İSTANBUL’A EMNİYET MÜDÜRÜ YAPILAN YANOŞ BANGYA’NIN ESRARLI YAŞAMI
Tarih boyunca ülkemize Batı’dan Doğu’dan birçok yabancı iltica etti. Kimi yerleşti, kimi başka diyarlara göçtü. Gelişler her şeyden önce topraklarımıza güvenildiğinin bir göstergesiydi. Batı’dan gelenlerin toplumla kaynaşması diğerlerine göre daha kolay oldu. Ancak ilticalar Osmanlı’dan Cumhuriyet’e gündemi hep meşgul etti.
İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında Avrupa’nın yaşadığı göç hareketleri, mülteci meselesinin uluslararası hukuka uygun bir düzenlemeye kavuşturulması gereksinimini de beraberinde getirdi. Bu amaçla 1951 Cenevre Sözleşmesi yapıldı. Bu Sözleşme, mültecilere sağlık, eğitim, çalışma, ikamet, geldiği ülkeye zorla geri gönderilmeme gibi somut ve ileri haklar tanıdı. Bu olanaklar geniş bir alanı kapsıyormuş gibi görünse de, doğal olarak, seçme ve seçilme hakkı gibi anayasal güvencelere sahip “yurttaş”a sağlananlardan daha geride bir statü anlamına geliyordu.
Cenevre Sözleşmesinde Türkiye’nin de imzası var. Ancak, Doğu’dan gelenlerin ülkeyi göçmen deposuna çevireceğini önceden gören büyüklerimiz, 1951’de Cenevre Mülteci Sözleşmesini imzalarken, “Sadece Avrupa Konseyine üye ülkelerden gelen sığınmacılara mülteci statüsü veririz” diyerek coğrafi bir rezerv koymuşlardı. Bu nedenle bir Suriyeli ya da Iraklı sığınmacı, ülkemizde mülteci statüsü alamıyor. Onlara, asgari ölçülerde barınma güvencesi sağlayan, Birleşmiş Milletler deneyiminde de yeri olan “Geçici Koruma” statüsü veriliyor. Diğer yandan, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Yasasının 42nci maddesinin ikinci fıkrasına göre, Geçici Koruma statüsüyle gelmiş bu insanlara Daimi Oturma İzni verilemiyor. Diğer bir ifadeyle, yasa koyucu bu durumdaki yabancıların ülkelerine dönüşlerinin esas kabul edilmesini öngörüyor. Ancak, hal böyleyken, bir Suriyelinin iki basamak birden -geçici koruma ve daimi oturma iznini- atlayıp doğrudan yurttaş yapılabilmesi, ayrı bir tartışma konusu haline gelmiş durumda.
Bugün yaşadığımız sığınmacı problemlerinden farklı olarak, eskiden bizi böyle kara kara düşündürmeyen sığınmacılarımız da oldu. Örneğin, Nazi zulmünden kaçarak gelen, üniversitelerimize ve Anadolu aydınlanmasına ciddi katkılarda bulunan, toplumumuzla kaynaşabilen onlarca Avrupalı bilim insanını sayabiliriz. Bunlardan ilk akla gelenler arasında, şarkiyatçı Helmut Ritter’i, mimar Bruno Taut’u, Berlin Belediye Başkanı Ernst Reuter’i, besteci Paul Hindemith’i, iktisat profesörü Fritz Neumark’ı, tiyatro yönetmeni Carl Ebert’i anmak mümkün. Bu insanların birçok Avrupa ülkesi dururken neden özgürlükleri için o dönemin Türkiye’sini seçtiklerini de düşünmekte yarar var. Bu tercih Atatürk döneminin sağladığı güven ve ışığa susamışlık ortamını anlamaya da yardımcı olacaktır.
Cumhuriyet döneminde ayrıca Troçki ve İmam Humeyni gibi ilginç şahsiyetler de ülkemizde ikamet etmişlerdi.
Osmanlı’da ise, Batı’dan gelen, arkalarında unutulmaz izler bırakan hayli ilginç sığınmacılarımız oldu. Öyle olaylar yaşandı ki, insanın gerek iltica edenler, gerek Osmanlı Yönetiminin aldığı tutum karşısında, gerçekten “Nerde o eski mülteciler?” diyesi geliyor.
SIĞINAN GENERALLER, DEVLET ADAMLARI
Ondokuzuncu yüzyılda savaşta yenik düşen bazı Polonyalı ve Macar generaller Osmanlı İmparatorluğuna sığınmıştı. Bu askerlerden, kabul edenlere daha gelir gelmez orduda üst düzey görevler verildi. Sığınanlar inanç ve tercihlerinde serbest bırakıldı. Bunlardan Polonya asıllı Jozef Bem (1794-1850), Macar özgürlük ve bağımsızlık hareketinin Habsburg hanedanı tarafından 1849’da bastırılması üzerine Türk topraklarına sığınmış, kendi isteğiyle müslümanlığa geçmiş, Murat Paşa adını almış, o zamanki en üst rütbeyle hemen Halep’e atanmıştı. Macarlar seneler sonra Budapeşte’ye, Dışişleri Bakanlığı binasının önündeki meydana, ulusal kahraman olarak gördükleri Bem’in büyük bir heykelini diktiler. Budapeşte’de Türkler ve Türkçe bilen Macarlar arasında o meydana “Murat Paşa Meydanı” diyenler vardı. 1956 yılı Ekim’inde Sovyet işgaline karşı direnişin ilk kıvılcımı, üniversite öğrencilerinin bu meydanda, Murat Paşa’nın heykelinin altında toplanmasıyla yakılmıştı. Paşayı bir kolu sargıda canlandıran bu heykelin diğer kolu ise uzakları, Doğu’yu gösteriyordu. Bir gün Osmanlı Paşası olacağını, hayata oralarda veda edeceğini nereden bilebilirdi?
Keza Genelkurmay Başkanı iken 1849’da Osmanlı’ya sığınan Macar generali Richard Guyon (1813-1856) da Müslüman olup Hurşit Paşa adını almıştı. Yine ihtida eden general Kmetty (1813-1865), İsmail Paşa adını almış, Osmanlı ordusuna çeşitli hizmetlerde bulunmuştu (İsmail Paşa daha sonra İngiltere’ye gittiğinde tekrar Kmetty adını kullanmıştı).
Yine Osmanlı devletine sığınan devlet adamlarından, Macar özgürlük kahramanı Lajos Kossuth (okunuşu Layoş Koşut) (1802-1894), kendisini Rusya ve Avusturya’nın baskılarına rağmen iade etmeyip iki yıl Kütahya’da misafir eden Türkler için, Londra’da kaleme aldığı anılarında şunları yazmıştı: “Türkler yüksek hislerle ve insan haklarına saygılı oluşlarıyla tehditlere boyun eğmediler. Türk milleti bu yönüyle üstün bir güce sahiptir… Türklerden gördüğüm lütuf ve saygının hatıralarıyla yaşayacağım.”
GELELİM KARABATIR MEHMET BEYE
On Dokuzuncu yüzyılda Osmanlı’ya sığınanlar arasında, hikâyesi belki de en gizemli, bir o kadar tartışmalı şahsiyet, İstanbul’a geldikten sonra Karabatır Mehmet Bey adını alan, 1864-1868 yılları arasında İstanbul Emniyet Amirliği de yapan Janos (okunuşu Yanoş) Bangya idi. Toprak sahibi soylu bir aileden gelen, 1817 Macaristan doğumlu Bangya, Avusturya ordusunda subay eğitimi aldıktan sonra terfi etmiş, 1849 yılında Albay rütbesiyle Macar bağımsızlık savaşına katılmıştı. Ancak Bangya yenilgiden sonra kaçarak Viyana’ya iltica etmiş, 1850’de Avusturya gizli polisi için çalışmaya başlamıştı. Aynı yıl Viyana’dan Paris’e giden Bangya, orada Macar, Avusturyalı ve Alman mültecilerden oluşan bir komitenin Başkan yardımcısı oldu. Ancak işin tuhaf tarafı, bu komitede görevli yedi kişiden beşinin ajan olduğu söyleniyordu.
Albay Bangya, bu sıralarda Paris’te faaliyette bulunan ve Alman mültecilerle siyasi nedenlerle yakından ilgilenen Alman düşünür Karl Marks’la (1818-1883) ve onun güvendiği siyasi çevreyle, kolayca tahmin edilebilecek nedenlerle ilişki kurmayı başarmıştı. 1852 Şubat’ında Bangya kendini Macar devriminin sürgündeki lideri, yukarıda bahsigeçen Lajos Kossuth tarafından yetkilendirilmiş gibi göstererek Marks’a yaklaşmıştı. Marks ise bu dönemde arkadaşı Friedrich Engels (1820-1895) ile birlikte siyasi eleştiri yazıları kaleme alıyor, ancak yazıları bastırma işinde sıkıntılar yaşıyordu. Bu nedenle Proudhon’un kitabı hakkında yazdıkları eleştirileri yayınlatamamışlardı. Aynı şekilde Nisan ve Mayıs aylarında Alman “küçük burjuva” liderlerinin görüşlerine yanıt olarak kaleme aldıkları “The Sages of Revolution” (Devrimin Bilgeleri) başlıklı broşürü bastırmanın yollarını araştırırken, karşılarına Bangya çıkıyor. Bangya, Marks’a yazıları Berlin’e götürerek basılmasını sağlayabileceğini söyleyerek elyazmalarını alıyor.
Alış o alış; bir daha bu yazılardan haber alınamıyor. Marks ise Bangya’nın bunları Prusya polisine teslim ettiğini fark ettiğinde, hemen New York Kriminal Zeitung gazetesine bir açıklama yaparak Bangya’yı deşifre etmiş, ama iş işten geçmişti. Elyazmaları bir daha ortaya çıkmayacaktı. David Maclellan’ın Karl Marx, His Life And Thought adlı kitabının 219uncu sayfasında, Bangya için hiç de hoş olmayan bir ifade yer alıyordu: “Bangya en çok kim para veriyorsa onun hizmetine giren bir ajandır.”
KARABATIR’IN OSMANLI SERÜVENLERİ
Bu olayın Avrupa felsefe dünyasında nasıl bir etki yarattığı, Proudhon’un bu işten kazançlı çıkıp çıkmadığı araştırma konusu oldu mu bilinmiyor. Ancak bu gelişmeler üzerine Bangya, belki de Avusturya Polisiyle bağlantısı açığa çıktığından olacak, çareyi 1853 yılında Osmanlı İmparatorluğuna “geçmekte” buluyor. İstanbul’a gelir gelmez Osmanlı devleti onu albay rütbesiyle orduya kabul ediyor.
Bu sırada Kırım Savaşı (1853-1856) başlıyor. Habsburg Hanedanı Rusya’nın karşısında İngiltere ve Fransa’nın yanında yer alıyor. Osmanlılar savaşta Bangya’yı Kafkas cephesinde görevlendiriyor. Türk-Macar Dostluk Derneği tarafından 2010 yılında yayınlanan Türkiye’de Kendilerine Sığınma Hakkı Tanınan Macar Mültecilerin Özyaşamlarından Özetler başlıklı kitabın 33 ve 34üncü sayfalarında “Yanoş Bangya” başlıklı ayrıntılı bir madde yer alıyor. Bu kitapta, Kafkasya’da Çerkez savaşı sırasında Bangya’nın Çerkez kökenli Sefer Paşanın kurmay başkanlığına getirildiği, işin ilginç tarafı, 6 Eylül 1859’da Rus generali Baryastinskiy Kafkasya’nın özgürlük kahramanı Şeyh Şamil’i (1797-1871) baskın yapıp esir aldığında, onu Bangya’nın ele verdiği söylentilerinin dolaştığı kaydedilmiş. Tabii bunun doğruluğu kanıtlanmış değil.
Bangya’nın Kafkasya macerası gerçekten ilginç olsa gerekir. Şeyh Şamil’in Rusların eline geçmesinde onun bir rolü var idiyse bunu üçüncü bir devlet adına yapmış olup olmadığı da bilinmiyor. Yukarıda elyazmaları olayında kendisine yöneltilen iddiada olduğu gibi bunu maddi bir çıkar karşılığında mı yapmıştı? Bu da bilinmiyor, ama konuyu biraz daha kurcalayalım:
Balıkesir Üniversitesi öğretim üyesi Zübeyde Güneş Yağcı’nın “Kuzey Kafkasya’nın Uluslararası Lideri: Sefer Zaniko” başlıklı ilginç tarih araştırmasında, Kafkas cephesinde çarpışan Sefer Paşanın yanında Albay Karabatır Mehmet Beyin de görevli olduğu belirtiliyor. Bu makalede, Albayın bir süre sonra çift taraflı hareket ettiği, Rus generali Fillipson ile mektuplaştığının ortaya çıktığı, bu mektuplarda Karabatır’ın, Çerkezlerin Gürcistan gibi Rusya’ya bağlı yaşayabileceklerini yazdığının anlaşıldığı kaydediliyor. Bunun üzerine Karabatır 3 Ocak 1858’de hain ilan ediliyor. Özellikle ordudaki Rusya karşıtı Leh subaylar onun idam edilmesi için baskı yapıyor, ancak Sefer Paşanın müdahalesiyle idam edilmeyerek Istanbul’a gönderiliyor. Karabatır’ın 1858’de İstanbul’a gönderilmesi ile Kafkas Müslüman lideri Şeyh Şamil’in teslim olduğu 6 Eylül 1859 tarihi arasında uzun bir dönem olması, Şamil’i gerçekten onun ele verip vermediği konusunun tam aydınlanmadığını ortaya koyuyor.
Karabatır Mehmet Bey 1864’te İstanbul’a gelerek önce Emniyet Müsteşarı, sonra da vefat ettiği 1868 yılına kadar İstanbul Emniyet Müdürü oluyor. Osmanlı devleti ona bu önemli görevi verirken herhalde özgeçmişi ve kişisel özellikleriyle ilgili bir değerlendirmede de bulunmuş olmalı, ancak İstanbul’da görevli olduğu döneme ait maalesef pek fazla bilgiye ulaşılabilmiş değil. Sadece kendisine onur nişanları, armağanlar verildiği ve bir Tatar prensinin 15 yaşındaki güzel kızıyla evlendiği, bu evlilikten Hatice, Fadime ve Adile adlarıyla üç kızının, Mustafa Asım adıyla bir oğlunun dünyaya geldiği biliniyor. Bu bilgiler ışığında Karabatır ailesinin soyağacını araştırmaya merak duymak olağan gibi gelse de, böyle bir gayret, özel hayatın gizliliğine saygıda kusur etmek anlamına gelebilir. Onun için isterseniz elimizdeki verilere dayanan kısmıyla öykümüzü burada noktalayalım.
Siyasi sığınmacı olmak, vatanını terketmek zorunda kalmak kolay iş değil. Ayrılırken mutlaka derinlere gömülmüş sırlar, gelinen ülkede ise atlatılacak sayısız badire, yaşanacak düzinelerce macera vardır. Yanoş Bangya’nın Avusturya ordusunda başlayan hayatı da serüven dolu dönemeçlerden geçmiş; ülkesinin bağımsızlık savaşına katılmış, Avusturya gizli polis teşkilatına girmiş, Londra ve Paris’te gazete muhabiri olarak çalışmış, bu dönemde Marks’tan el yazmalarını bastırma bahanesiyle alıp Prusya polisine teslim etmiş, sonra Osmanlı toprağına “geçmiş” veya sığınmış, orada din ve isim değiştirmiş, Osmanlı ordusunda albay rütbesiyle Kafkas cephesinde görev yaparken Şeyh Şamil’i ele verdiği ileri sürülmüş, orada hain ilan edilmiş ama arkasından İstanbul’a emniyet müdürü yapılmış. İstanbul’da evlenip çoluk çocuğa karışmış. Mülteci olarak geldiği Osmanlı toprağında ölümüne dek geçirdiği on beş senenin başka gizemleri var mıdır bilinmez.
Bize ne demek düşer? Allah rahmet eylesin mi, yoksa toprağı bol olsun mu?