Tarihin hiçbir döneminde Avrupa’nın tarihi Türkiye olmadan yazılamaz. Avrupalı olmak sadece coğrafyanın değil tarihin ve ortak değerlerin yoğurduğu bir tanımdır. Bu anlayışla Türkiye, Avrupa’nın bütünleşmesi amacına dönük Avrupa Konseyi’ne, NATO ve OECD’ye kuruluşlarını takiben gecikmeden üye olmuştur.
Hem siyasi ve ekonomik hem de kültürel olarak Avrupa’yı temsil eden Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun 1957 yılında Roma Antlaşmasıyla kurulmasından kısa bir süre sonra ise Türkiye, 31 Temmuz 1959 tarihinde Topluluğa ortaklık başvurusunda bulunmuştur. Türkiye adına bu başvuruyu dönemin Demokrat Parti Genel Başkanı ve Başbakan Adnan Menderes yapmıştır. Menderes başvuru yapıldıktan sonra Türkiye’nin AET ile bütünleşme yönünde ilk adımı attığını ifade etmiştir. 1960 öncesi iç politikada Menderes ile İnönü’nün birçok konuda anlaşma sağlayamadıkları bilinmekle birlikte, iki lider AET üyeliğini partiler üstü bir anlayışla değerlendirerek ileriye dönük bu ortak adımı atmışlardı. Maalesef Menderes ile Zorlu’nun yaşadıkları hazin kader bu girişimlerinin sonucunu görmelerine imkan tanımadı.
12 Eylül 1963 tarihinde AET ile Ankara Anlaşması olarak bilinen Ortaklık Antlaşması imzalandıktan sonra dönemin Başbakanı İsmet İnönü Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu ‘Beşeriyet tarihi boyunca insan zekasının vücuda getirdiği en cesur eser’ olarak tanımlamış ve Türkiye’nin artık ebediyen Avrupalı olduğunu ifade etmiştir.
Türkiye’nin başvurusuna giden sürecin arka planına baktığımızda, Yunan Hükümeti 15 Temmuz 1959 tarihinde AET’ye başvurmuş, gümrük birliği ve ileride tam üyeliği hedefleyen bir ortaklık anlaşması imzalamak istediğini bildirmişti. Yunanistan’ın bu ani başvurusu dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Dışişleri Bakanlığı için sürpriz olmuştu. Türkiye de mutlaka Yunanistan gibi başvuruda bulunmalıydı. Zira, Yunanistan ile aynı tarım ürünlerini ihraç ediyorduk. Biz giremezsek piyasa onların eline kalacaktı. Yunanistan ortak üye olarak AET’den ciddi miktarda kredi ve hibe alabilecekti.
Nitekim, Zorlu’nun ‘Havuz boş dahi olsa eğer Yunanistan o havuza atlıyorsa bizim de atlamamız gerekir’ sözlerinden Yunanistan’ın ortaklık başvurusundan duyduğu kaygı açıkça anlaşılıyordu.
Fatin Rüştü Zorlu iki hafta gibi kısa bir sürede Dışişleri Bakanlığına Türkiye’nin başvuru girişimini hazırlattı. Başbakan Menderes ve Cumhurbaşkanı Bayar da onayladı. 30 Temmuz günü Türkiye’nin ortaklık girişimi kabine toplantısında gündeme getirildi. Dönemin Devlet Bakanı Samet Ağaoğlu’nun şüpheleri olduğunu söylemesi üzerine Başbakan Menderes sinirlendi: ’Ne demek! Seyirci mi kalacağız? Onların altından kalkıp da bizim başaramayacağımız ne olabilir ki’ ifadeleriyle tepkisini gösterdi. Ertesi gün (31 Temmuz 1959) Brüksel’de ve 6 AET üyesi ülke başkentinde Türk büyükelçileri başvuru yazısını ilgililere teslim ettiler. Yunanistan’ın başvurusundan iki hafta sonra Türkiye de başvurusunu yapmış oldu.
Türkiye’nin AET’ye başvuru nedenleri arasında sayabileceğimiz modernleşme çabalarını sürdürmek, kalkınma sürecine hız kazandırma perspektifi, Batı blokundaki yerini önce ekonomik sonra siyasi entegrasyonla desteklemek, Soğuk Savaş sırasında Sovyet tehdidine karşı ilave bir güvence sağlamak, ABD karşısında denge arayışı gibi unsurlar yanında, Yunanistan’ın yapmış olduğu başvurunun kabulü halinde ileride aleyhteki girişimlerine engel olmak ve Yunanistan’ın gümrük birliği içinde sağlayacağı tavizlerden ve diğer avantajlardan yoksun kalmamak kaygısının önemli bir yer tuttuğu açıktır.
Zira, Türkiye ihracatının büyük bir bölümünü Avrupa’ya yapmaktaydı. AET’ye üye olmak Türkiye’nin ihracat pazarını Yunanistan’a karşı korumanın yanısıra daha da genişletmek manasına gelecekti. Üstelik Avrupa Kalkınma Fonları aracılığıyla Türkiye’ye döviz girdisi sağlanabilirdi. Ayrıca, bunlara ek olarak siyasi bakımdan da çok önemli bir değeri vardı. Yunanistan bu oluşum içerisinde yer alır ve Türkiye yer almazsa başta Kıbrıs olmak üzere diğer birçok sorunda avantaj Yunanistan’ın eline geçecekti.
Türkiye ile Ankara Anlaşması olarak anılan Ortaklık Anlaşması 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanmış ve bu uzun ve meşakkatli yolculuğumuz başlamıştır. Türkiye Ortaklık Anlaşmasının karşılıklı tavizlerden ziyade gümrük birliği temeli üzerine inşa edilmesi yolunda ısrarlı olmuştur. Türkiye’nin örnek aldığı model Yunanistan ile görüşülen ve 1961 yılında imzalanan Atina Anlaşmasıdır. Ankara Anlaşması Yunanistan ile imzalanan anlaşmadan farklı olarak doğrudan bir gümrük birliğini kurmuş değildir. Yunanistan ile yapılan ve 1961 yılında imzalanan Atina Anlaşması yürürlüğe girer girmez bir gümrük birliğinin kurulmasını öngörürken, Türkiye ile gümrük birliğinin derhal kurulması öngörülmemiş ve üç aşamalı olarak zamana yayılmıştır.
Özellikle Soğuk Savaş döneminde iyice belirginleşen Batı’nın Türkiye ve Yunanistan’a karşı izlediği denge politikası Yunanistan ve Türkiye’nin 5 Mayıs 1949 tarihinde kurulan Avrupa Konseyi’ne birlikte üye olmaları ve yine 1952 yılında Nato’ya birlikte katılmaları ile sonuçlanmıştır. Gerek AET gerek ABD o tarihlerde Akdeniz’de Türkiye ile Yunanistan arasındaki dengenin korunmasına dikkat ediyordu. Bu anlayış çerçevesinde, AET cephesinden bakıldığında, Türkiye’nin müracaatından memnun gözüken Brüksel iki ülkeyle dengeli bir ilişki sürdürme iradesini korumaktaydı. Müzakerelere bu niyet ve düşüncelerle başlanmış ancak 27 Mayıs darbesi tüm plan ve dengeleri alt üst etmişti. Bu yüzden, AET ile Türkiye arasında ortaklık yaratan Ankara Anlaşması Yunanistan ile imzalanan Atina Anlaşmasından ancak iki yıl sonra 1963 yılında imzalanabilmiştir.
Türkiye ile Yunanistan arasında kurulan bu denge Yunanistan’ın 1981 yılında AET üyeliği ile tamamen bozulmuştur.
Yunanistan’ın üyeliği yaklaştıkça AET Türkiye’ye üyelik başvurusunda bulunması için ısrar ediyordu. Bunun arkasında yatan neden Yunanistan ile Türkiye arasında dengenin korunmasıydı. Türkiye başvuruyu yaptığı takdirde iki ülkenin durumu ilişkilendirilecek ve üyelik hususu beraberce ele alınacaktı. Türkiye’nin AET nezdindeki Büyükelçisi merhum Tevfik Saraçoğlu, Yunanistan’ın 12 Haziran 1975 tarihli tam üyelik başvurusu üzerine ‘üyelik müracaatını derhal gerçekleştirmemiz ali menfaatlerimiz açısından hayatidir’ ifadesini ihtiva eden tarihi telgrafını merkeze yolladı. Yunanistan’ın üyeliğinin Türkiye ile ilişkileri olumsuz etkileyeceği ve Avrupa’nın izlediği denge politikasının Türkiye aleyhine bozulabileceği endişesi Avrupa tarafında da görülmekteydi. Bu kaygı, AET Komisyonu tarafından Yunanistan’ın tam üyelik müracaatı ile ilgili hazırlanan 29 Ocak 1976 tarihli resmi görüşte yer alan ‘Nihai hedefi tam üyelik perspektifi olan Yunanistan ve Türkiye arasında ortak üye olarak bugüne kadar bir denge sağlanmıştır…. Avrupa Topluluğu, Yunanistan ile Türkiye arasındaki tartışmalı konularda taraf değildir ve olmamalıdır…. Yunanistan’ın muhtemel üyeliği Türkiye ile bu ülke arasında Topluluğun dikkatle takip ettiği dengeye kaçınılmaz bir şekilde yeni bir unsur eklemektedir…. Komisyon, 24 Haziran 1975 tarihli Konsey’in yapmış olduğu (Yunanistan’ın üyelik talebini değerlendirmeye alan) deklarasyonuna işlerlik kazandırmak için, Yunanistan’ın bu talebinin değerlendirmeye alınmasının Topluluk ile Türkiye arasındaki ilişkileri etkilememesi ve Ankara Anlaşması tarafından garantiye alınan Türkiye’nin haklarına halel gelmemesine yönelik tedbirlerin alınması gerektiği kanaatindedir’ sözlerinde ifadesini bulmaktaydı.
Yunanistan’ın başvurusu sonrası İstanbul doğumlu bir Fransız olan AET Genel Sekreteri Emil Noel’in Türkiye’nin bir an önce müracaat etmesi yönünde Demirel ve Ecevit’e telkinlerde bulunmak üzere birkaç kez Türkiye’ye geldiğini biliyoruz. Öte yandan, Yunanistan’ın tam üyeliği ihtimali somutluk kazanmaya başlayınca AET Brüksel’de yaptığı toplantıda bir yetkilinin Ankara’ya giderek Türkiye’ye tam üyelik başvurusunda bulunması için öneri götürmesini kararlaştırdı. Dönemin Belçika Dışişleri Bakanı Tindemans 1978 yılında Ankara’ya geldi. ’Haydi hemen başvurun, Yunanistan giriyor, daha sonra ne olacağı bilinmez ‘diye uyarısını yaptı.
Ancak, 70’li yıllarda iç siyasette yaşanan derin krizler, Türkiye’nin ekonomik koşullarının AET ile rekabete müsait olmadığı düşüncesi, başta MSP ve MHP’nin olumsuz tavırları olmak üzere siyasi partiler arasında bu konuda bir uzlaşma olmaması ve uluslararası konjonktürün Türkiye üzerinde yarattığı olumsuz etkiler sebebiyle Türkiye AET üyeliğine ancak 1980’de kısmen odaklanabilmiştir. 1979 yılının sonunda (12 Kasım 1979) Demirel’in Başbakanlığında kurulan azınlık Hükümetinin Dışişleri Bakanı Hayrettin Erkmen AET’ye başvuru yapılmasının öneminin bilincindeydi. Demirel de bu yönde destek verdi. Hayrettin Erkmen 5 Şubat 1980’de yaptığı basın toplantısında kamuoyuna Türkiye’nin tam üyelik başvurusunda bulunacağını açıkladı. Acele etmesinin gerekçesini şöyleydi;
‘Yunanistan önümüzdeki Ocak ayında tam üye oluyor ve Türkiye’yi veto hakkına kavuşacak. Bunun için sonbahara doğru mutlaka resmi üyelik başvurumuzu yapmamız gerekir. Vaktimiz yok’.
Öte yandan, Hayrettin Erkmen, bu yönde diplomatik zemin hazırlamak üzere 5-6 Şubat 1980 tarihinde Brüksel’de toplanan Ortaklık Konseyinde yaptığı konuşmada ortaklık ilişkilerinin ve diyalogun ‘tam üyeliği’ en kısa zamanda hedef alacak biçimde geliştirilmesini istedi. Ancak, Temmuz ayının son günlerinde, MSP lideri Erbakan ve arkadaşları Hayrettin Erkmen hakkında milli menfaatlere aykırı politika izlediği için bir gensoru önergesi verdi. Gensoru ‘göreve başlar başlamaz, bizi neticede Avrupa’ya vilayet yapacak, Türkiye’yi İslam dünyasından ayırıp Batı ile siyasi birleşmeye müncer olacak Ortak Pazar’a sokmaya teşebbüs etmesiyle’ ilgiliydi. Gensoru önergesi neticesinde yapılan oylama sonucu Hayrettin Erkmen 5 Eylül 1980 tarihinde Dışişleri Bakanlığından düşürüldü. Hükümetin devamı ise ancak bir hafta sürebildi ve 12 Eylül tarihindeki askeri müdahale parlamentoyu fes ederek yönetime el koydu.
Şayet Türkiye o tarihte tam üyelik başvurusu yapsaydı ( 1987 tarihinde Özal döneminde yapmıştır) Tindemans’ın ve Emile Noel’in dediği gibi hemen üyelik müzakereleri başlar mıydı? Başlamasa bile Yunanistan’ın üyeliği engellenebilir miydi? Türkiye’nin başvurusu belirtildiği gibi Yunanistan’ın üyeliğini geciktiren bir neden olur muydu? Türkiye de Yunanistan ile birlikte veya kısa bir süre sonra AB üyesi olur muydu? Yoksa AB bir bahane bulup yine Yunanistan’a ayrıcalıklı bir işlem yapar mıydı? Türkiye tam üyelik müracaatını yapabilseydi 12 Eylül 1980 askeri darbesi acaba olur muydu diye zihinsel sorgulamalarda bulunmak mümkün.
Gelişmelerin ne şekilde tecelli edeceğini bugün artık bilmek mümkün değil. Ama kesin olan o ki, şayet Türkiye başvuruyu yapmış olsaydı, sonraki gelişmeler nasıl olursa olsun, Türkiye AB ile ilişkilerinde bugünkü mevcut durumdan daha iyi olacaktı. Avrupa ülkeleri bilhassa Soğuk Savaş’ın belirlediği koşullar dikkate alındığında Türkiye ile Yunanistan arasında her zaman gözetilmiş olan dengeyi korumaya zorlanacaktı.
Peki Yunanistan AET’ye katılmaya hazır mıydı? Değildi. Ancak, Albaylar Cuntası devrilmiş ve Yunanistan demokrasiye geçiş yapmıştı. Yunanistan’ın üyeliği bu ülkenin Batı sistemine yakın tutulması anlayışı ve özellikle dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Giscard d’Estaing’in kuvvetli desteğiyle gerçekleşti. Türkiye’nin ticari ve siyasi alanda rakibi olan Yunanistan’ın tam üye oluşuyla birlikte Türkiye’nin sadece Yunanistan ile değil AB ile ilişkilerinde de önemli değişikler meydana gelmiş oldu. Yunanistan, özellikle 18 Ekim 1981 tarihinde Pasok’un iktidara gelmesinden sonra Türkiye’ye karşı olumsuz tutumunu açıkça ortaya koymaya başladı. Türk tarımına verilmiş tarım tavizlerinin çok geniş olmasından, mali yardımın dondurulmasına kadar birçok konuya ilaveten ikili siyasi sorunlarda Konsey ve Avrupa Parlamentosu’nda Türkiye aleyhine faaliyetlerine yoğunluk kazandırdı. Böylece korkulan gerçekleşmiş oldu. Yunanistan faktörü Türkiye-AB ilişkilerinin hemen hemen her alanında etkili hale geldi. Türkiye ile birçok uyuşmazlığı uzun süreden beri devam eden Yunanistan’ın AB üyesi olması, Birliğin karar süreçlerinin oydaşmaya dayanmasının sağladığı olanaklarla Türkiye için zorlu günler başladı. Yunanistan’ın üyeliği ile birlikte, Türkiye’nin Yunanistan ile yaşadığı ikili sorunlar ve Kıbrıs meselesi ülkemizin Avrupa Birliği ile ilişkilerinin neredeyse ayrılmaz bir parçası haline geldi. Yunanistan o zamanlar AET olarak bilinen AB’ye 1981 yılında üye olmasından bu yana, Türkiye ile sorunlarını AB’nin bir parçası haline getirmeye yönelik çabalarında başarılı olmuştur.
Yunanistan faktörünün yanısıra, Türkiye’nin AB sürecini etkileyen ilave bir gelişme ise 1990 yılında GKRY’nin topluluğa yaptığı başvuru ile yeni bir boyut kazandı. İlk kez Dublin Zirvesine ekli deklarasyonda (25-26 Haziran 1990) Kıbrıs sorunu Türkiye-AB ilişkilerinde bir engel olarak kabul edilmiş, ilişkilerin gelişmesi Kıbrıs sorunuyla ilintilendirilmiştir. Bu tarihten itibaren Yunanistan’ın Türkiye’nin üyeliğini engelleme çabalarında GKRY’ye olan desteğinin yansımaları alınan kararlarda da sıklıkla görülen bir konu haline geldi. GKRY’nin 2004 yılında üye olmasından sonra ise AB Konseyi içerisinde Türkiye’ye karşı veto hakkı olan bir ülke daha eklendi. Özetle 1981 yılından 2004 yılına kadar Yunanistan tek başına ve 2004 yılından sonra arkasına Yunanistan’ın desteğini alan GKRY zaman zaman resen, bazen de AB’deki Fransa ve Almanya gibi büyük aktörlerin taşeronu olarak Türkiye’nin AB üyeliğinin ileriye taşınmasına engel olmuşlar ve olmaya devam etmektedirler.
Bu nedenle, Özal döneminde Türkiye’nin 1987 yılında yaptığı tam üyelik başvurusundan bu yana ilişkiler hiç de planlandığı gibi gitmedi. Türkiye’nin ilişkilerini bu kadar zorlaştıran en önemli unsur şüphesiz Yunan -Rum faktörü olmuştur. Türkiye’nin ilişkilerinin her kritik aşamasında karşılaşılan bu faktör Türkiye’nin liman ve havaalanlarını GKRY bandıralı gemi ve bayraklı uçaklara açmaması nedeniyle müzakere sürecimize de damgasını vurmuş durumdadır.
Açıkçası Türkiye, askeri cuntanın devrildiği Yunanistan ve Franko diktatörlüğü ile Salazar rejiminden kurtulan İspanya ve Portekiz ile tamamlanan Akdeniz’e yönelik bu genişlemenin dışında kalmasının acısını çok çekti. Yunan ve Rum faktörü nedeniyle karşılaşılan bütün güçlüklere rağmen, 2005 yılında AB ile müzakere sürecini başlatmayı başarmış olan Türkiye’nin bu süreci tam üyelik hedefi doğrultusunda tamamlaması tarihi bir sorumluluktur. Şu husus asla unutulmamalıdır. Müzakerelere başlayıp AB’ye üye olmamış (Norveç referandum sonucu, İzlanda ise kendi iradesi ile çekilmiştir) hiçbir ülke yoktur. Bunun da Türkiye olmaması için 2000’li yılların başında demokratikleşme ve temel hak ve özgürlükler yönünde sergilenen atılımların gecikmeden yeniden başlatılması elzemdir. Kopenhag siyasi kriterleri olarak adlandırılan kural ve normları rehber edinip AB’ye katılmak için başvuran Türkiye’dir. Bu nedenle, AB’nin ortaya koyduğu ölçütleri gerçekleştirdiğini göstermesi gereken de Türkiye’dir.
Unutulmamalıdır ki, Avrupa’nın müşterek hukuk alanına dönüşmesini sağlayan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin yazım çalışmalarına AKPM (Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi) üyesi milletvekillerimiz aktif bir şekilde katılmışlar ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin oluşumuna destek vermişlerdir. AİHS’ni ilk imzalayıp onaylayan ülkelerden biri olan Türkiye’nin Sözleşmede öngörülen hakları kendi vatandaşlarımıza çok görmemesi gerekmektedir.
Bir hususu daha hatırlatmak istiyorum. Günümüz demokrasilerinin olmazsa olmazı olan ifade özgürlüğü konusu da bir Avrupa platformu olan Avrupa Konseyi’nde tartışıldı. Avrupa’nın ilk ifade özgürlüğü rapor ve kararı 1968 yılında AKPM’de hazırlandı. Avrupa’nın ilk ifade özgürlüğü raportörlüğü görevi de bir Türk parlamentere, AKPM Siyasi İşler Komisyonu üyesi Nihat Erim’e verildi. 1965-1970 yılları arası AKPM üyeliği yapan Erim’in raporu ifade özgürlüğü başta olmak üzere, insan hakları alanında Avrupa’da yeni bir kültürün filizlenmesinin önünü açtı.
Bu örnekleri neden verdim? Üyesi olmak istediğimiz AB ile ilişkilerimiz Avrupa Konseyi ile işbirliğini artırdığımız ölçüde ilerleyecektir. Zira, Kopenhag siyasi kriterleri dediğimiz norm ve standartlar AİHS’nde yeralan hususların bütünüdür. Çoğulculuk kültürü üzerinden gelişen Avrupa’nın (unity in diversity) yaşamakta olduğu kimlik krizi başta olmak üzere sarsıntılarını aşarak aklın ve gerçekliliğin parametrelerine dönüş yapması perspektifi mevcuttur. Bu noktaya gelindiği takdirde, Avrupa, Türkiye’ye karşı yaptığı hataları idrak ederek üyelik hedefimizi tekrar stratejik bir zihniyetle değerlendirmeye başlayacaktır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Türkiye Avrupa’nın asla gözden çıkaramayacağı bir ülkedir. Önemli olan bu noktaya gelindiğinde Türkiye’nin müzakere fasıllarında yeralan yükümlülüklerini yerine getirmiş bir şekilde hazır olmasıdır. Böyle bir konumlanma aynı zamanda Türkiye’nin standartlarını yükseltmesine hizmet edecektir. Böylece Türkiye, ekonomik entegrasyon sağladığı AB ile siyasi entegrasyonunu da tamamlayarak bu Cumhuriyet projesini de başarıya ulaştırmış olacaktır.
Türkiye- AB ilişkilerinde sorun yaratan kısır döngünün kırılabilmesi için ise Yunanistan ve GKRY tarafından sorunları çözmeye kararlı ve meseleleri objektif bir şekilde kamuoyu ile paylaşan, çözüm için kamuoyunu ikna edebilecek bir siyasi iradenin ortaya konması gerekmektedir. Böyle bir siyasi iradenin ortaya çıkmasını sağlayacak ortamın oluşturulmasında AB’ye de görev düşmektedir. Siyasal anlamda Avrupa projesi stratejik rekabet ve tutkuların sınırlandırılması (strategic restraint) ilkesi üzerine kurulmuştur. Mutlaka Yunanistan ve GKRY bir gün bu noktaya gelecekler veya gelmeye mecbur bırakılacaklardır.Yıllardır sürmekte olan bu itişmenin hiç kimseye bir faydası dokunmamıştır. Karşılıklı olarak sürdürülen bu tepkisel politikaların mevcut gidişatı tersine çevirmesi mümkün değildir. Sorunların çözümü için sarfedilecek ortak gayretin Doğu Akdeniz’in ve daha geniş anlamda bölgenin barış, istikrar ve refah havzasına dönüşmesine ciddi ölçüde katkıda bulunacağından kuşku yoktur.
Tarihte Türk-Yunan dayanışmasına örnek gelişmeler mevcuttur. Atatürk-Venizelos arasında tesis edilen dostluğun yanısıra, Büyükelçi Enis Akaygen ikinci Atina Büyükelçiliği sırasında (1929-1934 ve 1939-1945) Almanlar’ın Yunanistan’ı işgal etmeleri üzerine Kahire’ye taşınan sürgündeki Yunan Hükümetine desteğimizi sergilemek üzere 3 yıl vazifesine Kahire’den devam etmiştir. Ayrıca, Türkiye, İran’da Büyükelçiliği bulunmayan Yunanistan’ın bu ülkedeki menfaatlerini koruma ve izleme sorumluluğunu üstlenmiştir. Yine bu görevi o sırada Tahran Büyükelçimiz olan (1934-1939) Enis Akaygen ifa etmiştir.
Yakın dönemde merhum İsmail Cem ile Yorgo Papandreou’nun iki ülkeyi yakınlaştırmak için gayretleri de hafızalarımızdadır.
Bugüne bakacak olursak, Atina’da 21 Şubat tarihinde Türkiye ve Yunanistan arasında Dışişleri Bakan Yardımcıları düzeyinde üçüncüsü yapılan pozitif gündem diyaloğu olumlu bir adımdır ve 22 Şubat tarihinde 64. turu gerçekleştirilen İstişari Görüşmeler için de yapıcı bir zemin hazırlanmasına katkıda bulunabilecek bir girişimdir.