Üzerinde tartışmalar sürüyor olsa da kimi çevrelerin ‘Arap Baharı’ olarak tanımladıkları halk hareketleri Mağrib’ten Maşrık’a uzanan ve hatta ötesine giden büyük bir kuşağı etkilemeye halen devam ediyor.
Bu istikrarsızlık kuşağı, Kuzey Afrika olsun, Ortadoğu olsun sadece bu bölgeye has olmayan kırılma hatlarını da harekete geçirdi. Buradaki ‘büyük kırılma’ geniş Akdeniz havzasında ve Akdeniz’de çıkarları bulunan ülkeler sathında da sarsıntılara yol açtı. Ortaya çıkan kargaşa, Avrupa-Atlantik coğrafyasındaki ülkeler ile başta Rusya olmak üzere Avrasya’daki güçlerin de karşı karşıya gelmelerine zemin oluşturdu.
Bu bağlamda, önümüzdeki tabloda birbiri içine geçmiş üç kuşağı içeren bir çıkarlar çatışması sarmalı hayat buldu. Bunlardan biri, Mağrip-Maşrık hattıdır. Diğeri, bu hatla organik ilişkiler içinde bulunan Geniş Akdeniz havzasıdır. Üçüncüsü ise büyük güçlerin çeşitli kanallardan nüfuz ve dolaylı dolaysız yollardan güç yayma mücadelelerini kapsayan Küresel Kuşaktır.
Türkiye’deki bazı çevreler, Arap toplumları/toplulukları arasında başgösteren huzursuzluk ve isyan duygularını Arap ülkelerinin liderliklerine bağlayıp, ortaya çıkan hareketlerin kökeninde Arap halklarının ‘demokrasi ve özgürlüklere’ duydukları özlem ve kuvvetli arzunun bulunduğunu öne sürmüşlerdir. Bir başka anlatımla, ulus-devlet olma süreçlerini tamamlayamamış, bünyelerindeki aşiret yapılanmalarını aşamamış, feodalitenin ve mutlak monarşilerin hakim olduğu rejimlere dayalı birçok Arap toplumunda demokrasi ve özgürlüklerin nasıl olup da 2010 yılından itibaren sahnede bu denli kuvvet kazandığını tatminkâr ölçülerde açıklayamamışlardır. Ortaya çıkan pratik, bu kategoriye dahil düşünürleri ve analistleri bugüne değin doğrulamamıştır.
Bugün Libya’da tanık olduğumuz gelişmeleri geniş bir resim içinde ele almak daha doğru olacaktır.
Libya da, Mağrip-Maşrık kuşağında halen süregiden istikrarsızlık ve çatışmaların önemli halkalarından biridir, ancak tek halka değildir. Bu ülkedeki gelişmeleri sadece Libya ölçeğinde okumak da hatalı ve yetersiz olur, doğru öngörülerde bulunmanın önünü tıkar.
Herhangi bir devletin geçmişte ve günümüzde sergilediği davranışlar ve izlediği politikalar, güçlü kurumlara sahip diğer devletlerin kayıtlarına girer ve günahıyla sevabıyla uygun koşullar oluştuğunda onların uygulamalarına yön verir.
Libya’nın geçmiş siciline baktığımızda önemli dönüm noktalarından biri olarak 21 Aralık 1988 tarihinde meydana gelen Lockerbie uçak faciası karşımıza çıkıyor.
Londra-New York seferini yapmakta olan zamanın Pan Am havayolu şirketine ait yolcu uçağının, iki Libya uyruklu şahıs tarafından uçağa yerleştirildiği sonradan ortaya çıkan patlayıcıların infilak etmesiyle düşürülmesi ilgili devletlerin kayıtlarına derin izler bırakacak şekilde girmişti. Bu terör saldırısı hiç şüphesiz Libya’nın da siciline işlenmişti.
Kurtuluş Savaşımızda Şeyh Ahmet Sünusi’nin destekleri ve Kaddafi’nin özellikle Kıbrıs Barış Harekatı icra edilirken Türkiye’ye sağladığı katkılar tabiatıyla belleklerdedir.
Öte yandan, 6 Ekim 1996 tarihinde zamanın Türk Başbakanının Libya ziyareti sırasında Kaddafi’nin Türk muhatabına söyledikleri de ortadadır. Alenen sarfettiği bir- iki kısa ifadesini hatırlamakta yarar vardır: “ Sorun, Libya ile Türkiye arasında değil, Türkiye ile Arap ulusu arasında. Türkiye’nin, Arapların düşmanı NATO, ABD ve İsrail’le bağı var…Yahudilerin Dolm kastı…Türkiye’yi Mustafa Kemal döneminden beri yönetiyor. Türkiye kendisini bu şeytanlara sattı…Şu anda Türkiye aynen Şah İran’ına benziyor. Türk halkı için endişe ediyoruz. Çünkü Türkiye dağılıyor. Ben laikliğe karşıyım. Nedir bu laiklik?”
2008 yılında Afrika’nın çeşitli ülkelerinden Bingazi’ye gelen ikiyüz ‘Afrika kralı ve kabile şefi’, düzenlenen bir törende Kaddafi’ye ‘Kralların Kralı’ unvanını vermişlerdir. Bundan güç alan Kaddafi, 29 Mart 2009’da Doha/Katar’da yapılan Arap Zirvesinde Afrika Birliği Dönem Başkanı şapkası altında “Ben, uluslararası bir lider, Arap yöneticilerinin duayeni (kıdemlisi), Afrika’da kralların kralı ve Müslümanların imamıyım. Benim uluslararası statüm daha aşağı bir düzeye inmeme izin vermez” diyerek toplantıyı terk etmiştir.
Kaddafi, birçok ülkeye yaptığı ziyaretler öncesinde tuhaf isteklerde bulunmaktan, ziyaretleri sırasında da sıradışı davranışlar sergilemekten çekinmemiştir. Hatta bunu itiyad haline getirmiştir. Ülkesinin elindeki zenginlikleri bu tür kaba söylem ve eylemlerinin ‘sineye çekilmesi’ için kullanmıştır. Dolayısıyla, her ne kadar ülkesinin birliğini ayakta tutabilmiş olsa da, karşımızda tipik bir diktatör profilinin bulunduğu yadsınamaz.
Libya sorunsalı gündemimize 2011 yılında ülkede çıkan iç karışıklıklarla tekrar gelmiştir. Ülke içinde Kaddafi’ye karşı başlayan isyan hareketleri üzerine BMGK aynı yıl arka arkaya 1970 ve 1973 sayılı kararları almıştır.
Bu kararlar karşısında Rusya’nın çekimser oy kullanması BMGK’nın daimi üyesi olan üç Batılı ülkenin (ABD, Fransa ve İngiltere) harekete geçmesine zemin hazırlamış ve ilk aşamada Fransa’nın öncülük ettiği gönüllüler koalisyonunun başlattığı operasyon, bilahare NATO’nun devreye girmesiyle çapı genişletilen askeri harekatla Kaddafi rejimi devrilmiştir. Sonuçta, Kaddafi, dış dinamiklerin de desteğiyle kendi ülkesinin muhalif güçlerince linç edilmiştir. Herhangi bir çıkış stratejisine dayalı olmadan yapılan askeri operasyon Libya’da bugün karşılaştığımız karmaşa ve istikrarsızlığın kapısını açmıştır.
Libya’yı hem içeride hem dışarıda çıkar çatışmaları için cazip kılan birçok etken bulunmaktadır. Bunların başında ülkenin sahip olduğu hidrokarbon kaynakları gelmektedir. Akdeniz’de sahip bulunduğu 1.800km. uzunluğundaki sahil şeridi Akdeniz’e dönük hesaplarda elbette önem taşımaktadır.
İspatlanmış petrol rezervleri açısından Afrika’da birinci; doğalgaz rezervlerinde ise Afrika’da dördüncü sırada yer alan bir ülkenin, iyi yönetişimden de yoksunsa, ‘rahat’ bırakılmayacağı açıktır. Rahat bırakılmak bir yana 2011 yılında Fransa’nın başlattığı, bilahare NATO’nun da müdahil olduğu bir çatışma süreci sonunda bugün Libya’nın ülke bütünlüğünün korunup korunamayacağı tartışılmaktadır.
Mağrip-Maşrık kuşağındaki istikrarsızlık ve çatışma sarmalı Libya’nın kapısını çalmadan önce dahi BMGK’nin daimi üyeleri arasında Libya’nın geleceğine dönük hesaplar bağlamında pazarlıklar başlamıştı. Bu pazarlıklar bugün de olanca gücüyle devam etmektedir.Bunların kısa vadede sonuç verip vermeyeceği halen belirsizdir.
Türkiye açısından Libya’ya bakıldığında karşımıza temelde iki ana husus çıkmaktadır. Bunlardan biri, Libya’daki iç savaş öncesinde bu ülkedeki Türk yatırımlarının 20 milyar $ mertebesine ulaşmış bulunmasıdır. Diğeri ise, Libya’yla olan beş asıra dayalı tarihi ve kültürel bağlardır.
Realpolitik sözkonusu olduğunda ‘insani’ yaklaşımların geri plana düşmesi mevcut koşullarda maalesef geçerli bir yoldur. Güç yansıtma yeteneğine sahip ülkeler herhangi bir çatışma karşısında çatışmaya zemin oluşturan siyasi-ekonomik pastadan mümkün olan en yüksek payı almak için rekabete girmektedirler. Dolayısıyla, hangi etiket altında olursa olsun, bir ülkeye koşullar gereği müdahale etmek sadece ‘insani ve vicdani’ bakış açısıyla olmaz. Bunu iddia edenler de kısıtlı bir taraftar topluluğu dışında kimseyi ikna edemez. Bu genel tespite rağmen Libya’da iç savaşın başladığı 2011 yılının ilk aylarında Türkiye’nin sivil-askeri deniz, hava ve kara unsurlarını devreye sokarak yirmibeş bin vatandaşımızı ve ABD, İsveç, Mısır uyruklular dahil yedi bin yabancı uyruklu kişiyi Libya’dan başarıyla tahliye etmiş olduğu da halen belleklerdedir.
Devletler ulusal çıkarları tehlikeye girdiğinde veya mevcut durumu bu yönde değerlendirdiklerinde maalesef ‘insani ve vicdani’ değerleri bir yana koyup, ulusal çıkarlarının peşine düşmekten vazgeçmemektedirler. Son kertede güç ve nüfuz çatışmasında normal koşullarda insanlığın ortak değerleri olması gereken erdemlerin korunmasında geri durmaktan çekinmemektedirler.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin Libya’daki geniş ölçekli maddi ve beşeri yatırımlarının heba edilmesi düşünülemezdi. Öte yandan, gecikmiş ve önceden çok iyi hazırlanmamış bir çerçevede de olsa, Akdeniz’deki Türk çıkarlarından feragat edilmesi de göğüslenemezdi. Bu çıkarların Libya ölçeğinde formülasyonu ve sahaya yansıtılmasında gecikmeler veya hesap hataları olmuş; bunun sonucunda Türkiye’nin imajı ve inanılırlığı erozyona uğramıştır.
Uluslararası toplumun (BM) tanıdığı Serrac Hükümetinin ardında durmak, buna destek vermek güçlü bir argüman olarak addedilebilir. Diğer yandan, bu desteği sağlarken ulusal çıkarlar yerine belli bir ideolojiye hizmet etme mantığı esas alındığında veya hareket noktası bu yönde algılandığında, Libya’nın bütünlüğü dahilindeki çıkarların riske atıldığı bir tabloyla karşılaşmak olağan karşılanmalıdır.
Birbirleri arasındaki hesaplaşmalara ve sahadaki saflaşmalara rağmen bütün başat güçler Libya’da çatışmanın her iki tarafıyla da görüşmeye kapılarını kapatmamışlardır. Çok uzun bir aradan sonra da olsa Mısır’dan bir heyet 27 Aralık 2020’de Trablus’ta Serrac Hükümetiyle temaslarda bulunmuş, Serrac Hükümetinin Dışişleri Bakanı Siyaha 30 Aralık 2020’de Moskova’da Lavrov’la görüşmüştür.
Libya Başbakanının Londra ve Macron’un daveti üzerine Paris’i ziyaretleri belleklerdedir. Türkiye’yle sıkı ilişkiler içinde olan İçişleri Bakanı Başağa da Kasım 2020’de Kahire ve Paris’i ziyaret etmiş, hatta Fransa’yla birtakım anlaşmaların altına imza atmıştır.
Libya’da çatışmalar başladığından bu yana Libya’daki çıkarlarını korumak ve ilerletmek isteyen güçlerin karşı saflarda yer alsalar dahi ülkelerinin çıkarları için diğer tarafla görüşmekten kaçınmadıkları görülmektedir. Ulusal çıkarlar ile diplomasinin gereği de budur. İlgili ülke sathındaki tüm çıkarların güvence altına alınması da pratikte bu suretle sağlanır.
2020 Ekim’inde BM gözetiminde yürütülen müzakereler sonucunda Libya’daki taraflar arasında ateşkes ilan edilmesi önemli bir gelişmedir. Varılan mutabakatta, üç ay içinde ülkedeki yabancı güçlerin Libya’yı terketmeleri öngörülmektedir. Bu durumda, normal koşullarda Libya’da başkaları adına vekalet savaşı yürüten tüm yabancı paramiliter güçlerin Ocak 2021 sonunda ülkeden çıkmaları gerekecektir. Bu hedefin tutturulması, çıkar çatışmalarında ortak bir payda henüz tam olarak ortaya çıkmadığı için kolay değildir. Diğer yandan, süregiden güçler mücadelesinde tedricen de olsa ortak bir anlayışın belirmeye başladığı gözlenmektedir. Dolayısıyla, ilgili güçlerin Libya’ya dönük tutumlarına kendi çıkarları doğrultusunda yeniden bir ayar vermeleri beklenebilir. Bu sürecin Libya’nın içinde karşı karşıya bulunan yerel iktidar güçleri arasındaki mücadele bağlamında da sonuçlar doğurması sürpriz oluşturmayacaktır.
Şekillenmekte olan yeni ortamda Türkiye’nin ulusal çıkarlarını daha da sağlamlaştırmak üzere atabileceği genelden özele doğru adımlar şunlar olabilir:
– Geniş Akdeniz havzasındaki dengelerde Libya elbette önemlidir; ancak tek aktör değildir. Bu itibarla deniz olsun, Kuzey Afrika karasal kuşağı olsun Türkiye’nin yegane nirengi noktasını Libya oluşturamaz. Türkiye, bu büyük kuşaktaki deniz çıkarlarını sadece Libya’ya bağlayamaz. Aksi takdirde, Mağrip-Maşrık kuşağındaki etkisi sınırlı kalır ve sorunlar doğurur.
– Akdeniz’deki dengeler ve çıkar mücadelesinde sadece Kuzey Afrika şeridiyle de yetinilmemelidir. Akdeniz sahil kuşağında yer alan ülkelerin yanısıra bu geniş havzada çıkarlar peşinde olan Akdeniz ötesindeki ülkelerle de diplomatik ilişkileri yoğunlaştırmakta yarar görülmelidir. Buradaki kapsam, geniş Akdeniz kuşağı ile küresel kuşaktır .
– Libya’yla deniz yetki alanları konusunda varılan mutabakat kuşkusuz önemlidir ve desteklenmelidir. Buna mukabil sırf bu mutabakatın, Akdeniz havzasındaki genel çıkarlarımız için yegane emniyet sübabını oluşturamayacağı bilinmelidir. Havzadaki diğer ülkelerle bu mutabakata benzer sağlam hukuki düzenlemeler hayata geçirilmediği sürece Libya’da olsun, diğer bölge ülkeleriyle ilişkiler bütününde olsun bölgesel çıkarlarımızın geliştirilmesi ham bir hayal olarak kalır. Mevcut durum Türkiye’yi diplomasiden çok askeri güç gösterilerine sürükler. Maceralarla dolu bu yol ise, kimilerinin heyecanla savunduğu ‘Mavi Vatan’ kavramının içinin pratikte süratle boşalmasıyla sonuçlanma riskini doğurur.
– Bu çerçevede işe öncelikle bölge ülkeleriyle ilişkilerde normalizasyona gitmekle başlanmalıdır. Buna Libya’daki taraflar da dahildir. Tobruk’taki Temsilciler Meclisi Başkanı Akila Salih’le temas da dahildir. Serrac ile Salih’in beraberce Ankara’ya davet edilmeleri düşünülmelidir. Buna paralel olarak bölgede ihtilaf halinde olduğumuz ülkelerle siyasi temasların başlatılması, dolayısıyla sadece askeri veya istihbarat yetkililerinin sürdürdüğü anlaşılan temaslarla yetinilmemesi gerekmektedir. Bu olmadan Akdeniz’i konu alacak bölgesel konferans düzenlenmesi çağrısının karşılık bulması zor, hatta imkansızdır.
– Bölgeyle ilişkilerde ideolojik davranışlar sergilendiği yönündeki algıyı giderecek bir diplomasi kulvarı benimsenmelidir. Ulusal çıkarların, ister algı düzeyinde olsun, ister pratikte olsun herhangi bir ideolojinin çatısı altında ilerletilemeyeceğinin artık görülmesi ve teslim edilmesi gerekmektedir.
– Bölgesel normalizasyonu destekleyecek daha geniş ölçekli bir çerçeve üzerinde çalışılmalı, buna bağlı sağlam temellere sahip bir strateji izlenmelidir. Bu stratejinin günlük söylemlere ve reflekslere bağlı kılınmaması, dar çıkarlar uğruna genel ulusal çıkarların heba edilmemesi zorunludur. Uzun dönemli çıkarlar geniş açılı ve kuşatıcı bir vizyona sahip çıkmayı gerektirmektedir.
– Çeşitli iç çevrelerin kendilerine özgü çıkar ve beklentilerinin Libya dahil, geniş Akdeniz havzasında ulusal çıkarların ilerletilmesine hizmet etmeyeceği, çevremizde bizim de her bakımdan çıkarımıza olan huzur, istikrar, barış ve refah kuşağı oluşturma amacını karşılamayacağı anlaşılmalıdır. Aksi yönde izlenecek bir yolun bizi tehlikelerle dolu yeni maceralara sürükleyeceğini idrak etme zamanı gelmiştir.
Ömür Şölendil