusunda Türkiye’deki yönetim çevreleri ile destekçilerinin art arda gündeme getirdikleri bu en kötü hal senaryosunun kamuoyunu endişeye sevkedecek sonuçlar doğurması doğal. Bu noktada sorulması gereken soru, Türkiye’de ve dışarıda kullanılan bu söylemin gerçeği ne derecede yansıttığında düğümleniyor.

ABD ve İngiltere’nin Adımları ve Putin’in Çıkışı

Son günlerde Ukrayna’daki Rusya tabanlı savaşta nükleer silah kullanma boyutu da içeren gelişmelerle birlikte önemli bir tırmanmanın ortaya çıktığı görülmekte. Mevcut tırmanmanın dünya kamuoylarını endişeye sürüklediği gözlenmekte.

İlk adım Putin’in Eylül 2024’te nükleer silah kullanma eşiğini “düşüren” güncellemeyle geldi. Bu çerçevede Putin, Kasım 2024’te yeni nükleer doktrini imzaladı.

Putin’i bu yöne sevkeden etkenlerin başında Biden’ın giderayak yaklaşık 310 km. menzile sahip ABD Ordu Taktik Füze Sistemi (ATACMS)’nin Rus topraklarını hedef alacak şekilde kullanımına izin vermesi geldi. Bunun hemen ardından dünya kamuoyu İngiltere’nin uzun menzilli Fırtına Gölgesi (Storm Shadow) füzelerinin Rus topraklarında kullanıldığını gördü. İzin verme yarışında Fransa da geri kalmadı. Fransa Dışişleri Bakanı, Fransız uzun menzilli füzelerin “meşru müdafaa” amacıyla Ukrayna tarafından Rusya’ya karşı kullanılabileceğini açıkladı.

Trump ABD’de işbaşına gelmeden ortalık bu şekilde karıştı. Bu tırmanmanın önlenememesi halinde kontrolden çıkmaya aday tehlikelerle dolu bir sürecin tetiklenmesinde Rusya ve Kuzey Kore de sahnede yerlerini aldılar. Haziran 2024’te Rusya ile Kuzey Kore’nin imzaladığı Kapsamlı Stratejik Ortaklık Antlaşması uyarınca Ukrayna’nın işgal ettiği Kursk bölgesinde 11.000 civarında olduğu anlaşılan Kuzey Koreli askerlerin konuşlanmasının, ABD, İngiltere ve Fransa’nın kendilerine ait uzun menzilli füzelerin Rusya’ya karşı kullanılmalarının önünü açtığı görüldü. Bu gelişme ise, Rusya’nın Ukrayna’da nükleer kuvvet kullanma kartını yeniden gündeme getirmesine zemin hazırladı.

Moskova’nın söylemlerinin Türkiye’deki sahiplerinin Kuzey Koreli askerlerin Kursk’ta konuşlandıklarına dair somut bilgi olmadığı yolundaki hazin iddiaları ise dikkatlerden kaçmadı. İstihbarat-Keşif-Gözetleme yeteneklerinin bu denli ilerlediği çağımızda askerî hareketliliğin/konuşlanmaların tespit edilemeyeceğini varsayan çevrelerin salt kendilerini avuttukları, ancak kamuoyunu yanıltmakta beis görmedikleri anlaşıldı.

Nükleer Savaşa mı Gidiyoruz?

Rusya’nın Ukrayna’yı ikinci kez işgale başladığı Şubat 2022’den bu yana Rus liderliğinin sahadaki durumun aleyhlerine döndüğünü gördüklerinde nükleer kuvvet kullanma tehdidinde bulunmaları sıkça rastladığımız bir tepki kalıbı. Bu tehditi kullanma kervanına Putin, Medvedev ve Lavrov’un başrol oyuncuları olarak katıldıklarını görüyoruz.

Ukrayna’nın Rus topraklarındaki askerî mevzilere karşı uzun menzilli füzeleri kullanmasına Rusya orta menzilli, ağır tahribat gücü olan konvansiyonel başlıklı yeni tür hipersonik füze fırlatmak suretiyle karşılık verdi. Rusya’nın, savaşın daha erken aşamalarında da “Kinzhal” tipi hipersonik füzeler kullandığı bilinmekte. Rusya, son saldırısında daha fazla yeteneğe sahip hipersonik füze kullanmak marifetiyle Batı’ya daha fazla “sıkıştırıldığı” takdirde nükleer başlıklı füzelere başvurabileceği sinyalini gönderdi.

Rusya-Ukrayna arasındaki son karşılıklı füze saldırıları üzerine özellikle nükleer savaş senaryosuna karşı dünya kamuoyunda alarm zilleri çalmakta. Diğer yandan, savaşın başından beri başta ABD olmak üzere NATO’nun Avrupalı üyelerinin Ukrayna’da Rusya’yla doğrudan askerî bir çatışma içine girmeyecekleri, bu çerçevede nükleer boyut içerecek bir cepheleşmeden kaçınacaklarını açıkladıkları bilinmekte. Her hâl ve kârda, Rusya’nın nükleer tehditlerine karşı hem kendi iç bünyelerinde hem NATO’da durumu yakından izledikleri de açık sırlardan biri. Batılı güçlerin çeşitli kanallardan edindikleri istihbarî bilgilerin Rus nükleer kuvvet tertiplenmesinde herhangi ciddi bir hareketin olmadığını ortaya koyduğu da nesnel bir gerçeklik. Diğer yandan, son günlerde nükleer tehditin yeniden gündeme gelmesi öncesindeki aşamalarda Rusya’nın Ukrayna’da tahrip gücü daha düşük taktik nükleer silah kullanması riskinin Batılı ülkeleri ve diğer ilgili aktörleri endişeye sevkettiği de bilinen bir gerçek.

Nükleer savaştan, dolayısıyla olası bir küresel savaşın patlak vermesinden duyulan endişenin son gelişmelerle birlikte yeniden gündeme gelmesi, Rusya’nın piyasaya sürdüğü “yeni nükleer doktrinin” masaya yatırılmasını zorunlu kılmakta. Bu çerçevede, öncelikle Rusya’nın geleneksel nükleer kuvvet kullanma doktrininin ana bileşenlerini anımsamak gerekiyor. Bunları şöylece özetlemek mümkün:

  1. Nükleer silahlar, Rus Başkomutanın (Putin) önderliği ve Genelkurmay Başkanının komutanlığı altında Rusya’nın stratejik  hedefleri için kullanılabilir.
  2. Rusya’ya karşı baş edemeyeceği bir konvansiyonel saldırı karşısında bunu durdurmak ve tırmanmaya son vermek (de-escalate) üzere devreye sokulabilir.
  3. Rusya’ya veya müttefiklerine yönelik olası bir saldırıda kitle imha silahları kullanılmışsa veya bu silahları kullanmaya hazır bir muhasıma karşı savaşılıyorsa nükleer kuvvet kullanımına karar verilebilir.

Görüleceği üzere, mevcut doktrin “yeni” olduğu açıklanan doktrininin hemen her unsurunu içermekte ve bunlar nükleer silah kullanılmasında esasen Putin’e gerekli esnekliği sağlamakta. Bu itibarla, ortada yeni bir doktrinden çok mevcut doktrinin nükleer kuvvet kullanma esnekliğine dair ana unsurlarının güncel ortamda kamuoyları nezdinde yeniden teyit edilmesi durumu sözkonusu. Hasılı, Rusya’nın savaş boyunca sıkça kullandığı söyleme dayalı caydırıcılığın (declaratory nuclear deterrence) güncellenmiş bir versiyonuyla karşı karşıya bulunuyoruz.

Diğer yandan, silahların kontrolü/silahsızlanma mimarîsinin çöktüğü bir dönemde Rusya’nın bu kez daha vurgulu şekilde nükleer kuvvet kullanma tehdidinde bulunması tabiatıyla yabana atılacak bir tablo değil. Dolayısıyla, Rusya’nın, deyim yerindeyse, elini kolunu de jure (ahdî temelde) bağlayacak bir hukukî düzenleme mevcut değil. Bu nedenle, Putin’in son “doktrin çıkışının” örtbas edilemeyeceği aşikâr.

Hal böyle olmakla birlikte Putin ve çevresinin, bir yerde Moskova’nın zaman zaman duçar olduğu acziyeti de sergileyecek şekilde nükleer kartı kullanmada sergilediği “gevşekliğin”, “sınırsız ortaklığı” bulunan Çin’i de fevkalade rahatsız ettiğini gözlemek mümkün. Örneğin Çin, savaşın üzerinden  bir yıl geçtikten sonra Ukrayna’da savaşın sonlanması için olası bir barış çerçevesine zemin oluşturmak üzere Şubat 2023’te açıkladığı tutum kağıdının sekizinci maddesinde nükleer kuvvet kullanımı konusundaki net tutumunu şu ifadelerle ortaya koymuştur:

“… Nükleer silahlar kullanılmamalıdır ve nükleer savaşlar yapılmamalıdır. Nükleer silah kullanma tehditine veya kullanımına karşı durulmalıdır. Nükleer (silahların) yayılması önlenmelidir ve nükleer krizden sakınılmalıdır…”

Putin’in “yeni nükleer doktrinini” açıklamasının hemen sonrasında Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü, “ilgili tüm tarafların sakin kalmaları, ihtiyat sergilemeleri ve diyalog-danışmalar yoluyla müştereken tırmanmayı durdurmaya ve stratejik riskleri azaltmaya çabalamaları gerektiği” şeklinde bir açıklama yapmıştır.

Moskova’nın, bir çılgınlık yapıp Ukrayna’da nükleer silah kullanımına başvurması halinde Çin’i “kaybedeceği” açıktır. Bu kaybın sadece Çin’le sınırlı kalmayıp, “Küresel Güney” kuşağındaki birçok ülkeyi de kapsayacağı öngörülmelidir. Bu itibarla, Çin’in küresel bir savaşı körükleyecek nükleer silah kullanılmasına karşı olan açık ve net duruşu Putin’in önündeki başlıca engellerden biridir.

Diğer bir ana engel ise, Rusya ile ABD, keza Rusya-NATO arasında temelleri Soğuk Savaş döneminde atılmış, Soğuk Savaş sonrası dönemde ise daha az sayıdaki nükleer silaha dayalı “Dehşet Dengesinin” (Mutually Assured Destruction) yeni çağa uyarlanmış versiyonunun, geçmişe kıyasla zayıflamış da olsa, halen geçerli olmasıdır. Bu çerçevede ana soruyu, Rusya’nın nükleer bir savaş başlatacak, dolayısıyla kendi sonunu da getirecek bir “cinnet hali” sergileyip sergilemeyeceği teşkil etmektedir. Bu açıdan bakıldığında Rusya’nın, “söyleme dayalı nükleer caydırıcılıktan” “eylem bazlı nükleer silah kullanmaya” yönelmesi mevcut koşullarda zayıf bir olasılıktır.

Bu noktada diğer bir soru ise, Üçüncü Dünya Savaşı/Nükleer Savaş söylemini kimi ülke yönetimlerinin neden dolaşımda tuttuklarında düğümlenmektedir. Genelde otokratik özellikler taşıyan bu tür yönetimlerin, sözkonusu söylemi iç siyasetleri gereği, dolayısıyla kendi bekaları için kullanmaya daha fazla eğilim gösterdikleri gözlenmektedir. Putin ise bu yola, hem kendi kamuoyu hem dış dünyaya “biz güçlüyüz; çünkü nükleer silahlarımız var” mesajını vermek için başvurmaktadır. Diğer ülkelerdeki akranlarına da sirayet eden bu hastalıklı ruh halini, aynı zamanda Moskova’daki yönetimin darda kaldığında nükleer felaket senaryolarını acz içinde dolaşıma sokmaktan çekinmeyen hazin bir semptomun dışa vurumu olarak değerlendirmek de mümkündür.

İlgili Yazılar
Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir