2025’te Türkiye – ABD İlişkileri Hakkında Öngörüler

PAYLAŞ

2024 yılının sonlarında Esad rejiminin birdenbire yıkılması sadece ülkede değil, bütün Ortadoğu’da heyecan ve endişe yarattı. Bu meyanda, Gazze’deki kıyım hız kesmeden devam etti. Ancak, yılın en önemli olayı hiç şüphesiz Donald Trump’ın ABD Başkanlığına seçilmesiydi. Donald Trump’ın başkanlığa geri dönüşünün hem dünya siyaseti hem de Türkiye-ABD ilişkileri üzerinde önemli etkileri olacak. Trump’ın ikinci döneminde izleyeceği politikaların, sadece ABD içindeki dengeleri değil, küresel ölçekteki ilişkileri de ciddi şekilde etkileyeceği aşikar.

Türkiye’nin bu yeni dönemdeki rolüne ve ilişkilerin ne yönde seyredeceğine bakacak olursak: Trump’ın ilk başkanlık dönemi, Amerikan demokrasisinin dayanabilirliğini ve uluslararası ilişkilerde alışıldık kalıpları sorgulatan bir dönem oldu.

Özellikle, “Önce Amerika” sloganıyla yürüttüğü dış politika, ABD’nin geleneksel çok taraflı diplomasi anlayışından uzaklaşmasını sağladı. Bu yaklaşım, ABD’nin küresel liderlik rolünü zayıflatırken, Avrupa Birliği, Çin ve Rusya gibi aktörlerin daha bağımsız adımlar atmasına neden oldu. Ancak, aynı zamanda Suudi Arabistan gibi ülkelerin İsrail ile yakınlaşmasına da vesile olarak, ABD’yi savaşlardan geri çekme ve ABD ekonomisini güçlendirme hedefine odaklanmasına yol açtı.

Trump’ın ikinci döneminde bu aynı trendlerin güçleneceğini söyleyebiliriz. Tabii bu durumun, NATO gibi kurumları derinden etkilemesi ve Avrupa – ABD ilişkilerini zorlaması muhtemel. Avrupa’nın kendi ayakları üzerinde durma çabaları şimdiden yoğunlaşırken, ABD ile olası ticaret anlaşmazlıklarına karşı Brüksel’de hazırlıklar başladı. Bunlar ve Suriye gibi jeopolitik alandaki bazı yeni gelişmeler, transatlantik bağların zayıflamasına ya da en azından değişime uğramasına vesile olabilir.

Bu dönüşüm, Türkiye’nin hem Batı ittifakı içindeki konumunu, hem ABD ile ikili ilişkilerdeki pazarlık gücünü arttırabilir. Ancak, hükümet bu süreci yanlış yönetirse tabiatıyla topyekun devre dışı kalma riskimiz de mevcut.

Türkiye’nin, ABD-AB arasındaki çekişmelerden kaynaklanan fırsatları değerlendirebilmesi için dengeli ve çok boyutlu bir strateji yürütmesi gerekir. Bu strateji, bir yandan NATO’daki rolünü sürdürürken, ABD ile güvenlik iş birliğini korumayı, diğer yandan AB ile ekonomik ve diplomatik kanalları da açık tutmayı içermeli. Ancak, doğru politikaları izlemek tek başına yeterli değil. Ülkemiz sahadaki başarılarının iletişimini doğru kurgulayamamasından ötürü bir çok konuda haklıyken haksız çıkmakta.

Bu, Ermeni konusunda da böyle, Kıbrıs, Libya ya da Suriye politikalarımız için de geçerli. Eğer bu kritik dönemde doğru politikaları rasyonel ve profesyonel bir iletişim stratejisi ile destekleyebilirsek, transatlantik ilişkinin yeniden şekillendiği bu dönemde, hem bölgesel hem de küresel düzeyde kendi çıkarlarımızı en iyi şekilde gözetebilme imkanına kavuşabiliriz.

Özellikle, NATO içinde Trump’ın daha önce sergilediği sert tutum, Avrupalı müttefiklerinden daha fazla maddi katkı talep etmesiyle öne çıkmıştı. Bu talepler, bazı Avrupalı liderler tarafından eleştirilmiş ve ABD’nin ittifaktaki liderlik rolünü sorgulatır hale getirmişti. Türkiye gibi NATO üyesi ülkeler için bu, hem riskler hem de fırsatlar barındırıyor. ABD’nin NATO’da azaltacağı liderlik rolü, Türkiye’nin ittifak içindeki önemini normal şartlarda arttırması gerekir.

Ancak, NATO sadece bir askeri birlik değil, aynı zamanda evrensel değerleri paylaşan ülkeleri birbirine savunma alanında bağlayan bir uluslararası yapı. Dolayısıyla, Türkiye’nin özellikle, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve özgürlükler bakımından eksikliklerini bir an önce tamamlaması ve bölgesinde bağımsız aktör haline gelmek için bazı adımlar atarken, bu süreci daha dikkatli yönetmesi gerekiyor. Aksi halde milyarlarca dolar para yatırdığı F35 sürecinde de olduğu gibi diğer NATO ülkeleri tarafından dışlanabilir.

Bunu engellemek için bu 2. Trump döneminde Türkiye’nin NATO içindeki pozisyonunu güçlendirmek adına daha fazla sorumluluk üstlenmesi gerekebilir. Özetle, Türkiye’nin bölgesel liderlik pozisyonunu korumak ve güçlendirmek için ittifak içindeki diğer aktörlerle doğru bir denge kurma çabasını yönetmesi gerekmekte.

Ukrayna’daki savaş bir barış anlaşmasıyla olmasa bile, ateşkesle dondurulabilir. Rusya’nın beklentisi de bu yönde. Trump Rusya’yla uğraşmak ve Rusya ile Çin’i aynı safta tutmak istemiyor.

Ukrayna’daki gelişmelerin alacağı yön, Uzak Doğu’da Tayvan ve Kuzey Kore konularına yeni boyutlar kazandırabilir. Şimdiden öngörüde bulunmak zor. Önce Ukrayna’da ne olacağını görmemiz gerekiyor. Çin çok sıkışırsa, Kore yarımadasında, güney Çin Denizi’nde ve Tayvan’da misillemelere başvurabilir.

ABD’nin, Çin ile stratejik rekabete, Trump’ın ilk döneminde olduğu gibi, ikinci dönemde de dış politikasının merkezinde yer vereceğini öngörmek zor değil. Bu durum, Türkiye gibi bölgesel aktörler için fırsatlarla birlikte zorluklar da yaratabilir. Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ni hızlandırması, Türkiye’nin ekonomik ilişkilerde denge politikasını daha karmaşık bir hale getirebilir.

Türkiye’nin, bir yandan Çin’le ekonomik bağlarını korurken, diğer yandan ABD ile stratejik ortaklığını güçlendirmesi oldukça hassas bir diplomasi gerektiriyor. Örneğin, eğer Çin hükümeti, Tayvan konusundaki tehditlerini hayata geçirme kararı alırsa ve bunu NATO’nun, Trump’ın seçilmesinin yol açacağı iç tartışmalarla meşgul bulunmasını ve Ukrayna savaşı nedeniyle zaten yoğun bir gündeme sahip olmasını fırsat bilerek yaparsa, bu durum Türkiye’nin ABD ile ekonomik ve güvenlik iş birliği konularında net bir duruş sergilemesini zorunlu kılabilir.

Malum olduğu üzere, Türkiye-ABD ilişkilerinde son yılların en büyük krizlerinden biri, Türkiye’nin Rusya’dan satın aldığı S-400 hava savunma sistemleriyle ilgiliydi. Bu mesele, Türkiye’nin F-35 programından tek taraflı çıkarılmasına ve iki ülke arasındaki güvenin ciddi anlamda sarsılmasına neden oldu.

Ancak, Trump’ın yeniden başkan olması, bu konuda yeni bir diyalog fırsatı yaratabilir. Trump’ın pragmatik ve sonuç odaklı bir lider olduğu göz önüne alındığında, S-400 meselesinin NATO standartlarına uygun bir çözümle aşılması ihtimali doğabilir. Aynı şekilde, F-35 programına Türkiye’nin geri dönüşü de müzakere edilebilir. Bu tür adımlar, hem iki ülke arasındaki askeri iş birliğini yeniden canlandırabilir hem NATO içindeki dayanışmayı artırabilir.
Ancak, burada, ABD Kongresi’nin tutumunu ve kurumsal düzeydeki diğer engelleri de dikkate aldığımızda karşımıza yine daha iyi bir iletişim ihtiyacı çıkıyor.

Trump’ın ikinci dönemi, Orta Doğu’daki dengeleri de birinci dönemde gözlemlediğimiz gibi derinden etkileyecektir. Özellikle, Trump’ın artık sisteme karşı güçlü bir halk iradesini arkasına aldığını düşünürsek, İran’a yönelik sert yaptırımların devreye girmesi ve bölgede tansiyonun artması ihtimalini görmek zor değil.

Türkiye’nin bu süreçte dengeli bir dış politika izlemesi kritik önem taşıyor. İran’la ekonomik ilişkilerini korurken, ABD ile stratejik ortaklığını sürdürmek oldukça zorlu bir diplomasi gerektiriyor.

Bu arada, Trump’ın Suriye’den çekilme konusundaki istekliliği, Türkiye için bir fırsat alanı yaratmış görünürken, bunun gerçekleşmesinin pek de kolay olmayacağı yolundaki görüşlerin daha şimdiden yoğunluk kazanmaya başladığına şahit oluyoruz.

Eğer ABD, YPG’ye verdiği desteği sona erdirirse, belki Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde daha özgür bir şekilde hareket etmesi mümkün olabilecek ama buna şimdiden kesin gözüyle bakılması bizi çıkmaza sürükleyebilir. Bu sebeple bu tür meselelerde mutlak çözümler benimsemek yerine, uzun vadeli ve dikkatli bir yaklaşım sergilememiz şart.

Bununla birlikte , böylesi bir yaklaşım aynı zamanda Türkiye ile ABD arasında oluşabilecek stratejik sinerjiyi de gündeme getiriyor. Diğer bir ifadeyle, Türkiye ile ABD arasında, bölgesel aktörler ve küresel güçler arasındaki jeopolitik rekabetten kaynaklı güçlü bir stratejik sinerji oluşabileceği gözden kaçmamalı.

Trump’ın ikinci döneminde, özellikle Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de yaşanan gelişmeler, iki ülkenin birbirini tamamlayan kapasite ve deneyimlerini ortaya koymak için uygun fırsatlar sunuyor.

Örneğin, Afrika kıtasında Türkiye’nin yumuşak gücü Amerikan kaynaklarıyla verimli bir şekilde buluşursa, Afrika kıtasında Çin’e karşı rekabeti kazanma ihtimalimiz güçlenir.

Türkiye’nin farklı bölgelerde saha tecrübesi ve dinamik diplomatik ağı, ABD’nin küresel ölçekteki etki gücüyle birleştiğinde, enerji güvenliği, terörle mücadele ve ekonomik istikrar arayışına somut çözümler üretebilir.

Eğer bu dönemde diyalog kanalları açık tutulur ve karşılıklı çıkarlar üzerine inşa edilen uzun vadeli bir yol haritası oluşturulursa, sadece Türkiye ve ABD değil, tüm bölge ülkeleri için daha istikrarlı bir gelecek inşa etmek mümkün olabilir.

Tabii lobi demişken, son yıllarda İsrail-Türkiye ilişkilerinin önemini unutmamalı. İlişkilerimiz, Netanyahu yönetiminin politikaları ve Türk tarafının Hamas ile abartılı yakınlığı nedeniyle gergin bir seyir izledi.

Özellikle, Gazze krizinde yaşanan insani felaket, Türkiye’nin tavrının sertleşmesine neden oldu. Böyle bir ortamda, Trump’ın İsrail’e verdiği sınırsız destek ve İsrail’in Vaşingtondaki lobi gücü, Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni gerilimlere yol açabilir.

Bu denklem, Türkiye’nin insani yardımları ve diplomatik girişimleri uluslararası arenada olumlu karşılanmasına rağmen ülkemizin Hamas destekleyicisi olarak fişlenmesine vesile olabilir. Eğer Trump, bu meseleleri daha dengeli bir şekilde ele alırsa, Türk-Amerikan ilişkilerinde yapıcı bir dönemin kapıları aralanabilir ama popülist bir tavır sergilemeyi tercih ederse işimiz gerçekten zor.

Başka bir denklem de, Türkiye’nin enerji altyapısında son yıllarda kaydettiği ilerlemeler bağlamında Doğu Akdeniz’deki doğal gaz rezervlerinin değerlendirilmesi meselesidir. Türkiye bunu yapabilirse, bölgesel bir enerji merkezi (hub) olma hedefi istikametinde mesafe alabilir.

Ancak, bu süreç, İsrail ile ilişkilerde yaşanan gerilimler nedeniyle sekteye uğrayabilir. Eğer Türkiye ve İsrail, enerji iş birliği konusunda bir uzlaşmaya varabilirlerse, bu durum hem iki ülkeye hem bölgeye hem dünya ekonomisine büyük katkılar sağlayabilir.

Son olarak, Trump’ın Orta Doğu’da kalıcı bir barış sağlama konusunda tarihi bir fırsatı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, bu fırsatın değerlendirilebilmesi için, Trump’ın daha kapsayıcı ve stratejik bir yaklaşım benimsemesi gerekiyor.

Sert güç odaklı bir politika yerine diplomatik çözümlere öncelik verilirse, bu sadece ABD’nin değil, Türkiye’nin de çıkarlarına hizmet edecektir. Trump’ın bu süreçteki başarısı, yalnızca Orta Doğu’daki dengeyi değil, küresel sistemi de yeniden şekillendirebilir.

Bütün bunlar gösteriyor ki, Türkiye-ABD ilişkileri, Trump’ın ikinci döneminde hem büyük fırsatlar hem de ciddi sınamalarla karşı karşıya kalacak.

Bu süreçte, Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak sahip olduğu potansiyeli tam anlamıyla kullanması, sadece liderlerin değil, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü ve evrensel değerleri gerçek anlamda benimsemiş diplomatik ve kurumsal yapıların da doğru çalışmasına bağlı.

İlgili Yazılar