MACARİSTAN SEÇİMLERİNİ YİNE ORBAN KAZANDI

PAYLAŞ

İtalyan yazar Umberto Eco, bir makalesinde, insanların kimliklerini tanımlamak için bir düşmana ihtiyaçları olduğunu, değerlerini kanıtlamak için bunun önemli olduğunu, bu yüzden insanoğlunun düşmanı yoksa bile kendine bir düşman yarattığını yazmıştı. Viktor Orban da, birçok siyasetçinin yaptığı gibi, seçim dönemi geldiğinde bir “düşman” yaratıyordu. Bir dönem “Soros” düşmanlığını kullanmıştı. Son seçimlerde ise “Savaş mı Barış mı?” sloganıyla en büyük düşman olan savaşı, Ukrayna’nın işgalinin yarattığı etkileri öne çıkardı. Sosyal ve görsel medyayı da başarıyla kullanan Orban, ünü ülke sınırlarını aşan Macar film endüstrisine, eski başbakanlardan birini  eleştiren “Her Şeyi Berbat Ettik” adlı bir film de yaptırdı.

 

Ukrayna savaşının gölgesinde yapılan son seçimlerde Orban’ın karşısında altı muhalefet partisinden oluşan bir blok yer aldı. Blok içinde sosyalistler ve aşırı sağcılar gibi ezeli rakipler de bulunuyordu. Bu bloğun bizdeki altı parti ittifakından farkı, hedeflerinin anayasal sistemi değiştirmek değil, sadece Orban’ı iktidardan indirmek olmasıydı. Daha önce Budapeşte Belediye Başkanlığını birleşerek almış olmaları onları cesaretlendirmişti.

 

Ancak son seçimlerde “Altılı Blok” un hatası, Orban’ın karşısına LGBT haklarını savunan Katolik Péter Márki-Zay’ı çıkarması, yani Orban’a sağdan hücum etmesi, muhafazakârlığa muhafazakârlıkla karşı çıkıyor olmasıydı. Márki-Zay’ın kadınlara ve yaşlılara yönelik beyanları da Fidesz tarafından seçmenlere hakaret olarak nitelendirildi.

 

Orban hakkında çok şey yazıldı, söylendi. Görev yaptığım dönemde Orban’ı en çok, kalabalıkları gülmekten kırıp geçiren esprileriyle hatırlıyorum. Önderlik vasıfları belirgin, hızlı karar alabilen, zeki, dışarıdan göründüğünün aksine kibirli olmayan, etkileyici hitabet gücüne sahip, İngilizceyi rahat ve düzgün kullanabilen; eğitimi, kültür düzeyi ve yetişme tarzı diğer muhafazakâr Avrupalı liderlerden farklı olmayan bir siyasetçiydi. 2010’dan sonraki her seçimde tek başına iktidar olmayı başarmıştı. AB ülkelerinin eşcinsel evliliklere izin veren, aileyi zayıflatan geleneklerin ihmal edilmesine yol açan liberal politikalarına karşı çıkıyordu. Bu siyaseti, liberal eğilimlerin karşısında yer aldığı için Batı Avrupa’da “illiberal” diye niteleniyordu. Ama kendisi de illiberal olduğunu açıkça dile getiriyordu. Tartışmalı bir kavram haline gelen illiberalliği “hoşgörüsüzlük” olarak takdim edenler de vardı.

 

Gençliğinde ateşli bir Sovyet karşıtı olan Viktor Orban’ın içinde yer aldığı, “Yurttaşlar Birliği” anlamına gelen Fidesz hareketi 1980 sonlarında Rus askerlerinin Macaristan’dan çıkması için mücadele ediyordu. Bu bağlamda Orban’ın daha sonra izlediği siyaseti, Macar milliyetçiliği ve diğer bazı Avrupa ülkelerindeki sağ siyasette görülen din temelli muhafazakârlık olarak tanımlamak mümkün. Konuşmalarında Orban, liberal seçkinlere karşı geleneksel değerleri savunduğunu; aile, küreselleşme ve ulusal egemenlik konusunda farklı düşündüklerini söylüyordu. Buna karşılık kendisine yönelik eleştirilerin başında “Avrupa değerlerine yeterince bağlı olmamak” geliyordu. Ekonomide orta sınıfa yönelik bir politika izliyor, çeşitli ülkelerden yatırımcıları çekmeye çalışıyordu. Dışişleri Bakanlığına dış ticaret birimlerini de bağlayarak, Bakanlığın ismini “Dışişleri ve Ticaret Bakanlığı” olarak değiştirmişti. Gerçekçi davranarak avro’ya geçmeyi erteliyordu. Son yıllarda Orban Türk dünyasına da yaklaşmış, dost ve akraba Macaristan’ı Türk Devletleri Teşkilatına gözlemci üye yapmış, Budapeşte’de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin temsilcilik açmasına izin vermişti.

 

Macarlar Birinci Dünya Savaşına imparatorluk olarak girip, 1919’da Trianon Antlaşmasıyla topraklarının üçte ikisini kaybederek çıkmışlardı. Birçok Macar aydını, ülkesinin “küçülmüş” olduğunu düşünüyordu. Hâlâ Romanya’da, Sırbistan’da, Slovakya’da ve Ukrayna’da binlerce Macar yaşıyor. Komşu ülkelerdeki Macar azınlıkların sıkıntıları sık sık ilişkilerin gerilme nedeni haline gelebiliyor.

 

2017 yılında Ukrayna’nın Macar azınlığa ait okullarda Macarca eğitimini kısıtlaması, Macar makamlarının azınlık mensuplarına yurttaşlık vermeye başlaması iki ülke arasında soğukluğa neden olmuştu. Doğal gaz konusunda da Macaristan’ın Ukrayna’yı dışlamak istemesi sorun yaratmıştı. Buna rağmen, daha önce Orta Doğudan sığınmacı kabulüne şiddetle karşı çıkan Macaristan, Ukrayna savaşında yarım milyona yakın sığınmacıyı ülkesine kabul etti.

 

Peki Orban’ın ateşli Sovyet karşıtlığıyla başlayan siyasi hayatı Putin’le yakınlaşma noktasına nasıl gelmişti? Macaristan halen doğal gazının %85’ini, petrolünün %64’ünü Rusya’dan alıyor. Ülkenin elektrik ihtiyacını karşılayan Pakş nükleer santrali komünizm döneminde Rus teknolojisiyle yapılmıştı. Macar Hükümeti bu santralin genişletilmesinin ve yenilenmesinin Rusların desteği ve kredisiyle gerçekleşmesini diğer seçeneklere göre daha rasyonel buluyordu.

 

Viktor Orban, “hegemonyacı” olarak nitelendirdiği Avrupa Birliği politikalarına şiddetle karşı çıkıyordu. Ancak onun AB üyeliğinden çıkmak istediği yönünde bir tutumu olduğunu söylemek mümkün değildi. Bir toplantıda, AB’den çıkıp çıkmayacağı konusu açıldığında, “Yemek sofrasında bir sandalyeye sahip olmak, menüde olmaktan her zaman daha iyidir” demişti. Orban bu seçkin grubun içinde kalmayı tercih ediyordu. NATO’yu da Macaristan için en büyük güvence olarak görüyordu. Peki Brüksel’den kendisine yöneltilen otoriterlik eleştirileri haklı mıydı?

 

Kuşkusuz demokratik özgürlükler, kuvvetler ayrılığı, insan haklarına saygı ve hukuk devleti ilkeleri, Macaristan’ın da, Polonya’nın da, Türkiye’nin de uyması gereken evrensel değerlerdir. Macaristan’a baktığımızda, bazı yasaların yürütmenin elini güçlendirecek şekilde çıkması, bağımsız kalması gereken kurumların zayıflatılması ülke içinde ve dışında eleştiriliyordu. Basının derin bir çatlakla ikiye bölündüğü görülüyordu. Tartışmalar hayli sert fakat Avrupa değerleri üzerinden yapılıyordu. Hapse atılan bir gazeteci ya da politikacı anımsamıyorum. AGİT’in, genel olarak etkin bulduğu seçim süreciyle ilgili bazı önerileri bulunmakla birlikte, seçimlere gölge düşürecek iddialar ileri sürüldüğünü de hatırlamıyorum.

 

Brüksel’in aynı zamanda Polonya’yı da hedef alan eleştirileri şüphesiz Avrupa değerlerinden hareket ediyordu, ancak Avrupa Birliğine birçok kriteri karşılayarak tam üye olduktan sonra, bir ülkenin Çin ve Rusya ile aynı kefeye konularak, karanlık bir otoriterlikle yönetildiğinin ileri sürülmesi, iradesini özgür seçimle dile getirmiş, eğitim düzeyi yüksek ve sağduyulu Macar halkına haksızlık sayılmaz mıydı? Avrupa’nın birçok konuda çifte standart uyguladığı da bir gerçekti: Örneğin “ülkesinin topraklarının tamamına hakim olmayan”, ciddi bir uluslararası ihtilafın tarafı olan, toprağında BM Barış Gücü konuşlu bulunan ve kendisiyle eşit statüdeki Kıbrıs Türklerine insan haklarına aykırı biçimde ambargo uygulayan Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin başından beri Birliğe alınması büyük bir hata değil miydi?

 

3 Nisan Pazar günü yapılan seçimlerin sonuçlarının Macar halkına barış ve refah getirmesini diliyorum.

İlgili Yazılar
Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir