Yaşamak için birbirimizden ve sevdiklerimizden uzak durmak, gözle görülemeyen bir virüs yüzünden, geçen yıl boyunca adeta insanlığın zorunlu davranış biçimi haline geldi. Sevgi ve barış sözcüklerine yabancılaştık. Dünyaya mutsuzluk ve huzursuzluk havası hâkim oldu.
Küresel düzenin ciddi sarsıntılar geçirmekte olduğu bir dönemde aniden patlak veren pandemi, zaten varolan yönetim sıkıntılarını had safhaya çıkardı. Milliyetçi ve otoriter popülizmin çeşitli ülkelerde yarattığı çatlakları onarma çabaları tamamen sekteye uğradı. Aksine, çatlaklar daha da derinleşti; İnsanlık, müthiş bir çaresizlik içine düştü.
Türkiye, böylesine elverişsiz şartların hüküm sürdüğü bir ortamda, ciddi zaafiyet içindeki ekonomisiyle, en kırılgan ülkelerden biri olarak görünüyor. Virüsten dolayı oluşan hasara ilaveten, hukukun üstünlüğü ve özgürlükler bakımından sorunları olan demokrasisi ve aktivist ve Batı karşıtı görüntülü dış politikasıyla, dostlarından ve müttefiklerinden giderek uzaklaşıyor.
Uzlaştırıcı ve kapsayıcı bir siyaset izlenmesi suretiyle refahın arttırılması yerine, ülkemiz, İslami milliyetçi popülizmin araç olarak kullanıldığı, önyargıların depreştirildiği, bağnazlığın kutsandığı görülmemiş bir kutuplaşma içine sokuldu ve siyasette gerginlik, belirleyici rol oynamaya başladı. Kurumlar devre dışı bırakıldı. Liyakatsiz kadroların önemli makamlara getirilmesinde bir sakınca görülmedi. İç ve dış politika arasındaki hassas denge gözetilmedi. Neticede, Türkiye geleneksel dost ve müttefiklerini birer birer kaybederek, büyük bir yalnızlık içine düştü.
Bu durumun sürdürülebilir olmadığı aşikârdır. Türkiye, büyük ölçüde kendi hataları yüzünden bir dar boğaza girmiş vaziyettedir. Türkiye’nin, içinde bulunduğu sarmaldan bir an önce kurtarılması hayati önem arzetmektedir. Bunun için de, hem içeride hem dışarıda bir an önce gerçekçi ve akılcı politikaları devreye sokmak ve bu suretle özellikle uluslararası planda yitirdiği güven duygusunu ihya etmek zorundadır.
İçeride yapılacaklar bellidir. Demokrasi, insan hakları ve özgürlükleri, basın ve ifade özgürlüğü gibi konularda evrensel standartların kabul edilerek, uygulanması şarttır. Kurumlara yeniden işlevsellik ve işlerlik kazandırılması, liyakatın ve ehliyetin esas alınması elzemdir. Kuvvetler ayrılığı ilkesinin gözetilmesi gereklidir. Hukukun üstünlüğünün mutlaka sağlanması icap eder. Ancak, bu suretle, toplumsal adaletçi, eşitlikçi, insan, kadın, azınlık, cinsiyet haklarına ve hukuk devletine bağlı, uluslararası hukuka saygılı, barışçı bir dönemin kapısı açılabilir. Bu arada, laiklik ilkesi özenle gözetilmeli, bunun siyasetin olmazsa olmazı olduğu unutulmamalıdır.
Böyle bir süreçte, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının uygulanmaması, hukukun üstünlüğü ilkesinin göz ardı edilmesi, ifade ve basın özgürlüğü üzerindeki baskıların her geçen gün arttırılması, liyakatın gözetilmemesi, kurumların işlevselliğinin yok edilmesi gibi tasarruflarda bulunulmasına yer olmadığı aşikardır. Demokrasiyle bağdaşmayan bu adımların, ülkemizin imajını sarsmakta ve güvensizlik yaratmakta olduğunu anlamamız lazımdır.
Ayrıca, siyasi partiler kanununun gözden geçirilmesi, bu çerçevede lider sultasına son verilerek, parti içi demokrasinin güçlendirilmesini ve milletin vekillerinin geniş ayrıcalıklara sahip memur zihniyetiyle değil, millete hizmet anlayışıyla görev yapmalarını sağlayacak hükümlere kavuşturulması elzemdir. Milletvekilliği de, ömür boyu süren bir ayrıcalıklar kurumu olmaktan mutlaka çıkarılmalı ve milletvekillerine dönem sınırlaması getirilmelidir.
Nihayet, ülke içinde yaratılan kutuplaşmanın giderilmesini sağlayacak adımların bir an önce atılması da gereklidir. Adil, dengeli, eşitlikçi ve şeffaf bir ekonomi politikası uygulanmasına acil ihtiyaç vardır. Bunlar yapılmadığı takdirde, toplumun içine düşürüldüğü endişe, huzursuzluk ve karamsarlık havasının dağıtılması hiçbir şekilde mümkün değildir.
Uluslararası planda yapayalnız kalmamıza yol açan dış politikamızın da gözden geçirilmesi gerekliliği vardır. Bu bağlamda, gerçekçilikten, akılcılıktan ve tutarlılıktan uzak yaklaşımlar terkedilmelidir.
Türk siyasetçilerinin, dış politikada, hamaset söylemleriyle yaratılan geçici heyecanların, sonuç almayı ve çıkarları etkin şekilde korumayı sağlamadığını anlamaları gerekmektedir. Duygusallığın bir dış politika tarzı ve yöntemi olarak çok maliyetli olduğunun bilincine varmaları icap etmektedir.
Aksi takdirde, Türkiye’nin, yeni bir küresel düzen oluşturulması amacıyla dünyanın başat güçlerince başlatılan girişimlerin dışında kalması kaçınılmazdır.
ABD Başkanlığını devralmış olan Biden’ın, deyim yerindeyse, Trump’ın dağıttığı masayı toparlamak amacıyla bir süreç başlattığına şahit oluyoruz. Bunun için geleneksel müttefiklerine, kurumsal olarak da Avrupa Birliğine (AB) ve NATO’ya mutlak ihtiyacı olduğu ortadadır. Nitekim, hem AB, hem NATO bunun farkındadır. ABD ile yenilenmiş bir ittifak yapısına geçmek amacıyla çalışmaların başladığının, yakın bir süre önce AB tarafından açıklamış olduğunu biliyoruz. Trump döneminde ciddi bir darbe alan transatlantik ilişkilerinin Biden yönetimince rehabilite edilmesi sürecinin devam etmekte olduğunu da görüyoruz.
Türkiye’nin de, AB ve NATO üyeliklerinin dış politikasında tayin edici özellikte olduğunu ve Batı’nın siyasi, ekonomik ve sosyal yapılanması içinde yer almasının kendisine güç verdiğini unutmadan, müttefiklerinin başlattığı rehabilitasyon ve yeniden yapılanma sürecine anlamlı katkılar sağlaması gerekir. Bu katkılarının karşılıksız bırakılmayacağının ve dış politikasında “beyaz sayfalar” açılmasına vesile olacağının bilincine varması icap eder.
Bu çerçevede, dış politikada öncelikle yumuşak güç unsurlarının yeniden devreye sokulması, yapıcı ve uzlaşıcı bir dil kullanılması, İsrail ve Mısır gibi bölge ülkeleriyle ve ayrıca ABD başta olmak üzere NATO ve AB üyesi ülkelerle ilişkilerin süratle normalleştirilmesi şarttır. İnandırıcılığımıza ve güvenilirliğimize gölge düşüren tutarsız politikalardan, yakın çevremizde sert güce dayalı hamlelerle sonuç alma saplantısından bir an önce kurtulunmalıdır.
Kısacası, bir an önce, şapkamızı önümüze koyup düşünmemiz, kısır tartışmalardan ve sığ söylemlerden vazgeçerek, bir an önce ülkemiz için bir gelecek hikayesi yaratmamız gerekiyor. Bunun için de, iç ve dış politikada mevcut dosyalarımızı itina ile gözden geçirmeli, yanlışlıklarda ısrardan kaçınarak, yapıcı bir anlayışla yenilikçi politikalar belirlememiz icap ediyor. Zira, geriye dönülmez yola girmeden önceki son çıkıştayız ve başkaca bir seçeceğimiz bulunmuyor.
Mensubu olmaktan onur duyduğum ve kırk yıla yakın hizmet ettiğim Dışişleri Bakanlığının ideolojik amaçlar uğruna hoyratça kullanılmakta olduğunu görmekten duyduğum derin üzüntüyü de bu vesileyle dile getirmek isterim.
Türk hariciyesi, daima demokrasiye, hukuka, adalete, evrensel değerlere, özgürlüklere saygı ve bağlılık düsturunu esas almış, bilimden ve akılcılıktan hiçbir zaman ayrılmamıştır. Türkiye, diplomasisini her zaman tutarlılık, kararlılık, güvenilirlik ve öngörülebilirlik ilkelerine sadık kalarak yürütmüştür. Bu yüzden de, uluslararası planda saygınlığa, etkinliğe, itibara ve inandırıcılığa sahip olabilmiştir.
Türk diplomatları, dış politikayı yürütürken, hamasetten ve duygusal tepkiler vermekten, kişisel dostlukları veya husumetleri öne çıkarmaktan, ideolojik önyargılarla hareket etmekten özenle kaçınmışlardır.
Dış politikada, içi boş hamasi söylemleri kullanarak kitleleri heyecanlandırmakla, sonuç almak ve çıkarları korumak arasında herhangi bir ilişki bulunmadığını, duygusallığın bir dış politika tarzı ve yöntemi olarak çok maliyetli olduğunu usta-çırak eğitimi almış bütün Türk diplomatları bilir.
En büyük hatalardan birisi de, dış siyaseti, iç siyasete, tabanın duygularına ve desteğine, ideolojik saiklere göre yapmaktır. İdeoloji esaslı diplomasi, zaman içinde, sizi bütün sorunların tarafı haline getirir. Giderek yalnızlaşır, tıpkı bugün Türkiye’nin yaşadığı gibi, dostlarınızı ve müttefiklerinizi kaybetmeye başlarsınız.
Dış politikada haklı olmak veya karşı tarafın haksız olması yeterli değildir. Sonuçta, haklılığı ve haksızlığı iyi savunmak ve anlatmak durumundasınızdır. Karşı tarafı anlamak, onun hangi yetenek, amaç, öncelik ve beklentiler içinde hareket ettiğini de bilmek zorundasınızdır.
Ezcümle, diplomasi bir nevi bilim dalıdır. Okulu da, 150 yıllık tarihe sahip Dışişleri Bakanlığıdır. Diplomatlar ise, ülkelerinin çıkarlarını koruyup, kollamak üzere bu köklü okulda özveriyle çalışan öğrencilerdir. Nasıl bilim yuvası olan üniversitelerimizi siyasetten uzak tutmak mecburiyetinde isek, devlet kurumlarımızın göz bebeği olan Dışişleri Bakanlığımızı da siyasete bulaştırmaktan özenle kaçınmak durumundayız.
Tarih boyunca hayranlık uyandıran sayısız başarılara imza atmış olan diplomatlarımızın yetiştiği Dışişleri Bakanlığımızı, iç siyasetin dar kulvarından çıkararak, bir an önce küresel gündemi düşünmeye ve bu istikamette fikir üretmeye odaklandırmalıyız.
Bu aşamada, önemli olan, bu durumun toparlanabilmesi için bir an önce hatalarımızla yüzleşmek gerekliliğini idrak etmemizdir. Ne yazık ki, toparlanma epey zaman alacaktır. Zira, yıkmak kolaydır. Yeniden yaratmak için ise, zamana ve çok çalışmaya ihtiyacınız vardır.