Sovyetlerin 1979’da Afganistan’ı işgali ile başlayan ABD’nin birinci Afganistan macerası, 1989’da SSCB’nin bu ülkeden geri çekilmesi ve ABD’nin zaferiyle sona ermiş görünmüştü. Ancak, ABD’nin Sovyetleri yenmek için desteklediği ve büyüttüğü radikal unsurlar 11 Eylül 2001 saldırılarıyla ABD’ye yönelince tekrar başlayan ABD’nin ikinci Afgan macerası 10 yıl sonra yüz kızartan bir çekilmeyle, bu kez ABD’nin hüsranıyla sonuçlandı ve radikal Taliban Afganistan’a hakim oldu. Bu gelişmeler bana 33 yıl önce ilk görev yerim olan Birleşik Arap Emirlikleri’nde Usame Bin Laden ile karşılaşmamı hatırlattı:
1987’de göreve başladığım Abu Dhabi Büyükelçiliğinde takip ettiğimiz önemli konuların başında Jivkov rejiminin Bulgaristan’da yaşayan Türk azınlığın isimlerini zorla değiştirme kampanyası ve bunun yansımaları geliyordu. SSCB daha parçalanmamıştı ve kimse de parçalanmasını beklemiyordu. SSCB karşısında aynı kampta yeraldığımız Körfez ülkeleri ile yakın ve samimi ilişkilerimiz mevcuttu. 1979’da Humeyni devrimini yaşayan İran’ın devrim ihracı onların da sorunuydu. SSCB işgali altındaki Afganistan’a yönelik politikaları ise, orada SSCB’ne karşı direniş mücadelesi veren Mücahitlerin ve ABD’nin bunları silahlandırma ve eğitme çabalarının parasal olarak desteklenmesinden ibaretti. Henüz Mücahit kamplarında savaşan Arap yabancı savaşçıların on yıl içinde bölgede ve dünyada yaratacağı artçı şoklardan kimsenin haberi yoktu.
Bakanlık, Jivkov Bulgaristanı’nın zorla isim değiştirme politikasının uygulanma ve yankılarına dair sürekli bilgi gönderiyor ve bu davanın “İsmi zorla değiştirilen Müslümanlar” olarak Arap dünyasında da yankı bulması için çalışma yapmamızı istiyordu. O günlerin birinde, tanıştığım Pakistan uyruklu bir işadamı beni Dubai’ye davet etti. Oraya “Şeyh”in geleceğini, “Şeyh”in dünyada Müslüman davalara yardımla tanındığını, Bulgaristan Türklerinin davasını anlatarak nüfuzlu bir zat olan “Şeyh”in dikkatini çekmemin yararlı olacağını söyledi. Körfezde petrol gelirlerini kontrol eden ailelere mensup her şahsiyete “Şeyh” denir (Kadınlarına Şeyha). Ortalıkta yüzlerce şeyh dolaşır. Dolayısıyla Şeyh konusu üzerinde durmadım, kim olduğunu da sormadım. Ama göreve başlamamdan beri daha Dubai’yi görmediğimden, sırf bu nedenle Pakistanlı işadamının davetine icabet ettim..
Dubai’de, ABD’den çalıntı ismiyle “Dünya Ticaret Merkezi” ikiz kulelerinin içindeki Hilton otelinin balo salonunda beklemeye başladık. Ortam çok kalabalıktı. Yoğun Arapça konuşma vardı ve henüz Arapçam selamlama aşamasında olduğundan konuşmalardan birşey anlamıyordum. O sırada bir hareketlenme oldu. Suudi kıyafetli, ancak gördüğüm Suudi şeyhlere nazaran zayıf denebilecek birisi, yanında ABD üniformalı iki subay ve Şeyh’in omuzuna doğru eğilmiş ve emir almaya hazır bir vücut duruşuyla yürüyen başka bir Suudi olduğu halde salona girdi. Herkes etrafını sardı. Bizim yaklaşmamız mümkün olmayacaktı. Ancak insanların konuşmaya çalışmaktan ziyade Şeyh’i selamlamakla yetinip, bir kaç adım geri çekildiklerini görünce yanına yaklaştık. Pakistanlı işadamının beni Türk diplomatı olarak tanıtmasıyla sunumuma başladım ve hızlıca Komünist Bulgaristan’ın Müslüman Türklerin isimlerini zorla değiştirme mezalimini anlattım. Elimi iki avucunun içine alarak beni dinledi. Bitirince omuz seviyesindeki Arap yardımcısına Arapça talimatlar verdi ve bize veda ederek ABD’li subaylarla birlikte oradan ayrıldı. Talimatı alan Arap yardımcı onlar giderlerken dönerek eliyle “ben sizle sonra temas edeceğim şeklinde” işaret yaptı.
Bir süre sonra Jivkov rejimi çöktüğünden bu konu da gündemden kalktı ve ben ismini bile hatırlayamadığım “Şeyh”i çoktan unuttum. 1990’da Mısır’a tayin oldum. Kuvvetli bir Müslüman Kardeşler yapılanması olan Mısır’da 1992’den itibaren daha çok meslek kuruluşlarında örgütlenen Müslüman Kardeşlerin aksine radikal ve avam bir topluluk olan İslami Grup (Gama’a Islamiyya) adlı örgüt kendini kırsal bölgelerde eylemlerle duyurmaya başlamıştı. Basın hükümetin kontrolü altında olduğundan İslami Grubun varlığı ve eylemleri konusunda ancak diplomatik kokteyllerde ve dedikodu gazetesi dediğimiz özel görüşmelerde kulağımıza fısıldayan muhalif Mısırlılardan bilgi alıyorduk.
Önceleri, bir kaç meczup radikalin eylemi denilen olayların daha sonraları örgütlü ve Kuzey Afrika genelinde birbiriyle irtibatlı olaylar olduğu ve Afganistan’da savaşın sona ermesiyle boşta kalan yabancı Arap savaşçıların ülkelerine dönmesiyle alakalı olduğu ortaya çıkıp hükümet üyelerine suikastlere kadar uzanınca, iş basında da alenileşti. Mısır, ülkesindeki radikal İslamcıları desteklediğini iddia ettiği Sudan’daki Ömer el Beşir yönetimini ve Şeyh Turabi’yi suçluyordu. Onları, Mısır’daki radikalleri desteklediğini ileri sürdüğü ve Suudi Arabistan’ın vatandaşlıktan atarak ülke dışına çıkardığı radikal Suudi vatandaşı Usame bin Laden’e koruma sağlamakla itham ediyordu. Usame bin Laden ismini ilk kez bu çerçevede duydum. Ancak, Al Shaab gazetesinde resmini görene kadar Usame bin Laden’in Dubai’de tanıştığım şeyh olduğunu bilmiyordum. Sabah Büyükelçilikteki odamda o günkü gelişmelere dair basın özetlerini hazırlamak için gazeteleri okumaya koyulduğumda, Usama bin Laden’in resmini görüp Dubai’ deki Şeyh’le bağlantı kurunca uzun uzun düşündüğümü hatırlıyorum.
Dubai’de ABD’li subayların (birinde iki yıldız olduğuna göre korgeneral olmalıydı) eşliğinde gördüğüm “Müslüman davaları destekleyen Şeyh” Afganistan’daki savaş bitince bu kez takipçileriyle Arap dünyasındaki davaya dönmüştü. Mısır’da görev yaptığım dört yıl içinde, Usame bin Laden destekli İslami Grubun radikal eylemleri gerek turistlere yönelik kanlı eylemler, gerek Mısır içinde ve dışında hükümet üyelerine yönelik suikast girişimleri olarak devam etti. İslami Grubun Mısırlı lideri Şeyh Ömer Abdurrahman (Kör Şeyh olarak bilinir) Enver Sedat suikastinden sonra Mısır’dan ayrılarak Afganistan’a gitmiş, orada Usame bin Laden ile tanışmış, Afgan savaşı bitince Usame bin Laden ile birlikte Sudan’a gitmiş, oradan da ABD turist vizesiyle New York’a geçmiş ve yerleşmişti. Mısır’daki eylemleri de oradan idare ediyordu.
Şeyh Abdurrahman’ın Mısır’ın iade talebi ve ABD yönetiminin de “Terör bağlantılı kişiler listesi”nde olmasına rağmen ABD’nin Hartum Büyükelçiliğinden vize alabilmesinin, bilahare bu ülkede oturma izni edinmesinin ve bir ara ABD dışına çıkıp tekrar döndüğünde havalimanında kısa bir süre gözaltına alınmasına rağmen serbest kalarak bu ülkede ikametine devam etmesinin hep CIA’in referansıyla olduğu kulaktan kulağa yayılıyordu. Kör Şeyh’in ABD ve Kanada topraklarında serbestçe dolaşmasına ve camilerde verdiği vaazlarda ABD’yi de “Siyonistlerin ve sömürgecilerin işbirlikçisi” olarak suçlayıp, Müslümanları ABD’ye karşı mücadeleye çağırmasına rağmen nasıl ülkede bulunmasına izin verildiği de soru işaretleri yaratıyordu. Mısır hükümeti terör eylemlerinde 1100 kişinin ölümünden sorumlu tuttuğu Şeyh Abdurrahman’ın bu eylemlerin emrini verdiği vaaz kasetlerini ABD’li yetkililere ulaştırıyor ama yine de sözde İnsan hakları mülahazalarıyla adı geçene dokunulamıyordu.
Nihayet, ABD’liler 1993 yılında dünya ticaret merkezinin bombalanması olayından sonra takibe aldıkları Şeyh Abdurrahman’ın New York’ta önemli ve ses getirecek merkezlerin bombalanması talimatı verdiğini tespit ederek yargıladılar ve ömür boyu hapse mahkum ettiler. Kör Şeyh 2017’de Kuzey Carolina’da tutulduğu hapishanede öldü. Usama bin Ladin de 2011’de ABD özel birliklerinin harekatıyla Pakistan’da öldürülmüştü.
ABD’nin SSCB’ye karşı destekleyerek büyüttüğü “Kullanışlı Radikallerin” Şeyh Abdurrahman olayında olduğu gibi daha 1993’de tehlike işaretleri vermesine rağmen gözardı edilmeleri 2001’de ikiz kuleler saldırılarını getirdi. Usame bin Laden ve Şeyh Abdurrahman olaylarına bakınca ABD’nin büyüttüğü ve bir dönem kullandığı radikal unsurların yaratacağı tehlikeler konusundaki öngörüsüzlüğünün ABD ve dünyaya maliyetinin, bu kez, Taliban’ın Afganistan’da yeniden ve daha güçlü biçimde hakim olmasıyla bir daha daha tezahür ettiğini görüyoruz.