DENİZLERE HAKİM OLMA FİKRİNİN GEÇMİŞİ
15.-16. yüzyılın efsane deniz komutanı olan Barbaros Hayrettin Paşa’nın, tarihi geçmişi tartışmalı olmakla birlikte, “Denizlere hakim olan cihana hakim olur” sözü pek meşhurdur. Bu söylem değişik ifadelerle 16-17. yüzyılda yaşamış İngiliz denizci ve kâşif Raleigh ve 19.-20. yüzyılda ABD donanmasının isim yapmış bahriye subaylarından Alfred Mahan tarafından da yinelenmiştir. Her üç denizci de deniz gücünü ve denizlere hakimiyetin önemini ön plana çıkarmakla birlikte o dönemdeki güvenlik ortamında karalardaki hakimiyet ile denizlerdeki güç ve nüfuz arasındaki bağı yadsımamışlardır.
MAVİ VATAN DOKTRİNİNİN KAVRAMSAL EVRİMİ
Son dönemde çok popüler hale gelen “Mavi Vatan” doktrininin temel taşları 2000’li yılların başında atılmıştı. Bu tanımlama ilk kez 2006 yılında Deniz Kuvvetlerinde düzenlenen Karadeniz ve Deniz Güvenliği’ne dair bir sempozyumda kullanıldı. Bu doktrinin arka planında devletin ilgili kurumları arasında yürütülen sıkı eşgüdüm sonucunda 2001 yılında Karadeniz güvenliği için sahildar devletlerin sahipliğinde Karadeniz Donanma İşbirliği Görev Grubu’na (BLACKSEAFOR) vücud verilmesinin hemen akabinde 2004 yılında icra edilmeye başlanan Karadeniz Uyum Harekatı ve bunu takiben 2006 yılında Doğu Akdeniz’de uygulamaya sokulan Akdeniz Kalkanı Harekatı yatıyordu. Akdeniz Kalkanı Harekatının amaçları arasında o dönemde Akdeniz’de NATO’nun gerçekleştirmekte olduğu Aktif Çaba harekatının desteklenmesi de yer almaktaydı.
Bu operasyonların hayata geçirildiği dönemde Dışişleri Bakanlığının, hem Genelkurmay Başkanlığı hem Deniz Kuvvetlerine önemi yadsınamayacak destek vermesine karşılık bugün Mavi Vatan doktrininin birçok savunucusunun, yazdıkları çeşitli yazılarda ve çıktıkları televizyon programlarında Türk diplomatlarını toptancı bir yaklaşımla hedef tahtasına oturtmaktan geri durmadıklarına tanık olunmaktadır. Herhalde geçmişte beraber mesai yaptıkları diplomatların katkılarını, benimsedikleri belli bir siyasi akımın etkisiyle kendi hafızalarının arkasına itmekte beis görmemektedirler.
Yukarıdaki kısa özetten de anlaşılacağı üzere Türkiye’yi çevreleyen denizlerdeki, dolayısıyla Mavi Vatandaki hak ve çıkarlara yalnızca son dönemde sahip çıkılmamıştır. Cumhuriyet, Osmanlı İmparatorluğunun çöküş yıllarında iyice zayıflamış duruma düşen Türk donanmasını elindeki imkanlarla beslemekten, onu güçlendirmekten geri durmamıştır. Diğer bir anlatımla donanmanın Haliçte çürümesine müsaade etmemiştir. Lozan Anlaşmasıyla da denizlerde yabancı güçlere verilen her türlü hak ve imtiyazı ortadan kaldırmıştır.
Mavi Vatan doktrinini ele alırken deniz kuvvetleri dahil askeri yapılanmanın ve planların geçirdiği evrime kısaca göz atmak gerekir. Geçmiş yüzyıllarda donanmalar kullanım esnekliğine, dolayısıyla intikal etme özelliğine sahip bir kuvveti temsil etmeleri dolayısıyla hiç kuşkusuz çok önemli birer kuvvet çarpanı olmuşlar, karar vericilere ‘gambot diplomasisi’, denizden ticaretin kontrolü, caydırıcılık, abluka gibi güç kullanım seçenekleri sunmuşlardır. Donanmaların kullanımı diğer askeri kuvvetlerden bağımsız olabilmiştir. Geçmiş dönem, kara, hava ve deniz kuvvetlerinin kullanımında büyük ölçüde askeri kuvvetlerin ayrımı temeli üzerine inşa edilmiştir. Kuvvetler arası entegrasyon zayıf kalmıştır. Bu çerçevede her üç kuvvet ayrı birer çarpan olarak görülmüş ve bu kuvvetlerle ilgili planlar ve tertiplenme askeri kuvvetlerdeki ayrım esasına göre düzenlenmiştir. Doktrinler, uygulamalar ve savaş düzeni (Order of Battle) büyük ölçüde bu esas üzerine bina edilmiştir.
ASKERİ KUVVETLERE DAİR UYGULAMA VE DÜZENLEMELERİN GEÇMİŞİ VE GELECEĞİ
Soğuk Savaş döneminde savunma planlamalarında genel itibariyle statik kuvvetlere dayalı anlayış egemen olmuş, niteliği itibariyle seyyal (mobil) kuvvetler arasında yer alan deniz kuvvetleri de bundan payını almıştır. Her ne kadar caydırıcılık maksadıyla yapılan güç gösterisi ve sancak-varlık gösterme faaliyetlerinde donanmalar Karadeniz, Kuzey Denizi gibi hassas deniz alanlarında görevlendirilmiş olsalar da, Soğuk Savaş dönemi savunma planları da genelde statik kuvvetler esasına bağlı olarak yapılmıştır.
Sovyet tehdidine karşı savunmada her bir kuvvetin tabi olacağı ilke ve esaslar belliydi. Kuvvetlerin sevk ve idaresi bunlara göre icra edilmekteydi. Bu durum NATO için de Varşova Paktı için de geçerliydi. Ülkelerin ve ittifakların güç dengeleri elde bulunan kıyaslamalı askeri yeteneklere göre hesaplanmaktaydı. Topyekün veya esnek mukabele stratejilerinde esas, envanterdeki yeteneklerin muhasım güçler karşısındaki sayısal ve niteliksel üstünlüğüydü. Caydırıcılığın bu şekilde sağlanacağı hesaplanıyordu.
Soğuk Savaş sonrası dönemde kuvvet yapılarında olsun, bunların tabi kılındığı savunma planlamalarında olsun uyarlamalara gidildi. Artık ateş gücü yüksek, nitelikleri önde olan kullanılabilir-statik olmayan-ve konuşlandırılabilir seyyal kuvvetler öne çıktı. Yeteneklere dayalı planlama esas oluşturmaya devam etmekle birlikte askeri kuvvetlerin müşterek kullanılması kavramı benimsendi. İttifak bünyesinde bulunulması halinde kuvvetlerin birleşik olması esası da doktrin ve uygulamalara yön ve şekil verdi. Örneğin NATO, 1994 yılında Birleşik ve Müşterek Görev Gücü (BMGG-CJTF) kavramını kabul etti ve hayata geçirdi. BMGG, bilahare 2000’li yılların başında benimsenen NATO Mukabele Kuvvetinin (NMK-NRF) kavram olarak ve pratikte nüvesini teşkil etti. Artık sadece sığ-derin mavi sularda değil, her bir kuvvetin uyum içinde olmasını sağlayacak ve karşılıklı etkileşim ve iletişim içindeki müşterek bir kuvvet yapılanması bünyesinde faaliyet gösterilmesi gereği benimsendi.
Bu sürece paralel olarak yine 2000’li yılların başında salt yetenek bazlı savunma ve kuvvet planlaması ve tertibinden etki odaklı bir anlayışa geçildi. Diğer bir anlatımla, envanterdeki imkan ve kabiliyetler karada, denizde, havada olsun sahada doğuracakları etkiye göre bütüncül bir yaklaşım temelinde sınıflandırıldı. Kuvvetlerin müşterek olması zorunluğu vazgeçilmez bir doktrin olarak ortaya çıktı. Bu durum elbette kuvvet komutanlıklarının mevcudiyetini ortadan kaldırmadı; ancak kuvvetlerin müşterek kullanılmaları kavramını ve uygulamalarını pekiştirdi. Bu itibarla, her bir kuvvet ayrı ayrı çarpan oluşturmakla birlikte hiçbiri yekdiğerinden bağımsız ele alınmamaya başlandı. Geçmişten miras kalan kuvvetler arası ‘rekabet’ sürdü; ancak kuvvetleri yeni ve bütünleşik bir ortamın aktörleri olarak kullanmak zorunluluğu her zamankinden daha fazla önem kazandı.
Rusya’nın 2014 yılında Kırım’ı işgal ve ilhakı ile Ukrayna’nın Donbas bölgesini istikrarsızlaştırması, IŞİD’in aynı yıl Suriye-Irak sahasında ortaya çıkması üzerine NATO Mukabele Kuvvetinin (NMK) yeniden ve daha güçlü şekilde yapılandırılması hız kazandı. Sonuçta, 2021 yılı boyunca Türkiye’nin liderliğini üstlendiği NATO Öncü Kuvveti (Çok Yüksek Hazırlıklı Müşterek Görev Kuvveti-VJTF) kavramı 2014 yılında Galler Zirvesinde kabul edildi. NMK’nın parçası olarak tasarlanan bu öncü kuvvet bünyesinde kara, hava, deniz kuvvetleri unsurları ile özel kuvvetlerin yer alması kararlaştırıldı. Kısacası müşterek kuvvet doktrini NMK, dolayısıyla NATO öncü kuvvetinin de temelini oluşturdu.
2014 yılından bu yana müşterek kuvvetlerin tabi tutulacağı doktrin ve uygulamalarda da yeni bir anlayış geliştirildi. Buna göre, istihbarat ve ağa dayalı tehdit değerlendirmesi temelinde askeri yeteneklerin bütüncül bir mimari oluşturmaları esası benimsendi.
TEK KUVVET VE DOKTRİN ULUSAL HAK VE MENFAATLAR İÇİN SİHİRLİ DEĞNEK Mİ?
Tek bir kuvvetin diğer kuvvetlere göre üstün kılınması ve ‘cihan hakimiyetini’ sağlaması anakronistik, dolayısıyla zamanın ruhuyla uyuşmayan bir anlayış olarak tarihteki yerini aldı. Üstelik kara, hava ve denize ek olarak siber güvenlik ile uzay yeni birer alan olarak operasyon alanlarına eklendi. Kamusal ve özel kaynaklara dayalı hibrit savaş icra edebilme yeteneği de önemli bir kuvvet çarpanı olarak karşımıza çıktı. Yeşil Vatan (kara), Mavi Vatan (deniz), Gök Vatan (hava) ve Gri Vatan (siber, uzay, hibrit) bir bütünün ayrılmaz parçaları olarak görülmedikçe, vatanın çeşitli tonlardaki savunması müşterek ve gerekli hallerde birleşik bir yapılanma içinde ele alınmadıkça ve sadece bir kuvvet unsuruna dayalı abartılı ve iddialı bir doktrin ortaya sürüldükçe olgun bir kurmay anlayışın zafiyete uğramasının kaçınılmaz olduğu aşikardır.
Çağdaş kurmay aklı, siber ve uzay gibi denkleme yeni giren alanları da hesaba katarak her bir kuvvetin bütünleşik ve ağ bazlı bir mimari içindeki rollerini düşünmek ve bunların tümünü geniş ve kapsayıcı bir bakış açısıyla savunmakla mükelleftir. Bu noktadan hareketle Yeşil, Gök ve Gri Vatanlar olmaksızın sadece Mavi Vatan üzerine odaklanmakla, dolayısıyla salt bu doktrini ön plana çıkarmakla dogmatik ve bütünlükten uzak bir yola sapılmış olur.
Bu satırların yazarı bugüne değin Mavi Vatan doktrinine sahip çıkanların, örneğin Milli Muharip Uçak projesinin önem ve gereğinden veya yapay zekaya dayalı otonom insansız kara araçlarının kara kuvvetlerine yapacağı ciddi katkıdan söz ettiklerine tanık olmamıştır. Aklı selim sahibi her yurttaş ülke donanmasının su üstünde olsun, su altında olsun en son teknolojik imkan ve kabiliyetlerle donatılmasını arzular; uzak veya yakın denizlerdeki ülke hak ve çıkarlarının azami kılınması hedefini destekler. Bundan şüphe duyulmaması gerekir. Diğer yandan, tek bir kuvveti yüceltip, ağırlık merkezini buna kaydırırsanız o kuvvetin elindeki imkan ve kabiliyetler, örneğin beşinci nesil hava ve kara vasıtalarıyla bütünleşik bir ağ içinde koruma altına alınmazsa Mavi Vatandaki hak ve çıkarlarınızı nasıl korur ve ilerletirsiniz?
Nitekim 2020 Haziran ayında Libya açıklarında Eskişehir’den kalkan muharip uçaklarımızın donanma unsurlarıyla müştereken icra ettiği açık deniz eğitimi, askeri planlamacıların bu ihtiyacı artan ölçüde hissettiğini açıkça göstermektedir. Tek bir kuvvet üzerine dayalı bir doktrini öne çıkarmak, Türkiye’nin dinamik sorumluluk ve ilgi alanları ile güvenlik ihtiyaçları esas alındığında, akışkanlık halindeki ilgi ve etki alanlarına optimum düzeyde tesirli olacak bütünleşik yeteneği odaklayamama tehlikesini açığa çıkarır. Başka bir anlatımla, savunma planlamacılarını ormanın bütününü görmekten mahrum bırakır.
Gelişmiş bir hava desteğinden yoksun ve karada konuşlu sistemlerle takviye edilmemiş bir donanmanın Mavi Vatanda çıkacağı seyrüsefer çeşitli tehditler karşısında arzulanan etkinliği sağlayabilir mi?
‘Kuvvet milliyetçiliği’ yaparken ve buna dayalı doktrin geliştirirken diğer kuvvetler ve savunma-taarruz denklemine yeni girmiş alanlarla olan bağ koparıldığında denizlerdeki hak ve menfaatler nasıl azami kılınabilir?
Diplomasiyi ve diplomatları bu dar doktrin prizmasından gören bir anlayış uluslararası sahnede ne kadar yer edinebilir?
Bu sorulara kapsayıcı, bütünleştirici bir kurmay anlayışıyla verilecek yanıt ‘Hayır’dır. Nitekim, merhum Oramiral Güven Erkaya’nın 1997 yılında Harp Akademileri yıl sonu etkinlikleri meyanında düzenlenen harp oyununun sonuçlarına dair genel değerlendirme vesilesiyle ‘Hava Kuvvetleri olmadan donanmanın Çanakkale Boğazından çıkmakta zorluk çekeceği’ mealindeki çarpıcı gözlemini anımsamakta yarar vardır. Çağdaş ve güncel güvenlik ortamı Mavi Vatan’ın yanı sıra ve aynı etkinlikte Yeşil ve Gök Vatan Doktrinlerinin, Gri Vatanı da hesaba katarak, bütüncül bir yapı ve anlayış içinde değerlendirilmelerini ve savunulmalarını zorunlu kılmaktadır.