Türkiye 10 Kasım 2010 tarihinde Avrupa Konseyi (AK) Bakanlar Komitesi dönem başkanı oldu. Altı ay süren başkanlık, Konsey’in 47 üyesi arasında alfabetik sırayla üstlenilir. Başkanlık sırası bize geldiğinde, Strasbourg’da Daimi Temsilci olarak göreve başlayalı altı buçuk yıl olmuştu. Bu sürenin uzatılmasının nedeni, dönem başkanlığının Konsey’de deneyimli bir daimi temsilci ile yürütülmek istenmesiydi. Zira, Bakanlar Komitesi’nin çalışmaları esas itibariyle her hafta toplanan Daimi Temsilciler tarafından yürütülür. Bakanlar düzeyindeki toplantılar olağan olarak yılda bir kez düzenlenir. 10 Kasım 2010 günü Dışişleri Bakanı Davutoğlu Strasburg’a gelerek dönem başkanlığını devraldı.
O tarihten bir ay kadar önce Davutoğlu telefonla arayarak, dönem başkanlığına önem verdiğimizi, son yıllarda dış politikada Orta Doğu ülkeleriyle ilişkilerde yaratılan hareketlilik nedeniyle, Hükümetin Avrupa’ya ilgisinin azaldığı yolunda görüşler öne sürülmekte olduğunu, bu görüşlerin doğru olmadığını ortaya koymak için iddialı bir gündemle başkanlığı üstlenmemizi istediğini söylemiş ve bu doğrultuda hazırlık yapmamı istemişti. Davutoğu, bu çerçevede Batı Avrupa’da artmakta olan yabancı düşmanlığı ve İslamofobi ile mücadele konusunu öncelikle ele almayı düşündüğünü söyledi ve görüşümü sordu. Cevaben, bu konuyu dönem başkanlığımızın hedefleri arasına koymamızın yararlı olacağını, konuya verdiğimiz önemi yansıtmak açısından bir seçkin şahsiyetler grubu kurulmasına ön ayak olabileceğimizi, AK Genel Sekreteri’nin bizimle danışma içinde böyle bir grubu atamasını ve Bakanlar Komitesine bir raporla görüş ve önerilerini sunmasını sağlayabileceğimizi, AK’ın geçmişinde önemli konuların gündeme bu yolla getirildiğini, ancak grubun tarafımızdan finanse edilmesinin bekleneceğini söyledim. Bakan anlattıklarımı onayladı ve hazırlıklara başlamamı ve Strasbourg’a geldiğinde Genel Sekreter Jagland (Norveç’in eski Başbakan ve Dışişleri Bakanı) ile önerimizi sonuçlandırmak istediğini belirti.
Bakanlar Komitesi dönem başkanlığını üstlenen ülkeler, geleneksel olarak, gerçekleştirmeye çalışacakları hedefleri devir teslim töreninde açıklayarak, altı ay boyunca o hedefler doğrultusunda çaba harcarlar.
Dönem başkanlığın etkinliği, o hedefleri gerçekleştirme başarısı ile ölçülür. Dönem başkanlığı üstlendiğimiz 2010 yılında Türkiye’nin Örgüt içindeki ağırlığı ve etkinliği gözle görülür biçimde artmıştı. 2000li yılların başından itibaren Avrupa Birliği’ne (AB) adaylık sürecinde hazırlanan uyum paketleri ve anayasa değişikliği, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) içtihadı temel alınarak hazırlanmıştı. Nitekim söz konusu reformlar, Strasbourg’a atanmadan Dışişlerinde başında bulunduğum Avrupa Konseyi ve insan haklarından da sorumlu olan Çok Taraflı Siyasi İşler Genel Müdürlüğünde hazırlanmıştı. Çalışmaların içeriği böyle gerektiriyordu; zira AB’nin adayların yerine getirmesini beklediği Kopenhag kriterleri aslında AİHS ve AİHM içtihadından oluşmaktaydı.
Söz konusu reformlar doğal olarak AK içindeki konumumuzu güçlendirmiş ve Mart 2004’te AK Parlamenterler Meclisi’nin denetim sürecinden çıkmıştık. (Denetim süreci, AK çerçevesinde üstlendikleri yükümlülüklerini yerine getirmeyen ülkeleri denetleme ve yönlendirme mekanizmasıdır. 1991 yılında Doğu Avrupa’daki yeni demokrasiler için getirilmiş olan denetim sürecine alınmış olan AK’ın yegane kurucu üyesi Türkiye idi. AB ile Ekim 2004’te katılım müzakerelerine başlama kararının AK denetim sürecinden çıkmamız üzerine alınması rastlantı değildir. 1991 ertesinde AB üyeliğine aday Doğu Avrupa ülkelerinin tümü, AK’deki denetim sürecinden çıktıktan sonra katılım müzakerelerine başlamışlardır.)
Örgüt’teki etkinliğimizin artmasına yol açan bir diğer etken, Kıbrıs sorununu AİHM ve dolayısıyla AK gündeminden önemli ölçüde çıkarmayı başarmış olmamızdı. AİHM’ne bireysel başvuru hakkını 1987 yılında tanımamız üzerine Kıbrıs Rumları, KKTC’de terk ettikleri mülkler için kullanım kaybı tazminatı ve iade taleplerini içeren mülkiyet başvuruları yapmaya başlamışlardı. Mülkiyet başvurularına Ada’daki çatışmalarda kaybolan Rumların ailelerinin yaptığı başvurular da eklenmişti. Rumların bireysel başvuru hakkını tanımamızdan yararlanarak Kıbrıs sorununu AİHM’ne taşıyacaklarını göz önüne alarak, bu hakkın Türkiye’nin uluslararası sınırları içindeki olaylarla sınırlı olduğu yolunda resmi çekince ile birlikte bireysel başvuru hakkını tanımıştık. Ancak AİHM bu çekinceyi kabul etmemiş, bir Rum mülkiyet başvurusunu (Loizidou) işleme koyarak,1998 yılında Türkiye’yi kullanım kaybı tazminatı ödemeye ve mülkü iadeye mahkûm etmişti. Loizidou kararını reddetmemiz üzerine, Kıbrıs sorunu AİHM ve onun kararlarının uygulanmasını denetleyen Bakanlar Komitesi gündemine oturmuştu. Rum kayıp şahıslar hakkında da AİHM tazminat kararı vermiş ve Kıbrıs sorununun farklı veçheleri AK gündemine girmişti. Bu durum Kıbrıs Rum tarafını AK forumlarını bize karşı kullanma ve baskı yapma fırsatı veriyordu.
Bu olumsuz ortamı AİHM ile danışmalarla attığımız adımlar sayesinde düzelttik. Kuzey’de terkedilmiş Rum mülklerinin takas, tazminat veya iade yoluyla çözümlenmesi için KKTC Hükümeti ile işbirliği içinde Taşınmaz Mal Komisyonunu (TMK) kurduk. Rumların yoğun itiraz ve lobi çalışmalarını aşarak, TMK’nın etkin bir iç hukuk yolu olduğunu AİHM’e kabul ettirdik. Böylece AİHM’ne yapılmış olan binlerce Rum mülkiyet başvurusu reddedilerek, KKTC’de kurulmuş olan Komisyon’a yönlendirildi. KKTC’nin Taşınmaz Mal Komisyonu Avrupa hukukuna göre çalışan ve karar veren bir kurum olarak tanındı. Kanımca, bu sonuç 1974’ten buyana uluslararası alanda Kıbrıs sorununa ilişkin olarak elde edilen en önemli hukuki/siyasi kazanımdır.
Rum kayıplar konusunda ise, BM’in Kıbrıs’ta iki toplum arasında güven arttırıcı önlem olarak yaptığı öneriyle oluşturulmuş, fakat çalışmaz durumda olan Kayıp Şahıslar Komitesini aktive ettik. Bir Kıbrıslı Türk, bir Rum ve tarafsız bir ülke vatandaşı başkandan oluşan Komite askeri makamlarımızın çekinceleri nedeniyle çalışmıyordu. Askeri makamlarımız 1974 harekâtında ölen Rumların kalıntılarının bulunmasının hukuki sıkıntılara yol açabileceğinden çekiniyorlardı. Ankara’da Genelkurmay Başkanı Başbuğ ile yaptığım görüşmede kayıp şahıslar komitesinin tamamen insani amaçlar için kurulduğunu, görevinin Kıbrıs’taki Türk ve Rum kayıpların kalıntılarını bularak ailelerine teslim etmekle sınırlı olduğunu anlattım. Komite işbirliğimizin başlamasıyla iki toplumun kayıplarının arama çalışmalarına başladı. Böylece, insani bu konunun AK gündeminde Rum Yönetimi tarafından aleyhimize istismar edilmesini durdurduk, hem de 1963‐74 yılları arasında kaybolmuş Kıbrıslı Türklerin de izlerinin araştırılması sürecini başlattık.
Bu gelişmelerle Kasım 2010’da dönem başkanlığını üstlenirken, Örgüt içindeki konumumuz güçlenmişti. Aday ülke sıfatıyla AK’taki AB ülkelerinin aralarındaki toplantılara gözlemci olarak bir süredir katılıyorduk. Örgüt içindeki önemli konular AB, Rusya ve Türkiye arasında gayri resmi danışmalarla olgunlaştırılır oldu. Böylece AK, büyük ölçüde, Avrupa Birliği ve iki büyük komşusu, Rusya ve Türkiye’nin Avrupa Sözleşmeleriyle belirlenmiş ortak standartlar temelinde işbirliği yaptıkları bir foruma dönüşüyordu.
Bu olumlu ortamda dönem başkanlığımızın Türkiye’nin dış politikada “yumuşak gücünü” (soft power) göstermesi için elverişli bir fırsat yaratmaktaydı. Türkiye uzun yıllardır, stratejik önemi, coğrafi konumu, askeri gücü, büyükçe bir piyasaya sahip olması gibi nedenlerle öne çıkan bir ülkeydi. Son on yıl içinde ise, Türkiye, halkının çoğunluğu Müslüman bir ülkenin demokrasi, laiklik ve piyasa ekonomi alanındaki başarılarına örnek gösterilmekteydi. İnsan hakları alanında yaptığımız reformlar ve AB katılım müzakerelerinin başlamasıyla, yabancı sermaye girişinde büyük artış oluyor ve ekonomik büyümemiz hızlanıyordu. Türk tv dizileri birçok ülkede popüler olmaya başlamıştı. İngiliz The Economist dergisinin bir kapağı o dönemde Türkiye’ye ilişkin uluslararası algıyı özetliyordu: “The Star of İslam: Turkey “
Avrupa’nın II. Dünya Savaşı sonrasında geliştirdiği ortak değerleri güçlendirecek üç konuyu dönem başkanlığımızın hedefi yaparak, Türkiye’nin yumuşak gücünü dış politikada da ortaya koyabilecektik. Bu konulardan ilki zaten Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun fikriydi. New York’ta ikiz kulelere Eylül 2001 saldırısı sonrasında Batı Avrupa’da da, İslam adına hareket ettiğini iddia eden kişilerce girişilen birkaç terör saldırısının da etkisiyle, göçmenlere yabancılara ve özellikle Müslümanlara hoşgörüsüzlük artmakta ve yabancı düşmanı, popülist siyasi partiler destek bulmaya başlamıştı. Genel Sekreter Jagland ile görüşerek, Avrupa demokrasilerinde ortaya çıkmakta olan hoşgörüsüzlük ve ayrımcılığa çözüm önerileri getirecek bir Seçkin Şahsiyetler Grubu kurulmasına ön ayak olmasını önerdim. Jagland, önerimizi desteklediğini, üzerinde çalışmaya başlayacağını söyledi. Bir kaç gün sonra beni arayan Genel Sekreter, Grubun başkanlığı için eski Almanya Dışişleri Bakanı Joscka Fischer’i önerdi; bizim de desteğimizle Fischer Grup Başkanı oldu. 10 Kasım toplantısında Davutoğlu bir Seçkin Şahsiyetler Grubunun Fischer başkanlığında oluştuğunu açıkladı ve Avrupa’daki hoşgörüsüzlük ve ayrımcılık akımları ile mücadele etme gereğini uzunca anlatan bir konuşma ile başkanlığı devir aldı. Eski NATO Genel Sekreteri ve İspanya Dışişleri Bakanı Javier Solana, AB Komisyonu eski üyesi ve İtalyan Hükümetlerinde bakanlık yapmış olan Emma Bonino gibi isimler de Grupta yer aldı.
Grup altı ay içinde İstanbul ve Brüksel’in de aralarında olduğu Avrupa kentlerinde altı toplantı yaptı, geniş bir yelpaze içinde bir çok kişiyle görüşmelerde bulundu. İstanbul’daki toplantısının bitiminde Dışişleri Bakanı Davutoğlu Grup ile bir çalışma yemeği düzenledi ve Grubun kurulmasına ön ayak olmamızın nedenlerini ve hazırlayacağı rapordan beklentileri dile getirdi. Grubun raportörlüğünü yapan kıdemli İngiliz gazeteci Edward Mortimer’in kaleme aldığı ayrıntılı raporu 6 Nisan 2011’de aldık. “Birlikte Yaşamak: 21. Yüzyılda Avrupa’da Farklılıklar ile Özgürlüğü Birleştirmek” başlıklı Rapor Avrupa toplumlarının artan hoşgörüsüzlük, ayrımcılık, yabancı düşmanlığı, bazı din adamlarının kışkırttığı İslami aşırılık gibi risklerle karşı karşıya olduğunu anlatmakta, bu risklerin göç, güvensizlik, medyanın azınlıklar hakkında yaratığı yanlış bilgilerden ve hükümetlerin hatalarından kaynaklandığı belirtmekte ve bir dizi öneri ve tavsiyelere yer vermekteydi. Nisan 2011 ortasında Parlamanter Meclise dönem başkanı olarak hitab etmek için Strasbourg’a gelen Davutoğlu, oldukça öfkeli biçimde, raporu beğenmediğini, “islami aşırılık” diye bir kavramı kabul etmediğini, raporu Türkiye’de kamuoyunun dikkatine getirmeyeceğini, Gruptan bekleneni alamadığımızı söyledi. 77 sahifelik raporda kullanabileceğimiz birçok husus olduğunu,”islami aşırılık” hakkındaki bir kaç paragrafın sadece bazı din adamlarının etkinlikleriyle irtibatlandırıldığını ve Avrupa’daki Müslüman toplumların geneline mal edilmediğini anlatmaya çalıştım, ama Bakan konuyu tartışmayacağını bildirip noktayı koydu. Böylece kendi girişimimizi kendimiz sonuçsuz bıraktık.
Bu süreçte Grubun Başkanı Fischer’i tanımak fırsatı bulduğum için şanslıyım. Grubun Strasbourg, İstanbul ve Brüksel’deki toplantılarına katıldım. Toplantılar arasındaki dönemlerde de Fischer ile telefonla ve mesajla sıkça temas ettik. Fischer meslek yaşamım boyunca tanıdığım şahsiyetler arasında beni en etkileyenlerden biri oldu. Müthiş vizyon sahibi olduğu kadar son derece gerçekçiydi. Temaslarımızda, Avrupa’da yayılmakta olan yabancı düşmanlığı, islamofobi ve ayrımcılığın kendisini de çok rahatsız ettiğini,bu nedenle bu konuya Başkanlığımız döneminde eğilmemizden memnun olduğunu ve Grubun başkanlığını seve seve kabul ettiğini söyledi ve “böyle bir inisiyatif AB’den gelmeliydi. Ama mevcut Fransız ve Alman Hükümetlerinden bunu beklemek gerçekçi değil” demişti.
Raporda, yapılan öneri ve tavsiyelerin AB ve AK dönem başkanlıkları tarafından izlenmesi çağrısı da yapılıyordu. Gerek AB dönem başkanı Polonya, gerek bizden sonra ki AK dönem başkanı Ukrayna telkinlerime rağmen, konuya ilgi göstermediler. Fransız Dami Temsilcisi, çok beğendiği raporun AB içinde ele alınmasını kendi makamlarına tavsiye ettiğini, ancak Sarkozy yönetiminde kabul şansı olmadığını bana özel olarak söyledi. Avrupa toplumlarında son on yılda gözlemlenen gelişmeler raporun gözlem ve önerilerinin geçerliliğini her geçen gün doğrulamaktadır. Avrupa’nın seçkin şahsiyetlerinin adlarını verdiği raporu rafa kaldırmak yerine, sahiplenerek ısrarla izlemesini yapabilseydik dediğim pek çok vesile oldu.
Başkanlığımız ikinci hedefi kadınlara karşı şiddet ile mücadele için hukuki bağlayıcılığı olan bir Avrupa Sözleşmesi hazırlamak ve başkanlığımızın bitiminde imzaya açılacak şekilde sonuçlandırmak oldu. Kadınlara karşı şiddet evrensel bir insan hakkı sorunuydu. BM’de bu sorunu bir ölçüde kapsayan, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Kaldırılması Sözleşmesi (CEDAW) 1979 yılında imzaya açılmıştı. Katılan ülke sayısı çok olmakla birlikte, konulan çekinceler ve BM sözleşmelerinin denetiminin yetersizliği nedeniyle, CEDAW sorunla mücadelede etkili olmamıştı.
Kaldı ki, kadınlara karşı şiddet tüm Avrupa ülkelerinde de ciddi bir insan hakları sorunuydu. AK Sekretaryasının derlediği bilgiler, Avrupa genelinde kadınların %57sinin cinsel taciz gördüğünü, her yirmi kadından birinin tecavüze uğradığını ve ev içinde kadınların hedef olduğu şiddetin sadece %12sinin polise iletildiğini ortaya koyuyordu. AK üyesi ülkelerin hukuk sistemleri ve yasal standartları bu ciddi Avrupa sorununda farklılıklar taşımaktaydı. AK içinde de sorunun önemi anlaşılmaya başlanmıştı. Bakanlar Komitesi 2006‐8 yıllarında kadınlara karşı şiddet ile etkin mücadele için üye ülkeleri yaygın bir kamu oyu kampanyası yürütmeye davet etmişti. Parlamenter Meclis aldığı bir kararla, Bakanlar Komitesini bu mücadele için hukuken bağlayıcı bir Avrupa Sözleşmesi yapması çağrısında bulunmuştu. Başkanlığı devraldığımızda, konu AK içinde bu durumdaydı.
Türkiye’de de çok ciddi boyutlarda olan bu insan hakları sorununda Başkanlığımız döneminde bu çağrıyı hayata geçirmeye yöneldik. Sözleşme taslağını hazırlamakla görevli uzmanlar komitesine bu alanda çok yetkili bir ismi, Prof. Feride Acar’ı üyemiz olarak atadık. Yazım çalışmalarında karşılaşılan güçlükleri aşmak için Prof. Acar ile birlikte çalışma yemeklerinde lobi çalışması yaptık. Bu çabalarımıza Bakanlar Komitesi sekretaryasının başı olan Mireille Paulus da çok yardımcı oldu. AB Komisyonu’nun AK’daki temsilcisi de her aşamada destek verdi. Bu uğraşlar sonucu, 11 Mayıs 2011 tarihinde düzenlenecek olan Bakanlar Komitesi öncesindeki son Daimi Temsilciler toplantısında 47 üye ülke Sözleşme’nin İstanbul’da imzaya açılmasına alkışlarla onay verdi. Söz alan, birçok ülkenin daimi temsilcisi Sözleşmenin AK’ın standartlar yaratmak açısından son yıllardaki en önemli kodifikasyon çalışması olduğunu, insan hakları koruma sistemindeki önemli bir boşluğu doldurduğunu dile getirdi. İstanbul Sözleşmesini bugüne kadar imzalamayan iki AK ülkesinden biri olan Rusya’nın ise o toplantıdaki sessizliği dikkat çekti.
Bu konuda dünyadaki ilk ve tek hukuki bağlayıcı belge olan İstanbul Sözleşmesi kadınlara karşı şiddeti insan hakkı ihlali ve ayrımcılık olarak tanımlamakta ve hangi eylemlerin şiddet olarak niteleneceğini belirlemektedir. Sorun ile mücadele için ilk harfleri İngilizcede “p” ile başlayan üç hedef (“prevention” önleme, “protection” koruma ve “prosecution” cezalandırma) hedef ortaya koymakta ve bu hedefler için Avrupa standartları getirmektedir.
Kadınlara karşı şiddet gibi evrensel bir insan hakkı sorununda hukuken bağlayıcı bir uluslararası sözleşmeye öncülük etmesi Türkiye’nin dış politikada ki yumuşak güç potansiyelini yansıtmaktadır. İstanbul’un adıyla anılan Sözleşmeyi ileri demokrasilerden oluşan kırk dört Avrupa ülkesi (Türkiye dışında) ile Avrupa Birliğinin imzalamış olmaları varılan sonucun önem ve değerini arttırmaktadır.
Dönem başkanlığımızın üçüncü hedefi, insan hakları açısından Avrupa’da ortak hukuk alanı yaratmayı amaçlayan AİHS sisteminin boşluklarını gidermekti. Sözleşmenin denetim organı olan AİHM içtihadıyla ve Mahkemeye bireysel başvuru hakkı yoluyla 1954’den bu yana Avrupa ortak hukuk alanı oluşturulmasında büyük mesafe alınmıştı. Ancak, AB içinde artan entegrasyonla üye ülkeler kendi yetkilerinin bir bölümünü AB kurumlarına devretmişler ve AB’nin tüzelkişilik olarak AİHS’ne taraf olmaması nedeniyle, bu yetki devri, Avrupa ortak hukuk alanında boşluk yaratmaktaydı. AB’nin AİHS’ne taraf olması bu boşluğun kapatılması için zorunluydu. Böylece AB kendi üyesi olan 27 ülke ve üyesi olmayan 20 AK üyesi (Türkiye dahil) ile aynı uluslararası insan hakları denetimine tabi olacaktı. Bu, AB hukuku ile AİHS sistemi arasında uyum ve tutarlılığı da güçlendirmiş olacaktı. Başkanlığımızı devralmadan bir yıl önce, 2009 Lizbon Zirvesinde AB AİHS’ne katılmayı zaten kararlaştırmıştı. Başkanlığı üstlendikten sonra gözlemci olarak katılmakta olduğum Strasbourg’daki AB ülkelerinin daimi temsilcileri toplantısına konuyu getirdim ve Lizbon Sözleşmesiyle AB’nin AİHS’ne katılma iradesini hayata geçirmek için dönem başkanı olarak Bürksel’de Komisyon ile ilk teması başlatmayı öngördüğümüzü bildirdim. AK’taki AB Komisyonu temsilcisi kısa süre sonra, Brüksel’in bu süreci başlatacak görüşmeye hazır olduğunu bana bildirdi. Genel Sekreter Jagland, AB’deki Daimi Temsilcimiz Büyükelçi Selim Kuneralp ve benimle ile birlikte Dışişleri Bakanı Davutoğlu Brüksel’de ilgili AB Komiseri ile konuyu ele aldı. Dönem başkanlığımız sona ermeden, AB Komisyonu, 2011 sonbaharında AİHS’ne katılım müzakerelerine başlama yetkisini aldığını açıkladı.
Üzerinden on yıl geçmiş olmasına rağmen, AB’nin AİHS’ne katılımı hala gerçekleşmiş değildir. 2011 sonbaharında başlayan görüşmeler Nisan 2013’te anlaşmaya varılmasıyla sonuçlanmış, ancak görüşü istenen Avrupa Adalet Divanı, AB hukuku açısından anlaşmanın sorunlar yarattığına karar vererek, Aralık 2014’de olumsuz görüş vermiştir. Yedi yıl sonra, dönem başkanlığımızda başlattığımız AB‐AK müzakere süreci hala tamamlanmış değildir.
Başkanlığımız döneminde öngörmediğimiz bir gelişme de yaşadık. Sonradan Arap Baharı olarak anılacak Arap ülkelerindeki otoriter rejimlere karşı ilk halk hareketi Ocak 2011’de Tunus’ta başladı. Dışişleri Bakanı Davutoğlu beni arayarak, Ben Ali’nin devrilip yerine gelen yönetim ile AK’ın temasa geçmesini, böylece Tunus’un demokrasiye geçiş sürecine destek olmak istediğini belirtti ve bu yönde girişimlerde bulunmamı istedi. Genel Sekreter Jagland ile görüşerek, birlikte Tunus’a gitmeyi ve AK’a bağlı Venedik Komisyonu ile yeni Tunus yönetimi arasında işbirliği önermeyi kararlaştırdık. Venedik Komisyonu Doksanlı yılların başında Doğu Avrupa ülkelerinin demokrasiye geçiş sürecinde anayasa ve temel yasaların hazırlanmasına yardımcı olmak amacıyla kurulmuş AK’ın uzmanlık organıydı. Davutoğlu, Genel Sekreter ile birlikte Tunus’a gitmekten memnun olacağını söyledi ve Mart 2011 ortasında birlikte Tunus’a gittik. Yeni yönetim ile temaslarda Davutoğlu AK adına konuşmaktan son derece mutlu görünüyordu. Tunus’un Venedik Komisyonu’na üye olması kararlaştırıldı. Kısa süre sonra da Tunus Komisyon üyesi oldu ve geçiş sürecinde Komisyon ile yakın işbirliği yaptı. Tunus’un Arap baharından demokratik rejime geçebilen ve bugüne kadar bunu yaşatabilen tek Arap ülkesi olmasında AK ile işbirliğinin ve onu gerçekleştiren dönem başkanlığımızın umarım mütevazı bir katkısı olmuştur. Tunus’taki resmi toplantılardan sonra Davutoğlu bu ülkenin Müslüman Kardeşler hareketinin lideri Raşit Gannuşi ile Büyükelçiliğimizde bir araya geldi. İki saat kadar süren ikili görüşmeye başka kimse katılmadı. Gannuşi, 22 yıl Londra’da sürgünde yaşadıktan sonra, Ben Ali rejiminin devrilmesinden sonra Tunus’a dönmüş ve bizim ziyaretimizden iki hafta önce düzenlenen kurucu meclis seçimlerinde partisi %37’den yüksek oyla en büyük siyasi parti olmuştu.
Dönem Başkanlığımız 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da ev sahipliği yaptığımız Bakanlar Komitesi toplantısı ile sonlandı. Toplantı marjında İstanbul Sözleşmesi’nin imza törenini düzenledik. İlk imzayı da Dışişleri Bakanı Davutoğlu attı. Benim için ise, çok yorucu bir altı ayın sonu gelmişti. Ertesi gün, “bir tatili hak ettiniz” diyen Bakanın izniyle, Strasbourg’a dönmeden önce, bir haftalık tatil için Kıbrıs’a uçtum; emeklilik yıllarımı geçireceğim Ada’ya.