Küresel Düzensizlikte Yeni Savrulmalar
Soğuk Savaş sonrası dönemin cepheleşmeden nispeten uzak ilk on yılı bir kenara koyulacak olursa, 21. yüzyılla başlayan yeni çağda küresel düzenin, ilk aşamada ABD’nin, ardından Rusya’nın benimsediği stratejiler ve bunlara dayalı olarak sahada attıkları revizyonist adımlar sonucunda giderek yıkıma sürüklendiği ve bugünkü şartlarda bu sürecin geri döndürülmesi zor bir çehreye büründüğü görülmektedir.
Bütüncül olacağı varsayılan, Soğuk Savaş sonrasında büyük ölçüde Batı’nın belirlediği kurallara/normlara dayalı düzendeki çürümenin körüklediği güç politikalarının yön verdiği düzensiz ortam, Çin’in küresel ölçekte hayata geçirmeye başladığı vizyonla birlikte Asya-Pasifik’ten başlamak üzere ABD-Çin rekabetine yeni boyutlar kazandırmış ve bu çekişme, çeşitli coğrafyalarda ve değişik alanlarda patlak veren krizlerin eşliğinde jeopolitik ve jeostratejik ortamın daha da ağırlaşmasına sahne olmuştur.
Rusya’nın saldırganlığı sonucu meydana gelen Ukrayna krizinin Avrupa güvenliğini ve geleceğini farklı bir evreye sürüklediği, Suriye ve Gazze başta olmak üzere Ortadoğu’nun yeniden şekillendiği, Azerbaycan-Ermenistan arasında barış sürecinin güçlenmesiyle Güney Kafkasya-Orta Asya kuşağında yeni bir denklemin ortaya çıkmasına kapı aralandığı bir dönem olanca ağırlığıyla gündeme damgasını vurmaktadır. Bu coğrafî kuşaklara ilaveten Afrika ve Latin Amerika’da boy gösteren çatışma ve istikrarsızlık sarmalının da küresel düzensizlikte yerini aldığı gözlenmektedir.
Ocak 2025’te Trump’ın işbaşına gelmesi sonrasında dünya çapında taşların daha da fazla yerinden oynadığı, transatlantik ilişkilerin sarsıldığı, Ukrayna krizi için ABD-Rusya ikilisinin mutabık kalacakları bir “barış çerçevesinin” Avrupa güvenliğine yönelik yeni sınamaları ortaya çıkarmaya aday olduğu, uzun yıllara dayalı Filistin-İsrail ihtilafının 20 maddelik “Trump Barış Planı” üzerine inşa edilmeye çalışıldığı çok değişkenli ve bileşenli kaygan bir küresel zemin üzerinde küresel ve bölgesel birçok aktörün, ortak olma özelliğini çoktan yitirmiş değerler yerine münhasıran kendi çıkarlarını ön plana alan yeni roller edinmeye çaba harcadıkları görülmektedir. Bu çerçevede, mevcut akışkan ortam sabit kaldığı sürece değerler-çıkarlar-sınamalar-fırsatlar denkleminin küresel ortamı rahatlatacak bir seviyeye evrilmesinin dikenlerle örülü olacağını kestirmek için kâhin olmaya gerek bulunmamaktadır.
Bundan Sonrası…
Halen küresel gündemi belirleyen ana meseleler arasında, Ukrayna’daki savaşın geleceği, bu çerçevede Türkiye’yi de hiç kuşkusuz doğrudan etkileyecek Avrupa güvenliğinin gelecekteki seyri, Sharm El-Sheikh’te düzenlenen Barış Zirvesi’nde alınan kararlar sonrasında başta Filistin-İsrail meselesi olmak üzere Ortadoğu’daki gelişmeler, dünya ekonomisini sarsacak çapta cereyan etmekte olan ABD-Çin rekabetinin izleyeceği süreç ve bu çerçevede Asya-Pasifik güvenliğindeki denge ve dinamikler, Afrika kıtasına dönük nüfuz mücadeleleri, bölgeler ve kıtalar arası bağlantısallıkta üstünlük kurma arayışları ve yeni-yıkıcı teknolojilerde belirleyici rol oynama hedefleri sayılabilir.
Ukrayna’daki savaşa son vermede varılan aşama, Trump’ın Avrupalı müttefiklerini ve Ukrayna’yı dışlayarak Putin’le “toprak karşılığı barış” (Donbas bölgesinin Rusya’ya bırakılması) formülüne kapıyı aralamasıdır. Bu formül hayata geçirilirse Rusya fiilen işgâl altında tuttuğu Donbas’ı (ve Kırım’ı) ABD nezdinde resmen ele geçirmiş olacaktır. Dolayısıyla, 21. yüzyılda kuvvet kullanma yoluyla sınırların değişmesi pratiğine yol açılacak bir sürecin tetiklenmesi gündeme gelmiştir. Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün ihlâlini içerecek bir senaryonun gerçekleşmesi özellikle Avrupa güvenliği bakımından ciddi endişelerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Rusya’nın, Ukrayna’ya karşı başlattığı savaşı sadece Ukrayna odaklı olarak görmediğinin, Ukrayna üzerinden Avrupa güvenlik mimarîsini de doğrudan etkileyecek daha geniş çerçeveli bir anlayışla hareket ettiğinin önemli kanıtlarından biri, Aralık 2021’de Moskova’yı ziyaret eden ABD Bakan Yardımcısına verdiği iki anlaşma taslağında yer alan taleplerdir. Biri ABD’ye, diğeri NATO’ya tevdi edilen bu anlaşmalardaki talepler şöylece özetlenebilir:
- NATO’nun, Ukrayna ve Gürcistan’a İttifak’a üye olmalarına olanak tanıyan 2008 NATO Bükreş Zirvesi kararlarını geri alması,
- İttifak’ın, NATO-Rusya Kurucu Senedi’nin imzalandığı yıl olan 1997 sınırlarına geri çekilmesi; bu çerçevede Rusya’ya komşu İttifak üyesi ülkelerdeki NATO kuvvetlerinin çekilmeleri; hasılı NATO’nun genişleme öncesine dönmesi,
- NATO dahil Batılı kurumların Kafkasya ve Orta Asya’daki gelişmelere müdahil olmamaları.
ABD ve NATO, Rusya’nın bu taleplerini geri çevirmiş; ABD’nin silahların kontrolü/silahsızlanma düzenlemelerini de içeren, iki ülke arasında şeffaflık ve güven arttırıcı önlemleri de kapsayan karşı önerilerini ise Moskova kabul etmemiştir. Sonuçta Rusya Şubat 2022’de Ukrayna’ya karşı geniş çaplı bir işgâl operasyonuna başlamıştır. Bu işgâl harekâtının ana hedeflerinden birinin, Rusya’nın Ukrayna’nın ötesinde Avrupa güvenliğini kendi anlayışına göre ve kuvvet kullanmak suretiyle şekillendirmek çabası olduğu anlaşılmıştır.
Günümüze dönecek olursak, Trump yönetiminin Ukrayna krizi karşısında sergilediği yalpalamalar da dikkate alındığında, Avrupa güvenliğini uzun soluklu bir belirsizliğe sürükleyen mevcut süreçte AB Dış İlişkiler Konseyi’nin, bölgeler arası güvenlik ve bağlantısallık konusunda Lüksemburg’da düzenlediği toplantıya Dışişleri Bakanı Fidan’ın davet edilmesi Avrupa güvenliğinin geleceği bağlamında Türkiye’nin oynayabileceği olası role ışık tutması açısından dikkat çeken gelişmeler arasında yer almıştır.
ABD-Rusya’nın, Ukrayna’da barışı tesis etmek üzere kendi aralarında Ukrayna’nın toprak tavizinde bulunması karşılığında anlaşmaya varmaları durumunda 2. Dünya Savaşı sonrasında zamanın Doğu Bloku ülkelerinin de katılımıyla BM bünyesinde kabul edilen temel ilkeler arasında bulunan “egemen ülke sınırlarının değişmezliği” şeklindeki ana kural ihlâl edilmiş olacaktır. Bu bağlamda temel soru, Rusya’nın Donbas’la (ve Kırım’la) yetinip yetinmeyeceğinde ve böylesi şartlarda Avrupa güvenliğinin ne yöne evrilebileceğinde düğümlenecektir.
Trump’ın Alaska’dan sonra Budapeşte’de Putin’le tekrar görüşmesi şimdilik belirsiz bir süre ertelenmiş bulunmaktadır. İki taraf mutabakata vardığında ileride gerçekleşecek ikinci ABD-Rusya zirvesinden çıkabilecek muhtemel sonuçlar Avrupalı müttefik ülkelerin doğal olarak müteyakkız kalmalarını gerektiren bir sürece işaret etmektedir.
Transatlantik çerçevede müttefikler arası güvenliğin bölünmezliği ilkesinin, Trump’ın işbaşına geldiği ilk günlerde müttefik ülkelerin toprak bütünlüklerini hedef alan söylemleri sonrasında Ağustos 2025’te Alaska’da yapılan Trump-Putin görüşmesiyle yeni bir darbe alması, Türkiye’nin de Avrupa güvenliğini doğrudan etkileyecek süreci yakından takip etmesini ve olası senaryolara karşı gardını almasını zorunlu kılmaktadır. Bu çerçevede Ankara’nın, NATO üyelerine “para karşılığı güvenlik ve savunma” sağlayacağını açıkça ilân eden Trump yönetimini İttifak bünyesindeki Avrupalı üyelerle dengelemeye çalışması doğal bir seçim olmalıdır. Birinci Trump yönetiminden de çıkarılacak derslerle birlikte düşünüldüğünde Ankara, Trump sonrası bir gelecekte zamanında Trump’a finansal ve teknolojik alanlarda arka çıkan Amerikan yerleşik düzeninin, farklı parametrelerde de olsa, halihazırdaki ABD çizgisinin sürdürülmesine destek vermesi olasılığına binaen NATO’nun Avrupa kanadının güçlendirilmesine yönelik proje ve girişimlerde daha aktif rol oynamalı ve İttifak’ın Avrupa ayağındaki konumunu pekiştirmeye yönelmelidir. Dolayısıyla, mevcut ve gelecekteki çatışmalı küresel düzeni gözeterek, deyim yerindeyse, “salt ABD’nin ipiyle transatlantik kuyuya inmekten” sakınmalıdır.
Yeni yüzyılın başından bu yana küresel ortamın adım adım bozulması, hatta uluslararası sistemi ayakta tutan temel kuralların, başta silahsızlanma ve silahların kontrolü olmak üzere uluslararası antlaşmaların ve uzunca bir süre ortak olduğu kabul gören değerlerin lime lime çözülmesi hiç şüphesiz ana güçler arasındaki rekabetin ve gerilimin dozunu arttırmıştır. Bu tablonun görünür gelecekte değişeceğine dair somut veriler ise ufukta henüz gözükmemektedir. Büyük olasılıkla, özellikle üç büyük güç (ABD, Rusya ve Çin) aralarındaki rekabeti sürdürecek, ancak askerî anlamda doğrudan karşı karşıya gelmemenin yollarını arayacaklardır. Bu gözlem, sözkonusu üç küresel gücün çeşitli bölgelerde patlak veren veya meydana gelecek istikrarsızlıklar ve çatışmalara doğrudan veya dolaylı yollardan müdahil olmayacakları anlamına tabiatıyla gelmez. Bu güçlerin, kendi çıkarları doğrultusunda çeşitli çatışma alanlarında tırmanmayı yükseltme veya düşürme yollarını tercih etmeleri, diğer yandan, kendi aralarında büyük bir savaşa meydan verecek bir ortamdan uzak durmaya çalışmaları daha geçerli bir senaryo olarak öngörülmelidir.
Bölgesel aktörleri de doğrudan ilgilendirecek asıl “küresel savaşlar” bundan böyle yeni ve yıkıcı teknolojilerde, tedarik/değer zincirlerinin sürdürülebilir kılınmasında, çığır açmakta olan teknolojilerin üretimi için zorunlu bulunan nadir toprak elementlerine erişimde, yarı iletkenlerde/ çiplerde, dijital ağlarda, siber alanda/uzayda ve kritik altyapıyı da kapsayan bağlantısallık projeleri üzerinde cereyan edecektir. Bu çerçevede yeni çağa uygun kural ve normlar sözkonusu yeni rekabet alanlarında ortaya çıkabilecek uzlaşılara veya anlaşmazlıklara bağlı olarak belirlenecektir. Buradaki temel mesele, mevcut çekişmeli ortamda kendisine alan açmaya çalışan, yeri geldiğinde yeni ittifak arayışlarına giren bölgesel güç olma iddiasındaki aktörlerin, ana küresel güçler arasındaki güç mücadelesinin bir sonucu olarak ortaya çıkabilecek “karşılıklı mutabakata dayalı karışıklıklara/kesintilere” karşı kendilerini ne ölçüde koruyabileceklerinde, bu çerçevede olası şok ve kesintilere karşı dayanıklılıklarını sürdürme kapasitelerini nasıl ve ne şekilde idame ettirebileceklerinde düğümlenmektedir.
Uzun ve Dikenli Yollarda Ankara
Küresel düzenin altüst olduğu, ana güçler arasında devam eden stratejik rekabet dolayısıyla yeni çağın kurallarının henüz belirlenmediği, diğer yandan küreselleşmenin son bulmadığı, ancak parçalı bir yapıya dönüştüğü, güçlü korumacı ve merkantilist eğilimlerin ağır bastığı sorunlu ve zorlu bir dönem olanca hızıyla gündeme damgasını vurmaktadır.
Ana küresel güçlerden biri olan ABD’de, her ne kadar Nobel Barış Ödülü almaya meraklı olsa da, Amerikan tarihine yüz karası olarak geçmeye kuvvetle aday bulunan Trump işbaşındadır. Şimdilik Nobel Ödülü alamasa da, “külhanbeylik ödülüne” yakışan söylem ve eylemler bakımından açık ara liderliğini korumakta maharet sahibidir.
Dünyada neden olduğu sarsıntılar bir yana kendisi gibi eğilim ve “özelliklere” sahip akran otokratları cesaretlendirmek suretiyle kuralsızlığın, hukuksuzluğun ve belirsizliğin hüküm sürdüğü küresel ortamın daha da ağırlaşmasında başat rollerden birini oynamaktadır. Batı dünyasında ABD’nin öncülüğüne duyulan güven zedelenmiştir. Liderinden yoksun Avrupa, Rusya’dan algıladığı tehdit karşısında kendi güvenliğini sağlamak ve Rusya’yı Ukrayna’da frenlemek üzere arayışlara girmiştir. Bu durum, gelecekte Avrupa güvenliğinin hem Avrupa’da hem de transatlantik çerçevede yeniden yapılanmasını teşvik etmektedir.
ABD, Ukrayna için Rusya’yla savaşmayacak, Rus revizyonizminin dizginlenmesi külfetini Avrupa’ya yükleyecektir. Bunu yaparken Trump yönetimi kendisi için gerçek tehdit olarak gördüğü Çin’le olan rekabetini şartlar elverdiğince tırmandırıp, yine çıkarları gerektirdiğinde tansiyonu düşürecek adımlar atmaya meyyal olduğu izlenimini vermektedir.
Her üç ana gücün gelecekte bölgesel güçleri de kapsayacak şekilde kendi aralarındaki mücadeleyi fiilî savaşlar yerine konvansiyonel olmayan yollardan tekno-ekonomik düzlemde sürdürmeleri ise şaşırtıcı olmayacaktır. Dolayısıyla, küresel savaşların şekli, içeriği ve kapsamı farklılaşacak, bu çerçevede sürdürülebilir kalkınma ve dayanıklılık için zorunlu olan, tedarik ve değer zincirlerini önceleyen mücadele alanları sahneye çıkacaktır. Bu perspektiften yaklaşıldığında, yeni çağa damgasını vuran teknolojik atılımlar (yapay zekâ, kuantum bilgisayarlar, insansız sistemler, siber ağlar, robotik ve uzay tabanlı projeler gibi) bir yandan insanlığın, diğer yandan küresel ortamın geleceğinin belirlenmesinde başat rol oynayacaktır
Ukrayna’da savaşın adil bir barışla sonuçlanması, Ortadoğu’nun barış, istikrar ve refaha kavuşması, Türkiye’nin Güney Kafkasya üzerinden bu bölge ve Orta Asya’yla ilişkilerinin güçlenmesi, Avrupa’yla ilişkilerin AB’yi de kapsayacak yönde geliştirilmesi şüphesiz Türkiye için kazanım olacaktır. Öte yandan Ankara’nın, öngörülebilir gelecekte hamasete dayalı iç politika kaygılarından uzak, geniş toplumsal tabandan yoksun ideolojilerin/dogmaların yön verdiği yaklaşımlara kapalı, büyük çaplı toplumsal mutabakata dayalı bütüncül bir stratejik anlayışla hareket etmesi tercih değil, zorunluluktur. Bu çerçevede Türkiye’nin, örneğin yeni ve çığır açan, aynı zamanda hem yapıcı hem yıkıcı özelliklere sahip bilimsel ve teknolojik gelişmelerde mesafe katedemediği, tedarik ve değer zincirlerinde ülke refahına artı değer sağlayacak yönde atılımlar gerçekleştiremediği, bağlantısallık (ulaşım, iletişim, enerji, dijital ağlar, kritik altyapılar vb.) projelerinin hayata geçirilmeleri sürecinde çıkarlarına uygun işbirliklerini de geliştirmek suretiyle ön alamadığı bir senaryoda, köklü değişim sürecine giren uluslararası sistemde küresel ve diğer nüfuz sahibi bölgesel aktörlerin belirleyeceği alışılmadık oyunun dışında kalmak, dolayısıyla koşullarını bu güçlerin tanımlayacağı bir kurguda geri plana itilmek riskiyle karşılaşması mukadderdir.
Küresel düzensizliğin had safhaya vardığı, güç mücadelesinin şekil ve içerik değiştirdiği, yeni çağa uygun sıradışı kural ve normların egemen olduğu bir ortamda geleneksel kalıpları küresel ölçekte zorlayan ve bunları dönüştürmekte bulunan bilimsel-teknolojik yeniliklerin yakından izlenmelerinde ve uygulanmalarında atalete sürükleyen her türlü prangadan kurtulunmadıkça, toplumun hemen her tabakasının geleceğe güvenle bakamayacağı açık ve nettir.
