“Bizim inkılabımız, bir ihtilal olmaktan öte, bir milli yenilenmedir. Türk inkılabının amacı, bir taraftan Türk ırkının hayat ve bekasını tehlikeye atan sebepleri ve Türk’ün refah ve mutluluğuna engel olan unsurları ortadan kaldırmak; diğer taraftan, eskimiş, yaşam gücü sönmüş temellere dayanan Doğu milletleri sınıfından çıkarak, hayatını çağdaş esaslar üzerine kuran, medeni bir Batı milleti olmanın gereklerini yerine getirmektir.”
Mustafa Kemal Atatürk – 1925
SOĞUK SAVAŞ ERTESİNDE TEK KUTUPLULUĞUN VE KÜRESELLEŞMENİN SEYİR DEFTERİ
1. Dünya Savaşı ertesinde karşımızda bulduğumuz Soğuk Savaş 1989’da Berlin Duvarının yıkılmasıyla başlayan süreçle birlikte son nefesini verdi. İki kutuba dayalı bir dönemin son bulması hemen her ülkede yeni döneme dair umutları yeşertti. Bu dönemin daha istikrarlı, gerilimden uzak ve refah çabalarına ağırlık veren bir anlayışa evrilmesi umuldu.
Nitekim, bir dizi bölgesel çatışmaya sahne olmakla birlikte 1990-2000 dönemini kapsayan on yıllık zaman dilimi barışı ve işbirliğini nispeten önceleyen girişim ve projelere tanıklık etti. Bunun yanında teknolojik gelişmenin sağladığı olanaklarla birlikte küreselleşmenin önünü açtı. Öte yandan, küreselleşmenin tek kutuba (ABD) dayalı olarak kök salmaya başlaması bir sonraki on yılda (2000-2010) meydana çıkacak çatışma ve gerilimlere aynı zamanda zemin hazırladı. Süreç diyalektik bir eksende ilerliyor, kendi bünyesindeki çelişkilere beşik oluşturuyordu.
TEK KUTUPLU MİMARİ KENDİ EVLATLARINA YÖNELİYOR
2001 yılında El Kaide’nin ABD’de gerçekleştirdiği terör saldırıları 21. yüzyılın hemen başında uluslararası düzenin dönüşmesine yol açan bir süreci tetikledi. Artık teröre karşı küresel savaş başlamıştı. Afganistan’a BM kararlarına dayalı olarak müdahale edilmesi gündemdeydi. Küreselleşen dünyada terör karşısında her ülke veya ittifak kendi ‘Güvenlik Kalelerini’ inşa etmeye başlamıştı. Dünya bir yandan tek kutup temelinde küreselleşiyor, diğer yandan kasabalaşmaya yöneliyordu. Kasaba kültürü yanı sıra popüler akımları körüklüyor, Batılı demokrasilerde de ortak ideal ve değerlerin zayıflamaya başladıkları, açık verdikleri gözleniyordu. Demokrasi dışı rejimler ve bunların üstünde durduğu yönetimler için yeni alanlar açılıyor, gelişen enformasyon devrimiyle birlikte bu ülke toplumlarının en alt katmanlarının şehirleşme kültürü dışındaki çağdışı kabile veya mezhebi değerlerinin sahneye çıkması için gün doğuyordu. Çağdaş demokrasilere sahip ülkeler toplumları da bu çürümeden nasiplerini almakla kalmıyor, yüzyıllar içinde vücut verdikleri ortak ideal ve değerlerin, popülist yöneticilerin de boy ve güç göstermeleriyle birlikte giderek rehin alınmasına çoğu zaman gürültülü, kimi zaman sessiz destek vermekte gecikmiyorlardı. Küresel düzende ritim bozukluğu olması kaçınılmaz hale gelmişti. Yozlaşan değerler eşliğinde küresel kakofoninin ilk partisyonları artık revaçtaydı.
DOĞUM SANCILARI ŞİDDETİNİ ARTTIRIYOR
Normalde tüm insanlığın sahip çıkması beklenen ortak ideal ve değerlerden uzaklaşma olgusu küreselleşme bünyesinde kendi antitezinin tohumlarını atıyor, kasabalılaşmanın karabasanında jeostratejik/politik rekabetin ayak izleri de görünür bir yön ve kapsam kazanıyordu. Realpolitik olanca gücüyle herkesin kapısını çalıyor, güçler dengesinin değişiminde istikrarsızlıklar ve çatışmalar ön plana çıkıyordu.
2000’li yılların hemen başında zamanın ABD Başkanı George W. Bush, ABD’nin Anti Balistik Füze Antlaşmasından(ABM) çekildiğini açıkladı. Bu karar, silahların kontrolü/silahsızlanma mimarisine, Reagan’ın zamanında hayat bulamamış ‘Yıldız Savaşları’ projesinden sonra vurulan ilk darbeydi. Bu durum karşısında Rusya’da kaşlar kalktı. Yine Bush aynı zamanda o dönem için ABD komuta-kontrolünde kalacak ‘Füze Kalkanı’ projesini ortaya attı. Biri gerçek, diğeri o dönemde kavramsal olan bu iki olgu karşısında ‘stratejik denge’ bozuluyor nidaları Moskova’da göğe yükseldi.
Bu yıllarda Moskova’yı rahatsız eden bir başka gelişmeyse, NATO’nun 1999’dan sonra dalga dalga gelen genişlemesiydi. NATO’yla imzaladığı anlaşmalara ve gerçekleştirdiği bir dizi işbirliği düzenlemelerine rağmen Rusya NATO genişlemesi karşısındaki hoşnutsuzluğunu çeşitli vesilelerle en üst perdeden dile getirmeye başladı. Rusya’nın NATO genişlemesinin askeri yönüne mi, siyasi boyutuna mı itiraz ettiği tartışmalı kaldı. Rusya’nın sınırına dayanan NATO üyesi ülkelerin salt askeri kuvvetleri miydi, otokrasinin kapısını çalan demokrasi miydi sorusu da halen sisin arkasındaki güncel sorulardan biri olarak ortada duruyor. Bu bağlamda her iki olgunun da Rus yönetim elitlerinin zihinlerinde esasen bulunan tarihi refleksleri harekete geçirdiği söylenebilir.
Bundan sonraki sancılar şiddetlenerek geldi. Putin 2005’te Sovyetler Birliği’nin dağılmasını ’20. asrın jeopolitik felaketi’ olarak tanımladı. 2007’de Münih Güvenlik Konferansında mevcut küresel düzene meydan okudu. 2008’de Gürcistan liderliğinin öngörüsüzlüğünün yol açtığı durumdan faydalandı ve Abhazya ile Güney Osetya’nın Gürcistan’ın toprak birliğinden ayrılmalarını sağladı. Uluslararası toplumdan yeterli tepki gelmeyince 2014’te Kırım’ı işgal ve ilhak ederek Donbas’a yöneldi. 2022 Şubat’ında ulusal kimliğini, bağımsızlık ve egemenliğini tanımadığını açıkladığı Ukrayna’yı işgale girişti. Bundan böyle hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı acılı bir çağın başlangıcı sahnedeydi.
Bütün bu sancılı süreçte bir de silahların kontrolü/silahsızlanma ve güven/güven arttırıcı önlemler mimarisinin köşetaşlarının birer birer yıkıldığına tanık olundu. Uyarlanmış AKKA onaylanamadı, INF Antlaşması fesholundu, Açık Semalar Antlaşması ortadan kalktı, Viyana Belgesi güncellenemedi. Ayakta kalan tek Antlaşma, mevcut koşullarda geleceği pamuk ipliğine bağlı kalan ABD-Rusya arasındaki stratejik nükleer silahlara dair Yeni START oldu.
TÜM SAHİLLERİ YALAYAN BÜYÜK DALGALAR
2020’li yıllar pandeminin yol açtığı büyük sınamayla başladı. Buna iklim değişikliğinin dünya çapında neden olduğu sorunlar eklendi. Karşımıza son halka olarak 2022 Şubat’ında Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı ve bunun hem bölgede hem dünyada meydan verdiği büyük kırılma çıktı. Birbiri ardına gelen krizler her ülkenin ve coğrafyanın sahilleri ile kapılarını kuvvetle çaldı.
Rekabet dalgaları Rusya’nın 2014’te Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü ihlal etmesinin akabinde hızlanan jeostratejik/politik/ekonomik çekişmeye hız verdi. Bu çekişmenin izleri üç temel aktörün (ABD-Rusya-Çin) ulusal güvenlik ve askeri stratejileri ile doktrinlerine doğrudan yansıdı. AB de bu rekabetteki yerini belirleyecek, ayarının pek de sağlam olduğu söylenemeyecek bir ‘Stratejik Pusula’ icat etti. Bu ana oyuncuların hedef düzeyleri ve iddiaları küresel güvenliğe damga vuran bir rekabet ortamında had safhaya çıktı. Ukrayna’daki savaş tam da bu ortamın göbeğinde başladı.
Rusya’nın başlattığı uluslararası hukuku hiçe sayan bu trajik savaşın şok dalgalarının kısa sürede bitmeyeceği açığa çıktı. Savaş nasıl sonlanırsa sonlansın çok (veya temelde iki) kutupluluğa dayalı yeni bir güvenlik mimarisi oluşturulmasının kaçınılmaz hale geldiği bir döneme girildi.
Sözkonusu mimari içinde Rusya’nın yeri ve konumunun nasıl şekilleneceği hayati önemde. Bunun Uzakdoğu’da Çin ve Hindistan’ı nereye yönlendireceği de her yönü itibariyle küresel düzeni yakından ilgilendirecek gelişmelere gebe.
Ukrayna’da halen devam eden savaşa ve Batı dünyasının Rusya’ya karşı uyguladığı çok sıkı yaptırımlara rağmen gelecekte Avrupa güvenliğinde Rusya’nın nasıl bir rol üstlenip üstlenmeyeceğini veya kendisini ABD-Çin rekabetinde figüranlığa mı mahkum edeceğini bekleyip göreceğiz. Süregiden çalkantılı bu dönemde Rus yönetim tarzının ve toplumunun kendi bünyesindeki dinamiklerle değişime uğrayıp uğramayacağına da tanık olacağız.
Her koşulda önümüzdeki dönemlerde şekillenecek yeni dünya düzeninden ülkelerin kendilerini yalıtmalarının olası olamayacağını yaşayarak göreceğiz.
ROTA TUTTURMANIN ZORLUKLARINDA TÜRKİYE
Ulusal kimlik ve değerlerine sahip çıkmayan, hatta bunlarla mücadele etmeyi ‘yenilik ve başarı’ sayan bir anlayışa sahip yönetim çevrelerinin bölgemizde ve ötesinde Türkiye’yi, gücünü Cumhuriyetin kuruluş değerlerinden alan çağdaş, seküler ve çoğulcu demokrasi temelinde ileriye taşıyamayacaklarının hemen her gün acı sonuçlarını yaşıyoruz.
Tarihimizin doğal akışı ve coğrafyamızın özelliklerini görmezden gelen, bölgesinden başlayarak ötesine yayılan krizler yumağını derinleştiren yaklaşımların bedeli ağırlaşmaya başlayıp, tüm toplumu kucaklayınca atılmak zorunda kalınan ve muhataplarınca kuşkuyla karşılanan adımların da henüz somut, güvenilir ve sürdürülebilir bir zemin oluşturmadığını görüyoruz.
Bu durumun açıktan ortaya çıkardığı yönetsel, ekonomik ve toplumsal sarsıntıların deneyimlendiği bir ortamda yanı başımızdaki savaş ve istikrarsızlık kuşağını da içeren jeostratejik/politik rekabetin ana kavşaklarından birinde bulunuyoruz. Kavşaktaki trafik baş döndürücü bir yoğunluk ve karmaşa içinde. Dolayısıyla, ulusal çıkarları zayıflatacak çağ dışı yöntem ve tercihlerle yola devam etmekte ısrarlı olmanın, kökten dönüşüme uğrayan küresel düzende ülkeyi daha derin krizlere gark etmekten başka sonuç vermeyeceği açık.
Küresel düzenin çok veya iki kutupluluğa doğru evrildiği bir gerçek. Türkiye’de dünya görüşleri ve yaşam biçimleri nedeniyle bir araya gelmeleri esasen güç olan kimi çevrelerin ittifak halinde kasıtlı olarak veya bilinçsizce Türkiye’yi demokrasilerin yer aldığı uygarlıklar bütününden koparmaya yöneldiklerini gözlüyoruz. Bu çevrelerin ortaya sürdükleri argümanlarla adeta çoğulculuğa, bireysel özgürlüklere ve hukuk devletine meydan okuyan yaklaşımlar sergilediklerine ibretle tanık oluyoruz. Zaman zaman adeta ‘otokrasilerin sözcüleri’ rolüne soyunduklarını gözlüyoruz. Rotalarını doğuya çevirip, o coğrafyalardaki ülke ve toplumların uzun erimli değişim eğilimlerini kendi zihin kalıpları dahilinde görmezden geldiklerine ve dereyi görmeden paçalarını sıvadıklarına şahit oluyoruz. Bu düşüncelerini de Cumhuriyetin kuruluş felsefesi ve temel değerleriyle açıklamalarının dayanılmaz ironisini yaşıyoruz.
Türkiye Cumhuriyetinin temel hedef olarak toplumların ve bireylerin fikri ve zihinsel gelişmelerini önceleyen çağdaş demokrasiyle güçlenmiş, temel hak ve özgürlükleri hukuk devleti esasında özümsemiş bir yönetimi yeniden benimsemesinin kaçınılmaz olduğu tarihi gerçeğiyle yüzleşmenin zamanı geldi. Bu ana ereğe, kasaba kültüründen beslenen otokratik eğilimleri güçlendiren bir dönemi geride bırakarak, kimilerinin bugün küçümsemekten kaçınmadığı çağdaş demokratik değerler zemininde ulaşmayı umalım.