ÖLÜMÜNÜN 84. YILINDA ATATÜRK

PAYLAŞ

Bugün Atatürk’ün ölümünün 84. yıldönümü. 10 Kasım 1938’den bu yana tam 84 yıl geçmiş. Ölümünden 84 yıl sonra “acaba Atatürk hakkında şimdiye kadar söylenmemiş ne var” diye düşünülebilir. Belki biraz klişe olacak ama şöyle başlamak mümkün: Atatürk, Türk milletinin başına gelmiş en güzel şeydir!

 

Geride bırakılan yüzyılda iki büyük dünya savaşı yaşanmış, dağılan imparatorlukların yerine ulus-devletler kurulmuş, yüzyılın son 20 yılı içinde ise siyasal, ekonomik ve toplumsal alanlarda küresel düzeyde yaşanan büyük değişimlerle dünya tarihinde adeta yeni bir dönem başlamıştır. 20. Yüzyıl’ın bizim için en önemli gelişmesi ise Atatürk’ün önderliğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması olmuştur.

 

Bilindiği üzere, Birinci Dünya Savaşı bizim için bir büyük yıkım anlamındadır. Tarihimizde “93 Harbi” diye bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nde ve daha sonra Balkan Savaşları’nda yaşanan bozgunların ardından, 600 yıllık bir imparatorluğu büyük acılarla tarihin sayfalarına gömen bir savaştır. Ama bu büyük savaş içinde bir savaş vardır ki, orada kazanılan zafer Türkiye için o acılı ve karanlık günler içinde bir övünç pırıltısı olmuş, ilerisi için Türk milletinde bir umut yeşertmiştir. O savaşın adı Çanakkale’dir ve Atatürk’ü bütün haşmeti ve ihtişamı ile tarih sahnesine çıkartıp Türk milletinin gönlüne yerleştiren de Miralay Mustafa Kemal Bey’in oradaki muvaffakiyeti olmuştur.

 

Aradan 7-8 yıl geçecek, Miralay Mustafa Kemal Bey bu defa Mustafa Kemal Paşa olarak, Çanakkale’de yazdığı bu “önsöz”ü Türk Kurtuluş Savaşı ile, yani bir başka şan ve ihtişam ile tamamlayacaktır. Hem de ne şartlar altında, ne zorluk ve yokluklarla, nelere ve kimlere rağmen… Düşman süvarilerinin Ankara’ya sadece 50 kilometre uzaklıktaki Haymana Ovası’nda at koşturdukları bir zaman diliminden, boynunda İstanbul Hükümeti’nin idam fermanı olduğu halde, bazen en yakınındaki kişilerle bile ters düşmek pahasına verilen bir mücadele ile… Doğal ömrünü çoktan tamamlamış, aslında belki 100 yıl önce tarihe karışması gereken, ancak devrin büyük devletlerinin mirasından nasıl pay alacakları konusunda anlaşamadıkları için suni olarak ayakta tutulan ve sonuçta bir yıkım içinde tarihe gömülmüş bir imparatorluğun çöküntüsünden adeta bir Anka kuşu gibi yeni bir devlet yaratarak…

 

Özellikle gençler bilmelidir ki, Cumhuriyet’e giden bu yol hiç kolay bir yol olmamış, “Kurtuluş Savaşı” diye bazen iki kelimeyle geçiştirdiğimiz bu mücadele kolay kazanılmamıştır. Sonu zaferle bitmiştir ama ardında zorluklar, yokluklar, sıkıntılar, ihanetler, hayal kırıklıkları, hatta geçici ve kısmi başarısızlıklar ve geri çekilmeler vardır. Churchill’in İkinci Dünya Savaşı başlarken İngiliz halkına söylediği gibi, nihai başarıya “kan, ter ve gözyaşı” pahasına ulaşılmıştır. Ama zor günler ve zor zamanlar, tarihin büyük askerleri, büyük liderleri sahneye çıkardığı dönüm noktalarıdır. Bizim tarihimizde de bu kilometre taşlarının her aşamasında en başta ve en önemli rolde her zaman tek bir kişi vardır; onun da adı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tür.

 

Bu yazıya “Atatürk ve Savaş” teması ile başladık ama hemen vurgulamak gerekir ki, aldığı bütün eğitime ve başlangıçtaki kariyerine karşın, Atatürk aslında bir barış insanıydı. Savaşların çirkin ve acımasız yüzünü muharebe alanlarında bizzat gözlemlemiş muzaffer bir asker olarak “Milletlerin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça savaş bir cinayettir” diyen O’ydu. O kadar ki, kendisini Napoleon ile, Bismark ile mukayese edenler olmuş, Atatürk bu karşılaştırmaları reddetmiştir. “Napolyon taç ve şeref peşinde koşan bir maceracıdır. Bismark ise tacidara (yani taç sahibine) hizmet eden bir insandır. Bunlarla şahsımın karşılaştırılmasını kabul etmem!” diye itiraz etmiştir. Büyük İskender’in doğum yerinin de Selanik civarı olduğu kendisine hatırlatıldığı zaman ise “Karşılaştırma burada sona erer. İskender dünyayı fethetmişti; ben böyle bir şey yapmadım! O dünyayı istilâ edeyim derken kendi vatanını unutmuştu; ben vatanımı hiçbir zaman unutmayacağım!” demiştir. İlave etmek gereksizdir ama söylemeden geçmeyelim: Vatanı da onu hiçbir zaman unutmayacaktır.

 

Atatürk’ün barış söylemi ve barışçı kişiliği sadece nutuk metinleri arasına sıkışmış güzel cümlelerden ibaret değildir. Cumhuriyet’in kuruluşundan Atatürk’ün ölümüne kadar geçen 15 yıl içinde yeni Türk devletinin izlediği dış politika, “Yurtta sulh, cihanda sulh” düsturunun ne kadar samimi bir iradenin yansıması olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Zira önemli olan beyanlardan ziyade icraattır. Kuşkusuz herkes barışçı olduğunu söyler, ama uygulamada bunun tersini yapan liderlerin sayısı az değildir. Atatürk bir askerdir, ancak hiçbir zaman “militarist” olmamıştır. İleride bu dönemi yazacak olan tarihçi ve akademisyenler, Atatürk’ün harp meydanlarındaki başarılarına işaret etmekle birlikte, asıl O’nun vizyonerliğine ve devrimciliğine vurgu yapacaklardır.

 

Atatürk devrimlerinin ne olduğunu burada tek tek hatırlatmaya gerek yok; günlük hayatımızın hemen her safhasında bu devrimleri zaten yaşıyoruz. O kadar benimsedik ve hayatımızın o kadar doğal bir parçası haline geldi ki, genç kuşaklar bunların çoğunu unutmuştur bile. Çelişki gibi olacak ama bu, o devrimlerin ne kadar yerleştiğinin ve içselleştirildiğinin bir kanıtıdır. Unutulmasın ki, bu ilke ve devrimler aydınlık Türkiye’nin vazgeçilmezleridir.

 

Devrimleri tek tek saymaya gerek yok dedik, ama bir tanesi var ki ona değinmeden olmaz. O da laiklik devrimidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin siyasal, hukuksal, ekonomik ve toplumsal temelinde laiklik ilkesi vardır. Tüm ilke ve devrimler, başka bir deyişle Atatürkçü Cumhuriyet laiklik ilkesine dayanmaktadır. Hedefini çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak ve onu aşmak biçiminde ortaya koyan Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün başlattığı, demokrasiye geçişi de içeren yapısal dönüşüm sürecinin temeline laiklik ilkesini yerleştirmiştir. Laiklik ilkesinin benimsenmesi, din ve dünya işlerini ayırarak toplumu ve devleti çağdaş bir kimliğe kavuşturmuş, özgürlükler ve demokrasi güvenceye alınmıştır. Siyasal rejimle birlikte, hukuk ve eğitim sistemleri de laikleştirilmiştir. Yurttaşlarımız, laik rejim sayesinde bugün inancını özgürce yaşamaktadır. Laiklik, Cumhuriyet’in olmazsa olmaz şartıdır. Atatürk’ün mirasını geleceğe taşıyabilmek için, uğrunda büyük bedeller ödenen yurdumuza ve bağımsızlığımıza her koşulda sahip çıkmalı, laik ve demokratik Cumhuriyetimizi yaşatmanın hepimizin ortak sorumluluğu olduğunu unutmamalıyız.

 

***

 

Atatürk hepimiz gibi bir insandı ve bu mücadeleli yaşamın insan hayatı üzerinde etkilerini göstermesi ve hayatın hükmünü icra etmesi kaçınılmazdı. Atatürk’ün son yılı, giderek ağırlaşan hastalığının pençesinde ve sıkıntılarla geçmiştir. 1938 yılının sonbaharında durumu ağırlaşmış, hastalığı son evrelerine girmiştir. Karnında sürekli olarak kilolarca su toplanmakta, bu durum Atatürk’ü iyice rahatsız etmekte, toplanan suyun alınmasını istemektedir. Doktorları ise buna gönülsüzdür, zira bu operasyon koma durumunu çabuklaştırmaktadır. Atatürk’ün çocukluk arkadaşı ve daha sonra yaveri Salih Bozok, Atatürk’ün doktorlarından Reşat Belger’den 1938’in Eylül ayı sonunda Atatürk’ün sağlığı hakkında bilgi ister. Dr. Reşat Belger’in cevabı şöyledir:

 

“Hastalık süratle ilerliyor. İkinci defa su almazdan evvelki vaziyette, hayatının hiç olmazsa bir iki sene idamesine imkân bulunacağı ümidinde idik. Fakat bugün kurtulması için ancak %3 ihtimal vardır. Bu hastalıkta, Atatürk’ün öbür işlerinde olduğu gibi talihi yaver gitmemiştir. Su alalı 7 gün olduğu halde karnında tekrar 7 kilo su toplandı. Karaciğer artık vazifesini yapmıyor. Tesemmüm (yani zehirlenme) başladı. Vücudundaki yağlar tamamen eridi. Vaziyet vahim ve ümitsizdir”.

 

Atatürk bundan birkaç hafta sonra, böyle bir sonbahar sabahı, derin koma içinde, o zamanki tabirle “terk-i hayat” etti. Hatırlayalım: Ünlü 10. Yıl Nutku’nda Türk milletine şöyle seslenmişti: “… Onbeş yıldan beri, giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vadeden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiçbirinde milletimin, hakkımdaki güvenini sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım”. Evet, bu iki cümle, O’nun kısa sayılabilecek hayatının da anlamlı bir özeti…

 

Fransız yazar Claude Farrère Atatürk konusunda, “O, yüce bir dağa benzer. Eteğinde yaşayanlar bu yüceliği fark edemezler. Bu dağın azametini kavrayabilmek için, O’na çok uzaklardan bakmak gerekir” demiş. Kısmen doğru söylemiş, kısmen yanılmış. Biz Atatürk’ün eteğinde yaşayanlar O’nun azametini çok iyi biliyoruz, çok iyi takdir ediyoruz.

 

70’li yılların başında Ankara’da üniversite sıralarında iken, o zamanın ortam ve ruhuna uygun olarak, sokaklarda şöyle bağırırdık: “Devrimciler ölür, devrimler sürer”. Atatürk de büyük ve yiğit bir devrimci idi. Bu devrimlerin temel amaç ve felsefesinin iyi değerlendirilmesi ve Cumhuriyetimizin aydınlık geleceğinin güvencesi genç kuşaklara iyi aktarılması hepimiz için bir onur borcudur. Cumhuriyet’i Atatürk ve arkadaşları kurdu, ama kendisinin de söylediği gibi, onu yaşatacak ve yükseltecek olan işte bu genç kuşaklardır.

 

Ölümünün 84. yılında Atatürk’e minnet, saygı ve sevgiyle.

 

İlgili Yazılar
Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir