Yunanistan’la Aramızdaki Deniz Hukuku Sorunları Nasıl Çözümlenir?

PAYLAŞ

Yunanistan’la aramızda Ege’de karasularının genişliği, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgenin sınırlandırılması, hava sahası, arama ve kurtarma sorumluluk alanlarının belirlenmesi, herhangi bir geçerli uluslararası anlaşmayla Yunanistan’a verilmemiş coğrafi formasyonlar üzerindeki egemenlik hakları ve bazı Yunan adalarının silahlardan arındırılmış statüsü gibi birbirleriyle bağlantılı bir dizi sorun bulunmaktadır. Yunanistan kamuoyuna dönük resmi söyleminde bu sorunlardan sadece kıta sahanlığının varlığını kabul etmektedir. Akdeniz’de enerji kaynaklarının ortaya çıkarılması, AB’nin resmi bir belge olarak kabul etmediği Sevilla Haritasının yayınlanması ve özellikle Türkiye’nin Libya’yla, Yunanistan’ın da Mısır’la vardığı mutabakatlarla son dönemlerde Ege’de mevcut olan sorunların bir bölümü Akdeniz’e de taşınmıştır. Bu sorunların çözümü mümkün müdür? Mümkünse elimizdeki araçlar nelerdir?

 

Bu çerçevede akla ilk gelen ve en akılcı olan diyalog ve görüşmeler yöntemidir. Yunanistan ile bu alandaki ikili müzakerelerin yaklaşık yarım asırlık bir geçmişi bulunmaktadır. Ancak kurumsal bir çerçeveye oturtulması, birincisi 12 mart 2002 tarihinde yapılan istikşafi görüşmelerle gerçekleşmiştir. İstikşafi kelimesi o tarihlerde Bakanlık sözcüsü olarak görev yapan Büyükelçi Hüseyin Diriöz’ün diploması muhabirleriyle yaptığı haftalık basın toplantılarından birinde bu sözcüğü kullanmasıyla diplomasi lugatimize girmiştir. Daha sonra da Ahmet Davutoğlu’nun Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı sıfatıyla 7 haziran seçimlerinden sonra diğer partilerle yaptığı koalisyon görüşmeleri sırasında iç politikada da kullanılmaya başlanmıştır. İngilizcedeki “exploratory” sözcüğünün karşılığı olarak dilimize çevrilen istikşafi kelimesi Türk Dil Kurumuna göre Arapça keşf’ten türemiş olup keşif ve tahkik etmeye çalışma, etraf ve teferruatını zahire çıkarma anlamına gelmektedir. Bugüne kadar 60 kez yapılan istikşafi görüşmeler büyük bir gizlilik içerisinde yürütülmüştür.

 

Bizim tarafta Dışişleri Bakanlığı müsteşarlarının başkanlık ettiği heyetler en fazla 2-3 kişiden oluşmaktadır. Atina Büyükelçisi olarak görev yaptığım yıllarda benim bile içerisine giremediğim bu dosyayı bilenlerin sayısı hiçbir devirde bir elin parmaklarının sayısını geçmemiştir. Zaman zaman Yunan basınında bu konuda haberler yer almışsa da hayret edilecek bir şekilde Yunan tarafının da gizlilik ilkesine riayet ettiği görülmektedir. Bu bakımdan Türk medya organlarında bazı yorumcuların, bu görüşmelerde ulusal çıkarlarımızdan taviz verildiği veya istikşafi görüşmelerden sonuç alınmasının mümkün olmadığına ilişkin dile getirdikleri görüşler herhangi bir temele dayanmamaktadır; itibar edilmemelidir. İstikşafi görüşmelerin yoğun olarak sürdürüldüğü 2003-2004 ve 2009-2010 yıllarında taraflar arasında önemli ilerlemeler kaydedildiğini söylemek mümkündür. Maalesef ilkinde Yunanistan’daki seçimlerde Simitis’in iktidarı kaybetmesi ,ikincisinde de ekonomik kriz nedeniyle Papandreu’nun başbakanlıktan ayrılmak zorunda kalması nihai çözüme ulaşılmasına engel olmuştur. Başbakan Mitsotakis’in geleneksel Yunan çizgisini devam ettirerek yeniden başlaması olası istikşafi görüşmelerde sadece kıta sahanlığını görüşebileceklerini açıklamasını çok fazla ciddiye almamakta yarar vardır. 18 yıl boyunca 60 tur devam eden görüşmelerde herhalde sadece kıta sahanlığı ele alınmamıştır. Ancak bu söylem, birgün istikşafi görüşmelerde bir anlaşma sağlanıp sonuçları açıklandığında, Yunan hükümeti kamuoyuna bunu kolay kolay izah edemeyeceği için belki de bugüne kadar Yunan tarafının son adımı atmasını güçleştiren en önemli nedenlerden biridir.

 

Elimizdeki diğer bir yöntem, ortak mutabakatla üçüncü taraf mekanizmalarına başvurulmasıdır. Üçüncü taraf mekanizmaları uluslararası hakemliği de içermekle birlikte, bu bağlamda ilk akla gelen Lahey Uluslararası Adalet Divanıdır (UAD). Ege sorunlarıyla ilgili tartışmalarda Yunanistan’ın öteden beri uluslararası hukuk ve UAD’yi öne çıkarmaya çalıştığı dikkati çekmektedir. Acaba Yunanistan bu söylemlerinde ne kadar samimidir? Bu soruya doğru cevap verebilmek için bu ülkenin gerek 1982 tarihli BM Deniz Hukuku Sözleşmesine, gerek UAD statüsüne koyduğu çekincelere bir göz atmakta yarar vardır. Yunanistan UAD’nin statüsünü onaylarken 14 ocak 2015 tarihli çekincesiyle ulusal güvenliğini ve toprak bütünlüğünü korumak amacıyla gerçekleştirdiği askeri faaliyetlere ve karasuları ile hava sahasının genişliği dahil devlet sınırlarına ilişkin uyuşmazlıklarda Divanın zorunlu yargı yetkisini kapsam dışında tuttuğunu kayda geçirmiştir. Yunanistan ayrıca BM Deniz Hukuku Sözleşmesinin uyuşmazlıkların çözümlenmesi hakkındaki 15. bölüm 2. kısımda öngörülen yöntemlerin hiçbirinin, karasularının, münhasır ekonomik bölgenin ve kıta sahanlığının sınırlandırılmasına ilişkin 15, 74 ve 83. paragraflarına uygulanmasını kabul etmeyeceğini beyan etmiştir. Tüm bu çekinceler tek bir amaca matuftur. O da Ege’deki uyuşmazlıkların Türkiye tarafından Uluslararası Adalet Divanının gündemine taşınmasını önlemektir.

 

Türkiye’nin UAD’ye soğuk yaklaşmasının başlıca nedeni ise uluslararası hukuk temelinde güçsüz olduğundan değil, daha ziyade uluslararası yargıya ve yabancı yargıçlara güven duymamasından kaynaklanmaktadır. Uluslararası saygınlığa sahip bu tür mahkemelerde görev yapan yargıçların hepsinin önyargılı veya Türkiye karşıtı olduğunu varsaymak doğru bir yaklaşım değildir. İstikşafi görüşmelerde uzun yıllar Yunan heyetinin hukuk danışmanlığını yapan Christos Rozakis, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde Yunanistan’ı temsilen görev yaptığı yıllarda ülkesi aleyhine en fazla karara katılan yargıç ünvanına sahiptir. Türkiye, 1976 tarihli Bern mutabakatının kamuya açıklanmayan eki bir kenara bırakılacak olursa rahmetli başbakanlardan Mesut Yılmaz’ın 24 mart 1996 yılında yaptığı basın toplantısındaki “Çözüm yöntemlerinin şekli bu süreçte ele alınacak, üçüncü taraf çözüm yol, yöntem ve mekanizmaları bu kapsamda dışlanmayacaktır” açıklamasıyla belirli koşulların sağlanması halinde ilk kez UAD’nin de bir çözüm yöntemi olabileceğini kabul ederek cesur bir adım atmıştır. Rahmetli Büyükelçi Deniz Bölükbaşı’nın “Dışişleri İskelesi“ kitabında, Kardak krizininden sonra Yunanistan’nın AB çevrelerinde Türkiye aleyhine yaptığı menfi propagandayı dengelemek amacıyla kendisi tarafından kaleme alındığını söylediği 5 paragraflık paketin parçası olan bu öneri, 19 Mayıs 2006 tarihinde Yunanistan tarafından red edilir.

 

Son olarak başvurulabilecek askeri çözüm seçeneği üzerinde durmak bile istemiyorum. 2021 yılında bağımsızlığının 200. yılını kutlamaya hazırlanan Yunanistan tarih boyunca bir kez, o da yabancı güçlerin kışkırtmasıyla Türkiye’ye saldırmış ve sonuçta küçük asya felaketine uğramıştır. Her ne kadar önümüzdeki yıl için savunma harcamalarını 5 kat artırmayı öngörse bile Yunanistan’ın yeniden böyle bir maceraya atılması beklenemez. Müttefik iki ülkenin birbiriyle savaş haline, NATO’nun 70 yıllık tarihinde hiç rastlanılmamıştır. Büyük güçler böyle bir savaşa asla müsaade etmezler.

 

Sonuç olarak Türkiye için birinci öncelik Yunanistan’ı yeniden masaya çekmek olmalıdır. İstikşafi görüşmelerde belirli bir Aquis oluşmuştur. Bu müktesebatı kaybetmemek amacıyla gerekirse Doğu Akdenizdeki sorunlar için yeni bir ikili kanal açılması da düşünülebilir. Her müzakere bir al-ver gerektirir. Fırdöndü oyunundaki gibi “Hepsini Al”ı görmek isterseniz çok beklersiniz. Atina’da büyükelçi olarak görev yaptığım yıllarda Başbakan Papandreu’nun yardımcılığını yürüten Pangalos’un bir sözünü hiç unutmuyorum: ”Gelişmiş teknolojili modern silahlar yerine iyi yetişmiş diplomatlara sahip olmak daha iyidir”. Pangalos’un özlemini dile getirdiği seçkin diplomatlar, Türkiye hariciyesinde mevcuttur. Dışişleri Bakanlığında bu müzakereleri götürebilecek deneyimli ve yetenekli kadrolar her zaman olduğu gibi bugün de vardır.

 

Öte yandan Uluslararası kamuoyuna, Türkiye Adalet Divanından veya uluslararası hukuktan kaçıyor izlenimi vermemek de önemlidir. Bu çerçevede geçen yıl BM Genel Kurulunda tarafımızdan açıklanan Doğu Akdeniz Konferansı önerisi Türkiye’nin barışçıl yöntemlerden yana olan tercihini dış dünyaya sergilemek açısından zamanlı bir girişim olmuştur. AB’nin bu aşamada not etmekle yetindiği görülen bu önerinin hayata geçirilebilmesi için Mısır, İsrail ve Suriye ile ilişkiler biran önce yoluna koyulmalıdır.
Yunanistan tezlerini, büyük ölçüde bizim taraf olmadığımız BM Deniz Hukuku Sözleşmesinin, adaların da aynen ana karalar gibi deniz yetki alanlarına sahip olmasını öngören 121. maddesine dayandırmaktadır. Ancak Türkiye’nin de hakkaniyet, adil paylaşım, istisnai durumlar gibi uluslararası hukukta dayanabileceği ilke ve kurallar vardır. UAD’nin lehimize emsal teşkil edebilecek çok sayıda kararı bulunmaktadır. Burada öncelikle yapılması gereken tezlerimizin Dünya kamuoyuna etraflıca duyurulmasıdır. Uluslararası alanda isim sahibi hukukçalara görüşlerimizi destekleyen özlü bir metin hazırlattırılarak gerekirse PR şirketlerinden de yardım alarak kapsamlı bir bilgilendirme kampanyası yürütülmelidir. Meis’in yüzölçümünden 40 bin kat daha büyük deniz yetki alanına sahip olacağını iddia etmek gülünçtür. Bırakın yargıçları akli selim sahibi hiç kimse de bunu kabul etmez. Buna karşılık bizim de Girit gibi büyük bir adanın deniz yetki alanları yaratmayacağı gibi maksimalist talepler yerine daha makul söylemlerle ortaya  çıkmamızda yarar vardır. Sonuçta haklı olan daima kazanır.

 

İlgili Yazılar