2025 ÖNCESİ DURUM
Bu yüzyılın ilk çeyreğinin bitimine dört yıl kala uluslararası ilişkilerde de iklim değişikliğine benzer gelişmelerin ortaya çıktığını gördük. Kurallara dayandığı varsayılan uluslararası düzen 2014 yılından bu yana yepyeni boyutlar kazandı, kulvar değiştirdi. Rusya, 2014 yılında Kırım’ı işgal etti, Ukrayna’nın Donbas bölgesini istikrarsız kıldı. İçine hapsedildiğini düşündüğü düzene meydan okudu.
Çin’in son dönemde birçok hayati alanda sergilediği performans dikkatlerin Hint-Pasifik bölgesine yönelmesine neden oldu. Biden yönetiminin işbaşına gelmesiyle Amerika dünya sahnesine ve çok taraflılığa ‘geri döndü.’ Bu üç ana aktör arasında artık gizlenmesi mümkün olmayan stratejik bir rekabet başladı. Bu rekabet, karada, havada, denizde, siber alanda ve uzayda şiddetli şimşek sağanağına neden oldu. İklimle birlikte dünya siyasetinin doğası da değişti.
DEMOKRASİLERİN OTOKRASİLERE MEYDAN OKUMASI
Kendi bünyelerinde popülist akımların yükselmesine ve toplumlarını rehin almasına direnç göstermekte zorlanan demokrasiler, içlerinde karşılaştıkları sınamalara rağmen karşılarında konumlanan otokrasilere meydan okumak üzere sahneye çıktılar.
Haziran 2021 ayında gerçekleşen bir dizi etkinlikte demokrasilere damga vuran, olmazsa olmaz ortak değerlere şimdilik büyük ölçüde söylem düzeyinde olsa da Batı camiasının daha fazla sahip çıkmaya başladığına şahit olduk. Bunun pratikteki somut örneklerini sırasıyla G7, NATO, ABD-AB ve AB Zirvelerinde gördük. Batılı demokrasiler tüm Zirve bildirilerinde çoğulcu demokrasi, insan hakları ve temel özgürlükler ile hukuk devletinin vazgeçilemeyecek ortak değerler olduğunu en üst seviyede vurguladılar. Çeşitli alanlarda izleyecekleri siyasetin temel eksenine demokrasiyi ve bu ortak değerleri oturttular.
ABD-BİRLEŞİK KRALLIK ATLANTİK ŞARTI
Bu süreçte Biden’ın İngiltere’ye yaptığı ikili ziyaret sonunda 10 Haziran’da yayımlanan Atlantik Şartı kamuoyumuzda pek yankı bulmadı. 14 Ağustos 1941’de zamanın ABD ve Birleşik Krallık liderleri Roosevelt ve Churchill’in imzaladığı Atlantik Şartı, Biden ve Johnson tarafından seksen yıl sonra güncel koşullar ışığında yenilendi.
Kısa, çarpıcı ve iki ülkenin geleceğe bakışına ışık tutan on paragraflık bu Şartın anahatları şöylece özetlenebilir:
i) Demokrasinin ve açık toplumların ilke, değer ve kurumları savunulacaktır. Bu bağlamda, şeffaflık, hukuk devletinin idamesi , sivil toplum ve bağımsız medya öncelenecektir;
ii) Uluslararası işbirliğini ayakta tutan kurumlar, hukuk ve normlar güçlendirilecek; 21. yüzyılın sınamalarını karşılamak üzere uyarlanacak ve bu bütüncül yapıyı zayıflatmaya çalışanlara karşı gerekli gard alınacaktır;
iii) Egemenlik, toprak bütünlüğü ve ihtilafların barışçı yollardan çözümü ilkeleri temelinde birliktelik sergilenecek ve bunların pratikte uygulanmaları için çalışılacaktır;
iv) Bilim ve teknolojide üstünlüğü elde bulundurmak üzere güçler birleştirilecek ve korunacaktır;
v) Siber dahil modern tehditler yelpazesi karşısında kollektif güvenlik ile uluslararası istikrar ve dayanıklılığı sağlamak üzere ortak sorumluluk alınacaktır;
vi) Bu yüzyılda kapsayıcı, adil, iklime duyarlı, sürdürülebilir ve kurallara dayalı küresel ekonomi inşa edilecektir;
vii) İklim krizi karşısında bioçeşitlilik korunacak ve doğanın idamesi sağlanacaktır;
viii) Sağlık krizleri karşısında sağlık sistemlerinin küresel ölçekte savunulması için işbirliği yapılacaktır.
Yukarıda özetlenen Atlantik Şartının derin izleri bilahare yayımlanan uzun Zirve bildirilerinin de yönelim ve özünü yansıttı. Batılı demokrasilerin önümüzdeki on yıl boyunca izleyeceği adımları son derece yalın şekilde ortaya koyan Atlantik Şartını Türkiye’deki çoğu çevre ya ıskaladı, ya da işine gelmediği için üstünde durmadı. Vasatlığın bir adım ötesine geçmeyen iç gündemin labirentlerine gömmeyi yeğledi.
ABD-ALMANYA VAŞİNGTON DEKLARASYONU
Atlantik Şartına yansıyan ilke ve ortak değerler sadece bu Şartın metniyle kısıtlı kalmadı. Veda ziyaretlerine çıkan Almanya Şanşölyesi Merkel’in 15 Temmuz’da Vaşington’u ziyareti vesilesiyle iki lider aynı tarihte bir Deklarasyon yayımladılar. Biden-Merkel Vaşington Deklarasyonu kısaca şu ifadeleri içerdi:
i) İki ülke (ABD ve Almanya) arasındaki ilişkilerin temeli demokratik ilkelere, değerlere ve kurumlara olan ortak taahhüte dayalıdır;
ii) (Açık toplum yapılarına olan bir çağrı olarak) Açık bir dünyanın savunulmasının üstlenilmesinde ortaklaşa hareket edilecektir;
iii) Bütünlüğü olan, hür ve barış içinde bir Avrupa için aralıksız çalışma sürdürülecektir;
iiii) Gelişmekte olan yeni teknolojilerin baskıdan yana değil, özgürlüğe taraf olacak yönde kural, norm ve standartlara dayalı olması güvence altına alacaktır;
v) Ortak sınamalara (iklim değişikliği, pandemi, enerji gibi) karşı küresel çözümlerin geliştirilmesine öncülük etmede sorumluluk alınacaktır.
ATLANTİK ŞARTI İLE VAŞİNGTON BİLDİRİSİNDEN HANGİ SONUÇLAR ÇIKARILABİLİR?
Her iki bildiri metninin bu derece benzer içeriğe sahip bulunması tesadüf değildir. Batı dünyasının ABD Başkanı Biden’ın Vaşington’da evsahipliği yapacağını açıkladığı Demokrasiler Zirvesi vesilesiyle başta demokrasi olmak üzere ortak değerler ile kural, kurum ve normları öne çıkartmak yönünde çaba harcayacağını kestirmek kehanet olmayacaktır.
Bu değerlere yan gözle bakan, bunları başka bir medeniyetin değerleri olarak gören veya siyasi çıkarları uğruna özünde evrensellik bulunan bu ortak değerleri ihlal eden veya kenarından köşesinden dolaşmak isteyenlerin işi Demokrasiler Zirvesinde pek kolay olmayacaktır. Bu açıdan bakıldığında Demokrasiler Zirvesine hangi ülkelerin ne tür ölçütlerle davet edilecekleri şimdilik merak konusudur.
DEMOKRASİLER ZİRVESİNDE SAHNEDE NE BEKLENİR?
Özellikle Batı dünyası içinde addedilen ve kendi ülkelerinde izledikleri politikalarla, altına imza attıkları bildirilerde olsun, yukarıda özeti verilen metinlerde olsun açıkça telaffuz edilen ortak değer, kurum, kural ve normları uygulamakta cimri davranan veya bunlara sırtını çeviren ülkelerin konumlarının önümüzdeki dönemde daha da tartışmalı hale geleceği sürpriz olmayacaktır. Dolayısıyla, Demokrasi Zirvesinin demokrasiler ile otokrasiler ve demokratik dünya içinde olduklarını düşünen, ancak attıkları adımlarla söylem-eylem bütünlüğünde her geçen gün ‘demokrasi açıkları’na yeni halkalar ekleyen ülkeler arasında renkli görüntülere sahne olacağına kesin gözle bakılmalıdır.
BİDEN-PUTİN ZİRVESİ
16 Haziran’da Cenevre’de yapılan Biden-Putin Zirvesinde iki ülke devlet başkanı yeni bir Soğuk Savaşın peşinde olmadıklarını kamuoylarına açıklamışlardır. Bu açıklamanın, Batı dünyası açısından Rusya’yı, terörizmin yanısıra, ana tehdit kaynağı olmaktan çıkartmadığı bir gerçekliktir. ABD-Rusya gerilimi öngörülebilir gelecekte sürecektir. Bu gerilime paralel ve eşzamanlı olarak ABD-Çin arasındaki çekişme de gündemin temel konularından birini oluşturacaktır.
Bölgesel ihtilaf ve çatışmalar da mevcut stratejik rekabet ortamında yaşam bulacak ve uluslararası gündemi uzun süre meşgul edecektir. Bu gözleme Türkiye açısından baktığımızda, Libya’dan başlayıp, Ortadoğu’dan geçen ve Orta Asya’ya uzanan oynak kuşakta yeni stratejik ortamda karşımıza çıkmakta olan sınamaları bütüncül bir yaklaşımla ayrıca değerlendirmek zorunlu hale gelmiştir.
DEMOKRASİLER VE OTOKRASİLER ARASINDAKİ BÜYÜK ÇEKİŞME
Görülen odur ki esas stratejik mücadele büyük resim içinde demokrasiler ile otokrasiler arasında vücud bulacaktır. Bunlar arasındaki gerilimli ilişkilerde, ortak değerler olarak, demokrasi, insan hakları ve temel özgürlükler, hukuk devleti normları kurumsal bir temelde ana eksen olacaktır.
Batı dünyası, bu temel ekseni esas alacak, ilişkilerini buna göre uyarlayacak ve Soğuk Savaş dilini değil, aşk-husumet sarmalını çağrıştıracak yeni bir dil ve terim geliştirme yönünde hareket edecektir.
Bu satırların yazarı, yeni stratejik ortamı tanımlamak üzere ‘aşkla bezenmiş görünmekle birlikte ağır dozda husumet şırıngalı’ bir söylem geliştirileceğini düşünmektedir. Bunu, akışkanlık manasında gerilim dolu platonik bir ilişki ağı ( Foemance War) olarak nitelemek de mümkündür. Teknik deyimiyle bu, hibrit tehditlerle bezeli beşinci nesil savaş olarak da tanımlanabilir.
ARAFTA OLAN TÜRKİYE
Önümüzdeki döneme damga vuracak bu gelişmeler karşısında Türkiye’nin durumunu irdelediğimizde ve içeride toplumu, dışarıda diplomasiyi zora sokan mevcut yönetim davranış kalıplarına baktığımızda ülkemizin işinin daha da zorlaşacağını kestirmek kehanet olmayacaktır. Derinleşen stratejik rekabet sürecinde salt liderler arası diplomasiden medet umanlar, yayımlanan bildirilerden gerekli sonuçları çıkarmamakta ısrar ettikleri takdirde fena şekilde yanılacaklarını bilmelidirler.
Kurumsal diplomasiye yüz çevirenlerin, devletin ortak aklını devreye sokmaktan kaçınanların, demokrasi görüntüsü verip, içeride baskıcı yöntemleri rehber belleyenlerin, bulundukları bölgede ve ötesinde kendilerine mevcut ulusal güç bileşenlerini hiçe sayan rol biçenlerin doğru yönde ilerlemediklerine pratik hayatta bizzat kendilerinin tanık olmaları şaşırtıcı olmayacaktır.
Bu açıdan bakıldığında, Kabil uluslararası havalanında görev üstlenilmesi günü belli bir süre için kurtarabilir, ancak genel gidişattaki bozukluğu düzeltmeye derman olmaz. Asıl çare ülkenin, Cumhuriyetin kurucu değerlerine dayalı modernite, aydınlanma ve çağdaşlıkla uyumlu tarihsel yolculuğunda hiçbir komplekse ve tereddüte mahal vermeden ilerlemekte ve demokrasiyi tüm ortak değer ve normlarıyla benimseyip, içselleştirmekte bulunmalıdır.
Mevcut ortamda sonuç vermeyeceği görülen, çağın gereklerinden ve ulusun bütünlüğünden uzak başkaca bir gündem ve hedef güdüldüğü takdirde ülke ve toplum olarak çıkmaz sokaklarda boşu boşuna zaman, güç ve enerji kaybedileceği açıktır.