Bu yıl Kıbrıs’ta sonu sıfırla biten üç yıldönümü tesadüfen bir araya geldi: 4 Mart 1964’te BM Güvenlik Konseyinin almış olduğu, Kıbrıs yangınını söndürmekten çok haksızlığın sürmesine yol açan, Kıbrıs Türklerinin hâlâ elini kolunu bağlayan 186 sayılı kararın altmışıncı; Türkiye’nin 20 Temmuz 1974’te Garantör sıfatıyla yaptığı, Kıbrıs adasının kaderini kalıcı olarak değiştiren askeri müdahalenin ellinci; federasyon formülüyle Kıbrıs ihtilafına çözüm getirmek amacıyla 24 Nisan 2004’te düzenlenen başarısız Annan Planı halkoylamasının yirminci yıldönümünü yaşıyoruz. Bu yıldönümlerinin üçü de Kıbrıs’ı ve gelecekte neler yaşanabileceğini yakından görebilmek isteyenlere önemli ipuçları veriyor.
Kıbrıs’ın Türkiye için önemini en iyi kavrayan devlet adamı kuşkusuz strateji dehası Atatürk’tü. Atatürk, Türkiye’nin Kıbrıs’a bakışını 1937’de şöyle özetlemişti: “Efendiler, Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece bu bölgenin ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz, bu ada bizim için önemlidir.”
1960’ta Londra ve Zürih Antlaşmalarıyla kurulan “Kıbrıs Cumhuriyeti”, her şeyden önce Türkiye ve Yunanistan arasında Lozan Antlaşmasıyla sağlanan dengeye dayanıyordu. Bu yeni devlet, Türklerle Rumların egemenliği ortak kullandığı fonksiyonel bir federasyondu. Diğer devletlerden farklı olarak bağımsızlığı üç ülke (Türkiye, İngiltere ve Yunanistan) tarafından garanti edilmişti. Ortak egemenliğin gereği olarak Türklerden seçilen Cumhurbaşkanı Yardımcısının veto yetkisi vardı. 1960’ta kurulan düzenin belki en çarpıcı özelliği, Türk askerinin 1878’den sonra tekrar adaya ayak basmasıydı. Türk diplomasisinin başarısı olan bu gelişmeyi Misakı Milli’nin devamı olarak görmek de mümkündür.
Ne yazık ki taze ümitlerle başlayan Türk-Rum ortaklığının ömrü sadece üç yıl sürdü. 1963 Aralık ayında Rum tarafı, Kanlı Noel adıyla tarihe geçen etnik temizlik eylemleriyle Kıbrıs Türklerini 1960’ta kurulan ortaklık devletinden silah zoruyla uzaklaştırdı ve yüzlerce Türk’ü katletti. Uluslararası toplumun Türklere karşı Kıbrıs’ta işlediği hatalar ve haksızlıklar zinciri de böyle başladı. Türklere karşı işlenen, uluslararası camianın seyirci kaldığı cinayetlerin zanlıları hiçbir zaman yargı önüne çıkarılmadı.
60 YIL ÖNCE 186 SAYILI KARAR NASIL ALINDI?
Türkiye Kanlı Noel saldırılarını durdurmak için Garanti Antlaşmasında yer alan müdahale hakkını kullanmak isteyince İngiltere ve Amerika Birleşik Devletlerinin direnciyle karşılaştı. Türklere tanınan anayasal haklardan kurtulmak, meseleyi uluslararası alana çekmek ve Kıbrıs adasını Yunanistan’a bağlamak isteyen Rum tarafının baskısıyla, konu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin gündemine getirildi. Hazırlanan 186 sayılı karar tasarısı ile, Türklerin silah zoruyla dışarda bırakıldığı, sadece Rumlardan oluşan yeni “Kıbrıs Hükümeti” nezdinde görev yapmak üzere, uluslararası bir “barış gücü” kurulması öngörülüyordu. Konseyde Kıbrıs Türklerini temsil eden Rauf Denktaş, Garanti Antlaşmasında mevcut askeri koruma önlemlerinin yeterli olduğunu savunarak 186 sayılı karara karşı Türkiye ile birlikte direndi. Ancak karar, veto yetkisine sahip ABD ve İngiltere’nin istediği gibi çıkarıldı. Böylece, Barış Gücü, kendisine verilen “Kıbrıs’ta kanun ve nizamı koruma” görevini, 1960 anayasasını çiğneyen Rum Hükümetine akredite olarak yerine getirecekti. Bu açıkça Birleşmiş Milletler’in eliyle “kuzunun kurda teslim edilmesi” anlamına geliyordu.
İzleyen yıllarda 186 sayılı karar Rumların çözüme ihtiyaç duymamalarının da dayanağı olmuş, aradan geçen 60 yıl boyunca Kıbrıs meselesini maalesef yanlış bir perspektife oturtmuştur. Bu yanlışlık sonraki yıllarda Türklerin Rumlarla bir federasyon kurmaya zorlanması ve Rum Yönetiminin 1960 sistemine aykırı biçimde Avrupa Birliğine üye yapılmasıyla devam etmiştir.
186’nın çıkmasında, eski sömürgeci güç İngiltere’nin payı kuşkusuz gözardı edilemez. Geçmişe baktığımızda Birinci Dünya Savaşında kendi yanında savaşa girmesi karşılığında 1915 yılında Kıbrıs adasını Yunanistan’a vermeyi öneren, diğer taraftan adanın yüzde 3’ü büyüklüğünde 254 kilometrekarelik iki askeri üsse sahip bulunan İngiltere, 1974 yılına kadar Kıbrıslı Türklere saldırılar yapılırken ne yazık ki sessiz kaldı. İngiltere ayrıca Yunan cuntasının tezgâhladığı, adayı tamamen Rumlara teslim etmeye hazırlanan Sampson darbesine karşı 20 Temmuz Barış Harekatında da garantörlük yetkisini kullanmayarak Türkiye’yi yalnız bıraktı.
1974 Temmuz ve Ağustos aylarında Türkiye’nin düzenlediği, bu yıl 20 Temmuz’da 50’nci yıldönümü kutlanacak askeri harekât olmasaydı, Kıbrıslı Türklerin adadan tamamen silinmesinin önünde bir engel kalmayacaktı.
BARIŞ HAREKÂTI
Türk diplomasi ve askerlik tarihinde önemli bir yeri bulunan bu harekâtın yapılıp yapılmaması kararının alınması, koalisyon hükümetiyle yönetilmenin sıkıntılarını yaşayan Ankara açısından kolay olmadı. Başbakan Bülent Ecevit’in devlet adamlığı bilinciyle hareket ederek Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin çıkarları konusunda berrak bir görüşe sahip olması ve bağımsız karar verme cesareti göstermesi askeri müdahale kararının verilmesinde belirleyici oldu. Ecevit’in harekâtın kritik aşamalarında diplomatik beceriyle gerekli inisiyatifi kullanabilmesi ve Genelkurmay ile uyum içinde olması da sağlanan başarı bağlamında zikredilmelidir.
Harekâttan sonra adanın Kuzey ve Güney Kıbrıs olarak ikiye bölünmesi, arkasından 7 Ağustos 1975 tarihinden itibaren Türklerin Kuzeyde Rumların Güneyde yerleşmesini sağlayan nüfus mübadelesinin gerçekleşmesi, adanın kaderinin kalıcı biçimde değişmesinin önünü açtı, Kıbrıs’ta Türk askeri sayesinde bugüne kadar kesintisiz süren barış dönemi başladı.
Peki barış sağlanınca Birleşmiş Milletler Barış Gücü ne oldu? Barış Gücü, 186 sayılı karar değişmediğinden Rum Yönetimine akredite olmayı sürdürdü; görevli olduğu Ara Bölgede Rum çıkarlarını kollayan bir tutum içinde oldu. Esasen, bütçesinin % 33’ü Rumlar, %11’i Yunanistan tarafından karşılanan zayıf bir askeri birimden başka türlüsü beklenemezdi.
Kıbrıs bir “İşgal” Meselesi midir?
Rum tarafı 50 yıldan beri konuyu yine uluslararası alana çekmeye çalışarak Kıbrıs konusunun bir işgal ve istila meselesi olduğunu iddia ediyor. Oysa bu iddiaya en güzel iki cevabı, Birleşmiş Milletler’de 19 Temmuz 1974 tarihinde yaptığı konuşmada Yunanistan’ı Kıbrıs’ı işgal etmekle suçlamış olan eski Rum lider Başpiskopos Makarios ile 1979 yılında Atina Temyiz Mahkemesi vermişti. Sözkonusu Mahkeme, 22 Temmuz 1974’te Kıbrıs’ta hayatını kaybeden bir Yunan Onbaşının ailesi tarafından açılan 2658/79 sayılı davada, Garantör Türkiye’nin müdahalesinde haklı olduğunu, Londra-Zürih Antlaşmalarına uygun davrandığını, gerçek suçluları ise Kıbrıs’ta darbe düzenleyerek müdahaleye zemin hazırlayan Yunanlı subaylar arasında aramak gerektiğini 21 Mart 1979 tarihli kararıyla kayda geçirmişti.
Annan Planı Referandumuna Nasıl Gelindi?
1974’ten sonra Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin İyi Niyet misyonu çerçevesinde federasyon görüşmeleri başladı. Müzakerelere Rum tarafı tüm Kıbrıs’ı temsil iddiasıyla “Hükümet”, Türk tarafı ise “toplum” statüsüyle katılıyordu. Yıllarca birçok federal çözüm planı ortaya atıldı. 1975’te “İki toplumlu düzenleme”, 1978’de Anglo-Amerikan-Kanada Planı, 1981’de Waldheim Raporu, 1983 ve 1985’te Cuellar Planı, 1992’de Butros Ghali Fikirler Dizisi ve nihayet 2004’te ünlü Annan Planı gündeme geldi. Görüşmelerde Rumlar sürekli olarak Garanti sisteminin kaldırılmasını, Türk askerinin çekilmesini, Kuzey Kıbrıs’a Rum nüfus yerleştirilmesini istiyor, mülkiyet konusunun takas yoluyla çözülmesine karşı çıkıyordu.
Eski Rum Dışişleri Bakanı Nikos Rolandis’in 3 Şubat 2008’de Sunday Mail gazetesinde çıkan yazısında itiraf ettiği gibi, Annan Planı dahil, bütün federal çözüm önerilerini reddeden aslında Rum tarafıydı. Peki gerçekten adada federal bir çözümün yaşama olanağı var mıydı? Türklerle Rumların federal bir çatı altında yaşayabilmeleri için, her şeyden önce güçlü ortak çıkarların varlığına, karşılıklı güven ve saygıya sahip olmalarına, daha da önemlisi, yaşamsal konularda karşılıklı bağımlılıklarının, ortak karar alma ve paylaşım kültürlerinin bulunmasına ihtiyaç vardı.
Oysa Rum tarafı Türklere karşı bugün de devam eden acımasız bir ambargo uyguluyordu. Hâlâ Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yurttaşları uluslararası spor müsabakalarına katılamıyor, doğrudan uçuş, doğrudan ticaret yapamıyor, dış yardımlardan yararlanamıyor, haberleşmede kısıtlamalar yaşıyor, Güney Kıbrıs’a geçtiklerinde ırkçı fiziki saldırılara maruz kalıyor. Böyle bir ortamda federasyon kurulabilir mi? Bunun yanıtını, kendi adıyla anılan çözüm planı Rumlar tarafından reddedildikten sonra, 28 Mayıs 2004 tarihli raporunda Kofi Annan vermişti: “Rumlar Türklerle eşit statüde yetki ve refah paylaşmak istemiyor.”
Bugün adanın bir gerçeği olarak anlaşılıyor ki Rum tarafı sahip olduğu yönetimden vazgeçmenin taraflısı değildir.
Kıbrıs’ın iki kesiminde 20 yıl önce halkoyuna sunulan, 8000 sayfadan oluşan Annan Planı kabul edilseydi bugün durum ne olacaktı? Rumlara verilecek topraklarda yaşayan Türkler üçüncü kez göçmen durumuna düşecekti. Kuzey Kıbrıs’a yüzde 30 oranında Rum nüfus gireceğinden iki kesimlilik sulandırılmış, Kuzey’in demografik yapısı bozulmuş, yeniden iki halk arasında sürtüşmeler başlamış olacaktı. Mal-mülk konusu kapsamlı çözüme kavuşmadığından yeniden gerilimler yaşanacaktı. Adanın Karpaz bölgesinde bir Rum kantonu kurulacak, Kuzey’in toprak bütünlüğü tehlikeye düşecekti. Her şeyden önemlisi garanti sistemi sulandırılmış ve adada Türk askerinin etkisi kaybolmuş olacaktı.
Ada Türklerini Nasıl bir Gelecek Bekliyor?
Rum tarafı tüm federasyon önerilerini reddettiği halde Avrupa Birliğini arkasına alarak hâlâ federal çözüm diye diretiyor. Nedeni Kıbrıs Türklerini sonu gelmeyen müzakere masasına zincirlemekten başka ne olabilir?
Her ülke gibi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin de sorunları ve sıkıntıları olabilir. Ancak Kıbrıslı Türkler ileri bir demokrasi, özgürlük ve hukukun üstünlüğü anlayışıyla yönetiliyor. Dolayısıyla rahatlıkla KKTC’nin uluslararası demokratik meşruiyete sahip bulunduğu söylenebilir. Ancak KKTC bu özelliklerine rağmen ambargolara ve kısıtlamalara maruz bırakılıyor. Dünyada bunun başka bir örneği herhalde yoktur.
Peki Türkler bu koşullar altında kendilerine nasıl bir gelecek çizecekler? Kıbrıslı Türklerin geleceğiyle ilgili bir öngörüde bulunmadan önce, rahmetli Denktaş’ın 29 Ekim 2003 tarihinde söylediği şu sözü hatırlamakta yarar var: “Türkiye olmadan cennete dahi girmem.”
Barış Harekâtının Başbakanı Bülent Ecevit de 21 Ocak 1997 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde yapmış olduğu konuşmada benzer bir beyanda bulunmuştu: “Türkiye KKTC için güvence olduğu kadar KKTC de Türkiye için güvencedir. Zira, Mersin ve İskenderun limanlarımızın, Doğu Akdeniz’de doğal gaz ve petrol boru hatlarının güvenliği buna bağlıdır; bu nedenle Türk askerinin ilelebet Kuzey Kıbrıs’ta kalması gerekir.” Ecevit’in bu sözlerinin, Atatürk’ün “Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece Türkiye’nin ikmal yolları tıkanmıştır” düşüncesiyle uyumu dikkat çekicidir.
Evet, Kıbrıs Türklerinin geleceği, kurmuş oldukları devletin çatısı altında, Türkiye’nin etkin garantisinin verdiği güvenceyle, Doğu Akdeniz’de Türkiye ile birlikte barış ve istikrar içinde yaşamaktan geçecek. 50 yıl önce Kıbrıs’a gelen huzur ve barış, Güney komşularıyla egemen eşitlik temelinde ve eşit uluslararası statüde anlaşmaya varıldığında perçinlenmiş olacak.