İÇERİDE DERİN YARALAR, DIŞARIDA AMANSIZ SARSINTILAR

PAYLAŞ

Soğuk Savaş’tan Günümüze

Soğuk Savaş sonrası dönem dünya kamuoyuna bir nebze de olsa rahat bir nefes alma alanı açmıştı. Eski iki hasım blok arası ilişkiler kutuplaşmadan işbirliğine doğru evrilmişti.

Soğuk Savaş’tan galip çıkan ABD liderliğindeki Batı, küreselleşmeye hız vermiş, “kurallara dayalı yeni liberal düzenin” dünya ölçeğinde yaygınlaşmasında baş rolü oynamıştı.

Küreselleşmenin tetiklediği insanlar, kurumlar ve ekonomik-ticari ağlar arasındaki bağlantısallık tarihte görülmemiş ölçüde ivme kazanmış, bu süreçten Batı’nın yanı sıra Rusya ve özellikle Çin de kazançlı çıkmıştı.

1990-2000 döneminde yaşanan “balayı”, 2000’li yıllarla birlikte yavaş, ancak emin adımlarla yerini önce rekabetçi iş birliğine, bilahare güç ilişkilerine dayalı jeostratejik ve jeopolitik çekişmeye bıraktı.

Son on yıldır evrilen küresel ortam ve Türkiye

2014’te Rusya’nın Kırım’ı işgal ve ilhakıyla başlayan süreç, Batı ile Rusya arasındaki iplerin gerilmesini ve küresel siyasetin dönüşümünü tetikledi. Şubat 2022’de yine Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı geniş çaplı saldırı ise dünya siyasetinde depreme neden oldu.

Küresel siyasetteki derin sarsıntılar Batı dünyası dahil yerkürenin çeşitli ülkelerinde popülist akımların ve aşırı sağın yükselmesine de sahne oldu. Trump’ın ABD’de ikinci kez işbaşına gelmesi, bir yandan ABD siyasetini dönüştürürken, diğer yandan otoriter rejimlere daha fazla alan açan sonuçlar doğurdu.

Popülist siyasete dayalı otoriter akım ve rejimlerin güç kazanmasından son dönemde Türkiye de nasibini aldı. Özellikle 2018 sonrası dönemde iç siyasette izlenen kutuplaştırmayı ve ötekileştirmeyi önceleyen, nefret söylemlerini ve cezasızlık kültürünü yaygınlaştıran uygulamalara, yapılan yerel seçimlerin sonuçlarını mesnetsiz iddialarla manipüle etmeye, meşru olarak seçilmiş yetkilileri keyfi yollardan siyaset sahnesinin dışına itmeye dayalı siyasi tasarruflar iç bünyede onulmaz yaralar açtı. Halen tüm hızıyla süren süreç, kuvvetler ayrılığı ve hukukun üstünlüğü esaslarını yerle bir etti. Türkiye bariz ölçülerde akranlarıyla birlikte otoriterliğin derin labirentlerine sürüklendi. Sonuçta, siyaset kurumunun yanı sıra ekonomi ve toplum da telafi edilmesi güç olan darbeler aldı.

Çok partili sisteme geçtikten sonra Türkiye’nin kendisi ve toplumu için korumakla mükellef olduğu değerler bir yana itildi; mensubu olduğu veya girmeyi hedeflediği kurumların dayalı olduğu çoğulcu demokrasi, sivil özgürlükler ve hukukun üstünlüğü gibi ortak değerlerden uzaklaşıldıkça Türkiye’yi yöneten çevreler, Atatürk’ün emaneti olan Cumhuriyet değerleriyle hesaplaşmayı marifet saymaya başladılar. Cumhuriyetin, Türkiye’nin tüm toplumsal katmanları için öngördüğü çağdaş uygarlık vizyonuna meydan okumanın ülkeyi ileri götüreceği sanrısına kapıldılar.

Kendi dogmatik kalıplarını uygulamaya çalışırken tanım ve kapsamı belirsizlikle malul “devlet aklı” gibi bir gerekçeyi kullanmaktan çekinmediler. Sözü edilen, düşünenler için soyut bir kavram olmaktan öteye gitmeyen “devlet aklının”, insani ve kurumsal ortak akla dayalı olduğunu toplumdan saklamanın erdem olduğuna inandılar ve bu inançlarını her türlü yoldan topluma benimsetmeye yöneldiler. Bugün itibarıyla ortaya çıkan dramatik insani, toplumsal ve ekonomik tabloyu ise halen bir “başarı hikayesi” olarak pazarlamanın gayreti içindeler. Sahadaki çıplak gerçekleri gözardı etmekten maalesef çekinmiyorlar. Pazara çıkan, kasaba giden veya markete uğrayan insanlar ise hazin olan gerçek durumu pratik yaşamlarında deneyimliyorlar.

Toplumun büyük kesimi, içeride karşılaştıkları manzara ile izlenen dış politikanın kendileri için ortaya koyduğu fatura arasındaki illiyet bağını kurmaktan doğal olarak uzak duruyor. Halbuki, ulusal çıkarlar doğrultusunda kendine özgü dinamik ve dengeler temelinde yürütülmesi zorunlu olan dış politikada hatalı yolların tercih edilmesi durumunda, bundan başta ulusal çıkarlar olmak üzere gündelik yaşantılarının da büyük zarar göreceğini günlük gaileler karşısında görmeye pek eğilimli değil.

Pandemi dönemine paralel yıllarda gerekli diplomatik ağları kurmadan, hasılı diplomatik zemini olgunlaştırılmadan yürürlüğe sokulan güvenlikçi dış politikanın, örneğin denizlerdeki hak ve çıkarlarımız açısından ters teptiği, bölgede Türkiye’yi yalnızlığa ittiği Türkiye’yi yönetenlerce bir türlü kabullenilmek istenmiyor. Bu çerçevede, binbir bahane altında Doğu Akdeniz’deki mevcudiyetimizin zayıfladığı perde arkasına itiliyor.

Güvenilmez ve oynak yapısı itibarıyla Trump’ın sahneye sürdüğü Rusya-Ukrayna savaşını sonlandırmaya yönelik girişimler sonucunda Kırım yarımadasının Rusya’ya terk edilmesi, kısacası “barış için toprak” tavizi verilmesi halinde Karadeniz güvenliğinin geleceği hakkında Türkiye’nin nasıl bir yol izlemeyi öngördüğü halen belirsizliğini koruyor.

Cumhuriyetin hedefleri, ne kadar değerli olduğu gün geçtikçe anlaşılan kültürü ve kimliğiyle mücadele etmeyi erdem sanan bir yönetim anlayışının, Türkiye’nin yaşamsal Doğu hinterlandında bulunan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri nezdinde nasıl algılandığını hesaplamadan çıkılan yolun, bu Cumhuriyetlerin yıllar sonra Güney Kıbrıs Rum Yönetimi nezdine Büyükelçi atamalarıyla sonuçlanması karşısında sessiz kalınması yeğleniyor. Özünde doğru olsa da, Kıbrıs’ta egemen eşitliğe sahip iki devletli çözümün ne dünya kamuoyunda, ne Türk dünyasında ne de İslam aleminde kabul gördüğü anlaşılıyor.

S 400/F 35 krizi Türkiye-ABD ilişkilerini halen olumsuz yönde etkiliyor. Bu açmazın, Türkiye’ye yaptırım uygulama kararını ilk döneminde alan Trump’ın ikinci döneminde çözülüp çözülemeyeceğini bekleyip göreceğiz. Son dönemde bu meselenin çözümüne dair sinyallerin arttığını gözlemliyoruz. Bu çerçevede, iki tarafın karşılıklı çıkarlarına dayalı akılcı bir uzlaşı formülü bulunması yönündeki arayışların sürdüğü anlaşılmakta.  ABD yönetimi ve Kongresi’nin onayını alan F 16V muharip uçaklarının tedarik edilmesi sürecinde hangi aşamada olduğumuz konusundaki muğlaklık da gündemde bulunuyor. Kimi çevreler bu belirsizliği Avrupa’dan Eurofighter muharip uçaklarının satın alınması arayışına bağlama eğilimindeler. Meselenin kökeninde sözkonusu uçaklara dair tercih zorluğunun mu, yoksa ülkenin parasal kaynaklarındaki daralmanın mı yattığı geçerli bir soru olarak ortada duruyor.

Ekonomik-ticari ilişkilerinin %50’sinden fazlasını AB ülkeleriyle yapan Türkiye’nin bu nesnel durumu gözardı edilerek iktidar katlarında bulunanlarca Türkiye-AB ilişkilerinin rayından çıkmasına yakın geçmişte müsaade ettikleri halen belleklerde canlılığını koruyor. Bu bağlamda, AB’nin Türkiye’ye karşı izlediği hatalı yol ve tercihlerin oynadığı rol de kuşkusuz yabana atılamaz. Bugünlerde ise, ABD-Avrupa arasında arttığı gözlenen çatlak ve tüm belirtileriyle dünya gündemine damgasını vuran jeopolitik rekabet ışığında Ukrayna’daki savaşta ateşkese varılması olasılığı karşısında geniş anlamıyla Avrupa’nın Türkiye’yle ilişkilerini güvenlik-savunma boyutu itibarıyla geliştirmeye çalıştığı gözleniyor. Türkiye’deki yönetim çevreleri ise, yönelimi doğru da olsa, mevcut durumdan istifadeyle Türkiye’nin AB’ye üye olması isteğini gündemde tutuyor. Oysa ki, an itibarıyla, üyelik bir yana gümrük birliği modernizasyonu ile vize serbestisi dahi hayata geçirilememiş durumda. Kaldı ki, 2023-2024 dönemi için hazırlanan 15 Nisan tarihli Avrupa Parlementosu Raporu’nda, Türkiye’nin uymakla mükellef olduğu demokratik değerler, hukukun üstünlüğü ve insan hakları dahil temel hak ve özgürlüklerden uzak durduğu, Türk Hükümeti’nin AB üyeliği konusundaki söylemlerine rağmen Türkiye-AB ilişkilerinde değerler ve çıkarlar arasındaki makasın ortak değerler bağlamında giderek açıldığı sarahaten vurgulanıyor. Hasılı AB, üzerine inşa edildiği değerler Türkiye’de benimsenmedikçe, mevcut jeopolitik ortamda Türkiye’nin katkısına gereksinim duymakla birlikte, “üyeliği unutun” mesajını çok net olarak Ankara’ya veriyor. Öte yandan, özellikle Ukrayna’daki durumun Avrupa’nın güvenliği için ortaya çıkardığı mevcut durum karşısında AB’nin Türkiye’yle olan ilişkilerinde çıkarların değerlere ağır bastığını gözlemek de mümkün. Dolayısıyla, AB’nin Türkiye’yi yakın geçmişe kıyasla daha fazla angaje etmeye yöneldiği görülüyor.

Ekonomik dengeleri bozulan Türkiye’nin, Avrupa’yla olan ve ülke lehine bulunan ekonomik-ticari ilişkileri ikame edecek yerleşik yapı ve pazarların kısa-orta vadede bulunamayacağı yönetimdekilerce bilinmekle birlikte, bu çevreler “beni üye yapmazsanız biz de geleceğimizi Rusya-Çin ikilisiyle ilişkilerde ve büyük ölçüde bu ikilinin güdümündeki BRICS gibi oluşumlarda ararız” gibi mesajlar vermekle hem kendilerini hem de toplumu avutmaya çalışıyorlar. Bu tür yalpalamalara dayalı belirsizliklerden medet umuyor görüntüsü verilmesine karşın pratikte toplum ve özellikle ekonomi lehine şu ana değin somut sonuçlar almakta mesafe kaydedemiyorlar.

 

Yeni döneme kapı aralanır mı?

Halihâzırda mevcut küresel ortamı, Türkiye dahil iç bünyede otoriterliğe yol veren veya zaten otoriterleşmiş rejimleri rahatlatan fırsatlar sunduğu yönünde okumak mümkün. Diğer yandan, bu durumun Türkiye bakımından sürdürülebilir bir durum olmadığını, dış politikayı sadece iç politikaya endeksleyen bir yönetim tarzının başta ekonomi olmak üzere toplum barışına da zarar vermeye devam edeceğini görmek ve anlamak gerekiyor. Gelişen ve hayatı zorlaştıran günlük olaylarla birlikte toplumun ve özellikle genç kuşakların, giderek daha fazla bu gerçeği idrak etmeye başladıkları gözleniyor. Baskıcı anlayış artmakta; ancak demokrasiyi yeniden inşa etmeye dönük umutlar da her gün daha fazla yeşermekte. Demokrasi, sivil özgürlükler ve hukukun üstünlüğüne dayalı iç politikanın yön vereceği dış politikaya duyulan özlemin bir gün gerçekleşeceğine inanmak gerekiyor.

İlgili Yazılar
Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir