2022 yılının ilk ayını geride bıraktığımız şu günlerde, Türkiye ve İsrail arasında gelişen mesaj alışverişi, yakın zamanda ilişkilerde yeni bir sayfanın açılabileceğine işaret ediyor. Geçtiğimiz sene sonu, İstanbul’da gözaltına alınan İsrailli çiftin salıverilmesi ardından liderler arası kurulan diplomatik temasların, Türk tarafının diyalog sürecini ilerletme yönünde çabaları neticesinde olumlu sonuçlar verdiği anlaşılıyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yakın zamanda Türkiye’ye davet ettiği İsrail Cumhurbaşkanı Yitzak Herzog’un bu teklife olumlu cevap vermesi bekleniyor. Bu zaman zarfında iki ülke arasında ziyaretin koşulları müzakere ediliyor.
Bilindiği üzere, Türkiye, 2018 yılında, ABD’nin Kudüs’e taşıdığı büyükelçiğinin açılış töreni akabinde Gazze’de patlak veren protestolara İsrail’in orantısız güç kullanmasını protesto etmek amacıyla İsrail’deki büyükelçisini geri çağırmış; İsrail’in Ankara büyükelçisi de ülkesine gönderilmişti. İki ülkenin o zamandan bu yana büyükelçileri bulunmuyor. Ancak ilişkilerin diplomatik seviyesinde değişikliğe gidilmediğinden, Ankara’nın yeni bir büyükelçi yollamasıyla bu sorun çözülmüş olacak, ki bu adım İsrail tarafında da karşılık bulacaktır.
Yurtdışı ziyaretlerinde tam yetkili bir temsilcinin Cumhurbaşkanına eşlik ettiği teamülünden hareketle, Herzog’un ziyareti öncesinde büyükelçi atanmasına ilişkin Ankara’dan bir açıklama gelmesini bekleyebiliriz. Aynı şekilde, İsrail’in Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesinin ön koşulu olarak öne sürdüğü, Hamas’a olan desteğin kesilmesi konusunda, Ankara’dan güven verici bir adım gelmesi de ihtimal dahilindedir. Tüm bu girişimler iki ülke arasında diplomatik diyaloğun yeniden ve sağlam bir zeminde tesis edilmesi bakımından yeni bir başlangıç teşkil edecek. Ancak iki ülke arasında sorunların çözümü ve ilişkilerin onarılması için zamana ihtiyaç var.
Türkiye-İsrail ilişkilerinde uzun bir süredir inişli çıkışlı seyreden normalleşme sürecinin son bir senede ivme kazanmış olması, beraberinde “Neden Şimdi?” sorusunu getiriyor. İçinde bulunduğumuz dönemin koşullarını doğru değerlendirmek, Türkiye-İsrail ilişkilerinde uzlaşmanın kalıcı olması bakımından önem taşıyor.
Tercih mi yoksa zorunluluk mu?
Türkiye’nin, İsrail de dahil olmak üzere bölge ülkeleriyle ilişkilerini onarmak amacıyla başlatmış olduğu diplomatik girişimler son bir yılda hız kazandı. Gerek uluslararası arenada gerekse iç siyasette yaşanan gelişmelerin, Türk dış politikasında gecikmeli de olsa gerçekleşen bu u-dönüşünü teşvik ettiği söylenebilir. Bu trendin 2022 boyunca devam etmesi bekleniyor.
Öncelikle, Ortadoğu’da şekillenmekte olan yeni dengeler Türkiye’nin normalleşme çabalarına uygun bir zemin sunuyor. ABD’nin Çin ve Rusya ile kızışan güç mücadelesi arka planında, Ortadoğu’ya olan ilgisinin azaldığı algısı bölge ülkelerini hem komşuları hem de bölgede etkinliği artıran Rusya ve Çin gibi ülkelerle, ilişkilerini çeşitlendirme yoluna itiyor. Bu bakımdan, ABD Başkanı Joe Biden’ın Ocak 2021’de göreve başlamasının bölgedeki diplomasi trafiğine ivme kazandırdığını söylemek mümkün. Zira, Biden yönetimi ülkenin dış politikada dikkatini ve kaynaklarını Çin ile küresel rekabete yoğunlaştırması bakımından Ortadoğu’da göreli bir istikrar ve düzen sağlanmasından yana. Bu bağlamda, Biden yönetimi bir taraftan 2020 yılında Birleşik Arap Emirlikleri ile İsrail arasında ilişkilerin normalleşmesi amacıyla imzalanan ( daha sonra Bayreyn, Sudan ve Fas’ın da katıldığı) İbrahim Anlaşması’nı desteklerken, selefi Donald Trump yönetiminin 2018’de tek taraflı olarak çekildiği nükleer anlaşmaya geri dönülmesi için İran ile müzakeleri sürdürüyor. Ancak Başkan Trump’ın İran’a yönelik maksimum baskı politikası çerçevesinde uygulamaya koyduğu ekonomik yaptırımlara karşılık, Tahran’ın anlaşma hükümlerine uymayı reddetmesi sonucunda, İran zenginleştirilmiş uranyum kapasitesi bakımından nükleer silah üretecek yetkinliğe günden güne yaklaşıyor. Nükleer bir İran ile komşuluk olasılığı -ki İran mevcut pozisyonunu değiştirmediği takdirde kaçınılmaz görünüyor- bölge ülkelerini güvenlik konusunda işbirliğine iten bir başka unsur.
Diğer yandan, 11 yıldır süren iç savaşın ardından Suriye’de Esad rejiminin, Rusya ve İran’ın desteğiyle iktidarda kalmış olması, meşruiyeti her ne kadar tartışmalı da olsa, bölge ülkelerini bu gerçeği kabullenerek ilişkileri yeniden tesis etmeye iten bir başka gelişme. Hatırlanacak olursa, BAE ve Bahreyn 2018’de büyükelçiliklerini yeniden hizmete sokmuştu. 2021 Mart ayında Suudi Arabistan’ın istihbarat şefinin Suriyeli meslektaşıyla bir araya gelmesi, Eylül ayında Ürdün’ün Suriye ile sınırını açacağını duyurması ve açıklamayı takiben iki ülke lideri arasında on yıl aradan sonra ilk telefon görüşmesinin gerçekleşmesi, Esad rejimine yönelik bakışın değiştiğinin bir göstergesi olarak okunabilir. Benzer şekilde, enerji kriziyle mücadele etmeye çalışan Lübnan’a Suriye üzerinden Mısır doğalgazı ve Ürdün’den elektrik sevkiyatı öngören anlaşmanın, Sezar Yasası kapsamında uygulanan yaptırımlardan muaf tutulması, projenin İran’ın Suriye ve Lübnan üzerindeki etkisini azaltmayı amaçlayan Washington’dan yeşil ışık almış olduğu izlenimini veriyor. Bu süreçte, Suriye’nin Mart ayında Cezayir’de düzenlenecek Arap Birliği Zirvesi’ne çağırılması ve üyeliğe geri kabulü bekleniyor.
Dolayısıyla, Ortadoğu’da dengelerin değiştiği, belirsizliğin hakim olduğu bir arka planda, ortak güvenlik çıkarlarının Türkiye ile İsrail arasında yakınlaşmayı teşvik ettiği söylenebilir. Bu bağlamda, Biden yönetiminin, selefine kıyasla İsrail-Filistin meselesine ilişkin daha hakkaniyetli ve dengeli bir yaklaşım benimsemiş olması Türkiye açısından İsrail ile ilişkilerini onarması için uygun bir zemin sunmuş oldu. Benzer şekilde, İsrail’de 2021’in Mart ayında düzenlenen genel seçimin Başbakan Binyamin Netanyahu’nun 12 yıllık iktidarına son vermesi ve ilk kez İsralli Arapların da (Birleşik Arap Listesi-Raam) iktidar ortağı olduğu bir koalisyon hükümetinin kurulması, iki ülkenin liderleri arasındaki kan uyuşmazlığı sorununu ortadan kaldırdı. Tüm bunlara ek olarak, Türkiye iç siyasetinde ekonomik krizin tırmanmasına parallel, İsrail karşıtı söylemin, seçmen tabanını mobilize etmek bakımından işlevselliğini büyük ölçüde yitirmiş olmasının da Ankara’nın İsrail’le diyaloğunu yumuşatmasında payı olduğunu varsayabiliriz. Bunun yerine, “bölge ülkeleriyle ilişkilerini onararak yumuşak gücünü yeniden tesis eden bir Türkiye” anlatısının iktidar bakımından yaklaşan seçimlerde daha işlevsel görülüyor olması pekala mümkün.
Türkiye-İsrail İlişkilerinde Yeni Normal
Kuşkusuz, ikili ilişkilerde normalleşmeye dair her iki tarafın da birtakım beklentileri bulunmakta.
Türkiye açısından, İsrail ile diplomatik diyaloğun sağlıklı şekilde yeniden tesis edilmesi, her şeyden önce ülkenin bölgesel yalıtılmışlığını azaltarak, dış politikada manevra kabiliyetini artıracaktır. Daha geniş bir perspektiften bakıldığında, Ankara normalleşme adımları neticesinde, bölgedeki rakiplerine (başta Yunanistan ve Mısır) kaptırdığı etki alanını geri almayı amaçlıyor. Bu bakımdan, Doğu Akdeniz’deki deniz sınırlarının yeniden çizilmesi ve halihazırda imzalanmış uluslararası anlaşmaların çıkarlara uygun şekilde revize edilmesi gibi hedeflerden vazgeçilmiş değil. Ancak İsrail, bölgede edindiği yeni müttefiklerini, Türkiye ile ilişkilerin düzelmesi karşılığında gözden çıkarmaya razı görünmüyor.
Geçtiğimiz haftalarda, Amerikan Dışişleri’nin Doğu Akdeniz Doğalgaz Boru Hattı (EastMed Gas Pipeline) projesinden çekilme kararı, İsrail doğalgazının Türkiye üzerinden taşınması projesini yeniden gündeme getirdi. Her ne kadar enerji dosyası iki ülkenin kamuoylarına sunabilecekleri pozitif bir gündem maddesi olarak tercih edilse de en azından şimdilik bu projenin gerçekleşmesi imkan dahilinde görünmüyor. Zira, ABD’nin kararını gerekçelendirdiği üzere, batılı devletler iklim değişikliğiyle mücadele kapsamında giderek daha fazla yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmekte. Enerji fiyatlarının iniş çıkışlı seyri de boru hattı projelerinin ekonomik karlılık bakımından çekiciliğini azaltıyor. Tüm bunlara bir de çözümsüz kalan Kıbrıs sorununu ekleyebiliriz. Ancak iki ülkenin işbirliği içinde olması, gerek Türkiye’nin gaz ihtiyacı gerekse, Avrupa’nın Rusya’ya olan enerji bağımlılığını azaltacak alternatif projelerin hayata geçmesini kolaylaştırabilir.
Geçtiğimiz son on yılda, özellikle İbrahim Anlaşması’nı takiben, Ortadoğu’nun jeostratejik görünümü büyük ölçüde değişti; ki bu durum aynı zamanda Türkiye-İsrail ilişkilerindeki güç dinamiklerini de belli ölçüde İsrail lehine değiştirdi. Yine de, bölgenin Arap olmayan üç ülkesinden ikisi olan Türkiye ve İsrail’in, Ortadoğu’da güven ve istikrara dayalı bir düzen kurulması noktasında çıkarları büyük ölçüde örtüşüyor. Türkiye-İsrail ilişkilerini de kapsayan normalleşme adımları, Türkiye’nin orta-uzun vadede Doğu Akdeniz’deki ABD destekli güvenlik eksenine eklemlenmesinin önünü açacağından, bu yönde yürütülen diplomatik girişimler başta ABD ve İngiltere olmak üzere batılı ülkelerce destekleniyor.
Geliştirilmeyi bekleyen işbirliği potansiyeli
Türkiye ve İsrail, ticaret, istihbarat paylaşımı, enerji işbirliği ve savunma gibi pek çok alanda işbirliğinin geliştirilmesinden karşılıklı fayda sağlayacak. Nitekim, iki ülke, geçtiğimiz on yıllık zaman zarfında ilişkileri kompartmantelize etmeyi başarmış ve bu sayede karşılıklı ticaret hacmi siyasi krizlere rağmen, büyümeye devam etmişti.
Türkiye açısından, İsrail, Washington ile iyi ilişkiler tesis edilmesinde daima aracı bir rol oynamıştır. F-35 programından çıkarılmasının ülke savunmasında doğurduğu zararı telafi etmek amacıyla hükümetin son dönemde Biden yönetiminden F-16 satışı ve mevcut F-16 uçaklarının modernizasyonuna ilişkin talepte bulunduğu biliniyor. Ankara, İsrail ile ilişkilerin yoluna koyulması neticesinde, tıpkı geçmiş yıllarda olduğu gibi, Kongre’deki Türkiye karşıtı havanın giderilmesi için Washington’daki İsrail yanlısı lobilerin desteğini almayı bekliyor olabilir. Böylesi bir desteğin çeşitli konularda Türkiye aleyhine kampanya yapan lobilere karşı dengeleyici bir etkisi olacaktır. Tüm bunların yanı sıra, İsrail ile dengeli ilişkiler geliştirilmesinin, Türkiye’nin Filistin meselesinde yapıcı ve etkin bir rol oynamasını mümkün kıldığını da eklemek gerek.
İbrahim Anlaşması, Türkiye’nin İsrail ile Arap Dünyası arasında diyalog sağlayıcı rolünü, avantajlı konumunu zayıflatmış olabilir. Ancak gerek Müslüman çoğunluklu nüfusa sahip aynı zamanda NATO üyesi oluşu, gerekse jeopolitik konumu (İsrail’in hasımları İran ve Suriye’ye komşu olması)Türkiye’yi İsrail nezdinde önemli bir müttefik kılmaya devam edecek. Bu durum, ilişkilerin dibe vurduğu zamanlarda dahi neden İsrail’in diyalog kanallarını daima açık tuttuğunu ve Ankara’dan son dönemde gelen ılımlı mesajlara -çeşitli çekincelere rağmen- aynı şekilde karşılık verdiğini açıklıyor. Ancak İsrail tarafı aynı zamanda iktidarın Hamas yanlısı yaklaşımında ısrarcı olduğu sürece, iki ülke arasında geliştirilecek işbirliğinin sınırlarının da bilincinde görünüyor. Bu bakımdan, Hamas’ın ülke içindeki faaliyetlerini kısıtlayıcı birtakım tedbirlerin alınmasının Türkiye-İsrail arasındaki uzlaşma süreci üzerinde hızlandırıcı etkisi olabilir.
Son tahlilde, uzlaşma sürecinde gerçek anlamda ilerleme kaydedilmesi her iki tarafın da ortak paydada buluşma konusunda samimiyet ve tutarlılık göstermesine bağlı. İşbirliğinin karşılıklı çıkarlar temelinde geliştirilmesi, ikili ilişkileri Filistin meselesinin ipoteğinden çıkararak, krizlere dayanıklı kılacaktır. Atıl kalan işbirliği potansiyelinin değerlendirilebilmesi içinse, her şeyden evvel karşılıklı güvenin yeniden tesis edilmesi gerekiyor.