Kabil Havaalanı: ABD’yle İlişkilerde Nereye Kadar Bağlantı Noktası?

PAYLAŞ

Afganistan kısa bir zaman diliminde baş döndürücü gelişmelere sahne olurken, bir husus hep aynı kaldı: Türkiye’nin Kabil havaalanını işletme konusundaki istekliliği. Ankara’nın hevesinin nedenleri resmi makamlar tarafından uzun süre kamuoyuna bütüncül ve tutarlı şekilde anlatılmadığı için de bu konuda doğal olarak birçok spekülasyon yapıldı.

 

Türkiye’nin bakış açısına dair ilk kapsamlı paylaşımı geçenlerde Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu yaptı. Dışişleri Bakanı öncelikle Afganistan’ın Türkiye için bir kardeş ülke olduğunun altını çizdi. Ayrıca, Türkiye’nin bu ülkede hiçbir zaman muharip görev yürütmediğini, Kabil havaalanında uzun süredir başarıyla görev üstlendiğini ve Afganistan’a yıllar içinde önemli yatırımlar yaptığını hatırlattı. Sonuç itibariyle, Türkiye’nin “Afganistan gibi bir ülkeden tamamen çıkmasının yanlış bir karar olacağını” vurguladı.

 

Bu hususlar şüphesiz önemli ve Türkiye’nin Kabil’de kalmaya devam etmesi fikrine güç katabilecek özellikte. Diğer yandan, Ankara’nın Kabil havaalanını ABD’yle ilişkilerini düzeltme yolunda bir “bağlantı noktası” olarak görüyor olması ihtimali ve öyleyse, bunun ne ölçüde gerçekçi bir beklenti teşkil ettiği de iyi tartılması gereken konular. Zira, 14 Haziran 2021 tarihindeki NATO Zirvesi’nde Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ABD Başkanı Biden’ın bu hususta uzlaştıklarına dair haberler bu yöndeki tahminlere zemin oluşturmuş, ardından yapılan bazı açıklama ve çalışmalar da buna güç katmıştı.

 

Mevcut bazı göstergeler aslında bu sorunun yanıtına büyük ölçüde ışık tutuyor. Dolayısıyla şu tespiti baştan yapmak mümkün: Türkiye’nin Kabil’deki bu önemli görevi üstüne alması takdir uyandıracak olsa dahi, ABD’yle aramızdaki olumsuz havanın aşılmasında tek başına belirleyici etki yapmayacaktır.

 

Bunun da iki temel nedeni var: Birincisi, ilişkilerimize yük oluşturan sorunlar buna izin vermeyecek ölçekte. İkincisi, ABD bakımından Afganistan artık dünün önceliğini teşkil etmekte ve gelecekte de ancak terörle mücadele bağlamında gündeme gelebilecek tali bir meseleye indirgenmiş vaziyette. Her iki nedenin de biraz daha açılmasında yarar olabilir:

 

ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi’nde 21 Temmuz 2021 tarihinde Türkiye’yle ilişkiler üzerine yapılan oturumun havası, yukarıda sayılan ilk nedenin anlaşılması bakımından aydınlatıcıydı. Kongre üyelerinin Türkiye’ye dair eleştirel yorumları kadar, yönetimi temsilen konuşan Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Büyükelçi Nuland’ın ifadeleri, ikili ilişkilerde aşılması gereken sorunların derinliğini, buna karşılık Kabil’de üstlenilecek görevin getirisinin de sınırlarını büyük ölçüde ortaya koydu. Nuland, Türkiye’nin Kabil’de kalma olasılığını önemli ve yapıcı bir adım olarak yorumlamakla birlikte, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 sistemi almasına karşı Vaşington’da benimsenen katı tavrın, bu bağlamda devreye sokulan CAATSA yaptırımlarının korunacağını vurguladı. Ayrıca, Suriye konusundaki ABD çizgisinin sürdürüleceğini söyledi. Hatta, Türkiye’ye karşı birçok musibetin arkasında yer alan Komite Başkanı’nı Menendez’in talebi üzerine, Nuland, S-400 sistemi ve bağlı yaptırımlar konusundaki olası bir siyasa değişikliği öncesinde yönetimin Kongre’yle istişarede bulunacağının sözünü de verdi. Böylece Menendez, Türkiye’ye dair bu kritik konularda Kongre’nin ve tabii kendisinin belirleyici rol oynayacağını tescil ettirmiş oldu. ABD’nin Kıbrıs bağlamında Maraş’la ilgili olarak yine aynı günlerde yaptığı sert açıklama ise, ikili ilişkilerdeki diğer bir güçlüğü hatırlatmaya yaradı.

 

İkinci nedene gelince, öncelikle bir gözlem yapmak lazım: Amerikan’ın Afganistan’dan çekilme kararının kendisi, bunu beceriksizce uygulaması ve bir bütün olarak süreci yürütüş tarzı epey gürültü koparmış olsa dahi, eleştiri ve dikkatler şimdiden yavaş yavaş dağılmaya yüz tutuyor. Bu gerçek ışığında, ABD’nin Afganistan’daki mevcudiyetinin fiilen son bulduğu 30 Ağustos günü Dışişleri Bakanı Blinken’in, ertesi gün ise Başkan Biden’ın yaptığı açıklamalar, Vaşington’un merceğinde Afganistan’ın gelecekte ağırlık taşımayacağını tereddüde yer bırakmayacak şekilde ortaya koyuyor. ABD’nin kısa vadede ülkeden çıkamayan Amerikalı ve Afganlarla ilgilenmeye devam edeceği, orta ve uzun vadede koşulların da elvermesi halinde uluslararası toplumla elbirliği içinde insani ve ekonomik yardım konuları ile temel insan hak ve özgürlüklerine odaklanacağı, ayrıca ufuk ötesi yeteneklerle terörle mücadele sopasını sallayacağı anlaşılıyor.

 

Hal böyle olunca, Ankara tarafından Afganistan özelinde atılacak herhangi bir adımın veya bir diplomasi üstadının ifadesiyle, üstlenilecek “taşeronluğun” ABD ile ilişkiler üzerinde kaydadeğer bir kaldıraç etkisinde bulunmasını beklemek mümkün değil. Bu inisiyatif, ne kadar önemli, işlevsel ve ahlaki olsa, ayrıca Türkiye’nin milli çıkarlarıyla örtüşse de ABD nezdindeki prim etkisi sınırlı kalacak. Diğer taraftan, bu tespit sadece Türkiye’nin beklenti ve amaçlarının baştan iyi belirlenmesi bakımından önemli. Yoksa, nihai karara tek başına etki etmesi gereken bir olgu da değil. Zira, böylesine bir kararın çok boyutlu düşünülmesi ve sonuçta Türkiye’nin uzun vadeli çıkarları temelinde şekillendirilmesi gerekir.

 

Türkiye’nin Kabil havaalanı konusunda görev üstlenmesinin ABD’yle ikili ilişkilerine olası yansımalarının tartışıldığı bir dönemde, ilginç bir gelişme daha yaşandı. Rusya Federasyonu savunma sanayi şirketi Rosoboronexport’un Başkanı Alexander Mikheyev, Türkiye’ye ikinci parti S-400 sistemi sevkiyatı üzerinde yıl sonuna kadar anlaşmaya varılabileceğini açıkladı. Vaşington ve Ankara arasında kronik bir soruna dönüşen S-400 sistemleri hakkında yapılan bu açıklamanın zamanlaması ister istemez dikkat çekti. Ayrıca, stratejik iletişim araçlarıyla algı yönetimi ve manipülasyonun uluslararası ilişkilere yön vermede öncelikli bir araç haline getirildiği günümüzde bu haber doğal olarak Rusya’nın S-400 konusunu Türkiye’ye karşı bir manivela olarak kullandığına dair analizleri tetikledi. Arka plandaki gerçeklerden bağımsız olarak, bu dinamik S-400 alımı konusunda zamanında alınan kararın Türkiye’yi nasıl bir çıkmaza soktuğunu hatırlatmaya vesile oldu. Zira, bölgesinde ve ötesinde birçok güvenlik sorunuyla aynı anda mücadele etmek durumunda kalan Türkiye, Müttefikleriyle arasındaki önemli bazı sorunlara rağmen, caydırıcılığını öz kaynaklarının yanısıra, NATO mensubiyetiyle pekiştiriyor. Bu gerçek de uzun vadede değişmeyecektir. Halbuki, S-400 sisteminin tedarikinin tetiklediği sorunlar, üzerine tuz basılacak açık bir yara gibi Türkiye’nin aleyhine kullanılabiliyor ve bu haliyle de arzu edenlere, Türkiye ve müttefikleri arasındaki ilişkiyi olumsuz yönde etkileme imkanını sunuyor. Türkiye, bu zafiyeti uygun bir şekilde gidermenin yollarını aramalıdır.

İlgili Yazılar
Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir