Büyük devletlere güvenerek iş yapanlar, işin sonunda büyüklerin çıkarının öne çıkacağını, onların kuracağı dünya dengesinin kendilerine her zaman sağlam bir gelecek getirmeyebileceğini iyi bilmek zorundadır. Bu ilke, hesaplarını tarihte çoğunlukla büyük bir güce yaslanarak yapmaya eğilimli olmuş Ermeniler için de geçerlidir.
Anadolu’da yaşayan Ermeniler arasında yine de bunun istisnalarına rastlamak mümkündü. Örneğin Kurtuluş Savaşı sırasında Samsun’da yaşayan Ermeniler, Türklerle ortak bir gelecek kurmanın değerinin bilinci içinde, Türkiye Büyük Millet Meclisine çektikleri telgrafta, Patrikhane’nin ve Ermeni ileri gelenlerinin Avrupa kapılarında dolaşacağına ve Batılı emperyalistlerinin fikrine alet olacağına, doğrudan doğruya Mustafa Kemal Paşa’nın yanında yer almalarının daha iyi olacağını vurgulamışlardı (Vakit, no 1234, 15 Mayıs 1921).
O zamanlar Avrupa kapılarında dolaşanlara ne sözler veriliyordu? Galip devletler, zaferin koşullarını mağluplara dikte edecek barış anlaşmalarını görüşüp sonuçlandırmak amacıyla, Paris, Londra ve San Remo’da aylar süren konferanslar düzenlemişlerdi. Bu konferansların en çetini Osmanlı Devletiyle yapılacak anlaşmaydı, zira artık hedef “Türk”’ü Avrupa’dan söküp atmak, Osmanlı topraklarını bölüşmekti. Ermenilere de paylaşılacak bu toprakların büyükçe bir kısmında bir Ermenistan devleti kurma sözü verilmişti. Bu devletin önce bir Amerikan mandası olarak teşkil edilmesi, sonra da 1918’de Kafkasya’da kurulan Ermenistan’la birleşmesi öngörülmüştü. Amerikan mandası olma hayali, 1915’te Rusya’nın desteğiyle kalkıştıkları isyan hareketinde başarısız olan Ermenilerin büyük ümitlere kapılmasına yol açmıştı. Ama işler istendiği gibi gitmemiş, 19 Mayıs 1919’da, İstanbul’un ve Anadolu’nun kaderini görüşen müttefiklerin kavrayamadıkları, hesaplayamadıkları yeni bir güç, Kuvayı Milliyeciler ortaya çıkmıştı.
Manda meselesi Kuvayı Milliyecileri de meşgul etmişti: Atatürk’ü Sivas Kongresinde en çok uğraştıran konulardan biri de Türkiye’yi Amerikan mandası yapma talebiydi. Atatürk, ABD’den böyle bir hamle dahi olup olmadığı belirsizken, ABD’nin mandası olmak isteyenlere karşı ısrarla tam bağımsızlık tezini savunmuştu. Bu duruş aynı zamanda galip devletlerin kurmak istediği dünya düzenine de onurlu bir direniş, bir başkaldırıydı. Buna karşılık Ermenilerin çoğunluğu Avrupa’da kapı kapı dolaşarak, müttefiklerin verdiği özerk Ermenistan vaadine dört elle sarılmaktaydı. Tam bağımsızlık mı, yoksa manda rejimi mi tartışmasında kimin haklı çıkacağı ise daha o zaman, 1919 ve 1920 yıllarında, yani Müttefiklerin Ermenileri yüzüstü bıraktığı Paris ve Londra Konferansları sırasında belli olacaktır.
Paris’te 1919 Ocak ayında Barış Konferansı toplandığında, ABD, İngiltere ve Fransa, hem bir Ermeni devleti kurma yönünde hiç olmadığı kadar kesin sözler veriyor, ama hem de hiç olmadığı kadar bu işe doğrudan bulaşmaya isteksiz davranıyorlardı. Konferansla ilgili önemli arşiv bilgilerini, Paul C. Helmreich’ın Osmanlı İmparatorluğunun paylaşılma sürecini anlatan, zengin bibliyografya ve arşiv kaynaklarından istifadeyle yazılmış From Paris to Sevres kitabından (Ohio State University Press, 1974, 376 sayfa) öğreniyoruz.
Paris Konferansı başlarken İngilizler ve Amerikalılar, Ermenilere verilmek üzere Türklerden koparılacak toprakların haritasını bile çizip hazırlamışlardı. Ama gelin görün ki arazideki şartlar çok farklıydı. Bir kere Ermeni nüfusu hiçbir yerde yüzde 30’u geçmiyordu. Ermeni olmayan unsurlar topraklarını vermek istemiyordu. Bölgede gerginlik had safhadaydı. Savaştan yeni çıkmış Müttefikler bu karışıklığın ortasına Ermeniler için asker göndermekten çekiniyordu.
Paris Konferansına Ermeni davasını savunmaya gelen kırkı aşkın heyetten oluşan çeşitli mesleklere mensup Ermeni grupları ise, durmaksızın öne sürdükleri ısrarlı ve aşırı taleplerle, kendilerine sempati duyanları dahi bıktıran büyük bir “arsızlık” içine girmişlerdi. Toprak olarak bütün Kilikya’yı, bunun yanında Van, Bitlis, Diyarbakır, Sivas, Erzurum ve Trabzon’u, hatta buradan Akdeniz’e, Karadeniz’e ve Hazar Denizine açılan limanları istemeye başlamışlardı. Ardı arkası kesilmeyen bu talepler, onlara devlet sözü vermiş Müttefiklerde tereddütler oluşmasına yol açmaya başladı; işin başındaki coşku ve hevesler söndü, bunun yerini yavaş yavaş gerçekçilik ve pratik çözüm arayışları almaya başladı. Galip devletler, kurulursa böyle iri bir Ermeni devletine hayli yüksekçe bir maddi kaynak tahsisi gerekeceğinin, üstelik bununla bütün Yakın Doğu Müslümanlarının ve Türklerin tepkisini çekeceklerinin farkına varmaya başladılar. Hem Ermenilere bunca toprak verildiği zaman İngiltere, Fransa ve İtalya arasında önceden yapılmış Osmanlı’yı paylaşma planları da suya düşecekti. Bu nedenle Lord Curzon’un önerisiyle Ermenilere çok daha küçük, batıda sadece Erzurum’a kadar uzanan, 1918’de Çarlık Rusya’sının yıkılmasından sonra kurulan Ermenistan’la birleştirilmek üzere bir kara parçası verme fikrini değerlendirmeye başladılar. Bu devlete Batum serbest limanı üzerinden Karadeniz’e bir çıkış da sağlanabilecekti.
Ancak Konferans boyunca Ermenilerin talepleri bitmek bilmiyordu: Müttefiklerden toprağın yanında silah, cephane ve personel de istemeye başladılar. Bu gelişmeler Ermenilere karşı güvensizliği daha da artırdı. İngiliz Dışişlerinden George Kidston, 28 Kasım 1919’da, ”Ermenilerin toplu katliam yapmakta en az komşuları kadar becerikli olduklarından en küçük bir şüphem kalmadı” diyordu (Br. Doc. 4:907). İngiltere bu koşullar altında bir adım daha ileri giderek, bölgede özerklik için mücadele eden gruplara verilecek desteği, “her durumun farklı koşullarına göre değerlendirme” kararı aldı. Ermeni devleti kurma hayali peşinde koşanlara bundan daha kötü bir haber olamazdı. İngiltere ve Fransa’da eski kararlılık kalmamıştı; bu işe ne para ne de asker vermeye yanaşıyorlardı. İngiltere zaten Mezopotamya, Mısır ve Anadolu’daki birliklerini azaltmaya başlamıştı. Fransa’nın tutumu da pek farklı değildi. 11 Aralık 1919’da Lloyd George ile görüştükten sonra Fransa Başbakanı Clemenceau şöyle diyordu: “Ermeniler, oturup anlaşmak, kaynaşmak bakımından tehlikeli bir halk. Çok para istiyorlar ama bir türlü tatmin olmuyorlar… Fransa Ermenistan için para dökmeye razı değil.”
Böyle olunca İngiltere ve Fransa işin kolayını bularak Ermenilere para ve asker verme işini, elinde hiçbir güç ve kaynak olmayan Milletler Cemiyetine havale etmeye çalıştılar. Tabii buradan da bir sonuç çıkması imkansızdı. Konferansın başlamasından bu yana geçen sürede kamuoyunda Ermenistan’a ve Ermenilere gösterilen ilgi de azalmaktaydı. Sonunda bu işi Amerika’nın üstüne yıkmaya karar verdiler. Ancak bir süre sonra Amerika da bu işin zorluğunun farkına varmaya başladı ve mandayı üstlenmeyi reddetti. 1920 Mart’ında Bolşeviklerin Kafkasya’da askeri üstünlük kazanmaları ise işin tuzu biberi oldu. Bu sırada Anadolu’da Kuvayı Milliye hareketi de gittikçe güçleniyordu.
Nihayet 1920 Nisan ayında San Remo’da düzenlenen toplantıda, Sevr Antlaşmasına son şekli verilerek, Ermenistan devleti için Ermenilerin istediği ve ABD Başkanı Wilson’un başlarda kabul ettiği, alabildiğine geniş toprak parçası yerine, küçük ve “yaşayabilir” bir sınır kabul edildi. 1923’te Lozan Antlaşmasıyla tarihin çöp sepetine atılacak olan bu antlaşmayla, Trabzon ve Erzincan dışarda bırakılıyor, buna karşılık Muş Bitlis, Van ve Erzurum Ermenistan’a dahil ediliyordu. Bu sınırları kendi kafalarına göre kağıda döken delegelerin, bu toprakların Anadolu’dan nasıl koparılacağı konusunu hesaba katmadıkları açıktı.
Sonuç olarak, Ermenilerin büyük devletlere güvenerek yaptığı hesapların hiçbiri tutmamış oldu. Oysa Balkan Savaşında Türk ordularının yenilmesi, Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşına katılması, Sarıkamış hezimeti ve Çanakkale çarpışmalarının başlamasıyla Ermeniler büyük umutlara kapılmışlardı. Türkler bir ölüm kalım mücadelesi içindeyken, ayaklanmalar çıkararak Müslüman halkı Ruslarla birlikte kılıçtan geçirmeleri, Osmanlı Devletini tehcir kararı almak zorunda bırakmıştı. Fakat güvendikleri Rusya’nın Doğu Anadolu’nun işgalini ağırdan alması, Türk ordusunun Çanakkale’de çözülmemesi, Savaşın üçüncü yılında Ekim İhtilali sonucunda Rus cephesinin tamamen çökmesi bütün hesaplarını boşa çıkardı.
Büyük devletlere güvenerek işe girişenlerin hesaplarını çok iyi yapmaları gerektiğini anlatan güzel özdeyişler vardır. Bunlardan Rusya’yla ilişkilere mal edilenini biraz değiştirip yumuşatarak, “Ayıyla sofraya oturanın ne zaman sofradan kalkacağı ayıya bağlıdır” şeklinde formüle etmek mümkündür. ABD diplomasisine güvenenler içinse şu söylenebilir: “Amerikan diplomasisi hep en doğrusunu yapar, tabii bütün yanlışlar denendikten sonra.” ABD yanlış politikaları deneye dururken, olan bu politikalara bel bağlayanlara oluveriyor.
Şimdi de Ermeniler ABD’yi kendi yanlış tarih anlatılarının yanına çektiklerini ve moral üstünlük sağladıklarını sanıyorlar. Fakat mesela, bir türlü açmadıkları Ermeni arşivlerindeki belgeler ortaya döküldüğünde aynı desteği alıp alamayacakları merak konusudur.