HİROŞİMA VE NAGASAKİ SONRASI NÜKLEER TABLO
Bu yıl, 6 ve 9 Ağustos 1945 tarihlerinde sırasıyla Hiroşima ve Nagasaki’ye ABD’nin atom bombası atmasının 80. yıldönümü. 2025 yılı, aynı zamanda, küresel sistemde had safhaya varmış jeostratejik ve jeopolitik rekabetin gölgesi altında nükleer silahlara dayalı “dehşet dengesinin” olası seyri ve nükleer savaş riskinin arttığına dair analizlerin yeniden gündeme geldiği bir yıl olarak kayıtlara girmiş bulunuyor. Bu çerçevede “Nobel Ödülü Sahipleri ve Nükleer Silahsızlanma Uzmanları Meclisi”nin Temmuz 2025’de yayımladığı nükleer savaşın önlenmesine dair Bildiri’de, başta ABD, Çin ve Rusya olmak üzere devlet liderlerine, bilim insanlarına, akademik çevrelere, sivil topluma ve çeşitli inanç gruplarına yönelik olarak yapılan çağrılar dikkat çekiyor. Bu Bildiri’nin özelliği, yeni yüzyılla birlikte geçmiş dönemlerde lime lime örülen silahsızlanma/silahların kontrolü mimarisinin 2010’da ABD ile Rusya arasında imzalanan Yeni START Antlaşması dışında çökmüş bulunması. Mart 2023’te Putin’in, Rusya’nın Yeni START Antlaşmasını askıya aldığını açıklaması sonrasında ABD ve Rusya için stratejik nükleer silahları sınırlayan bu kritik antlaşmanın geleceği de belirsizliğe sürüklenmiş durumda.
Mevcut tabloya bir de Çin’in sahip olduğu stratejik nükleer silahları önümüzdeki on yıl içinde üç katına çıkarmaya yöneldiğine dair gözlemleri de eklemek gerek. Dünyaca saygın Stokholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü SİPRİ’nin yayımladığı bir analizde, Çin’in 2023 yılından itibaren her yıl 100 nükleer savaş başlığını nükleer silah stokuna eklediği bildirilmekte. Bu şu anlama geliyor: halen 600 nükleer savaş başlığına sahip Çin, 2030’lu yıllarda stratejik nükleer silahlarının sayısını 1.500’e çıkarmış olacak. İniş çıkışlara da sahne olsa ABD-Çin rekabetinin hemen her alanda arttığı, Asya-Pasifik bölgesindeki güç çekişmesinin nereye evrilebileceği konusundaki belirsizliğin sürdüğü bir dönemde Çin’in, stratejik nükleer silah sayısı itibarıyla ABD ve Rusya’yla aynı seviyeye gelecek olması nükleer silahları da kapsayan güç dengesinin değişime uğramasıyla sonuçlanabilir. Dolayısıyla Çin, küresel nükleer dengeler açısından da hayatî rol oynayacak bir aktöre dönüşmektedir.
Nükleer güç dengesinde sadece nükleer silahların sayısına odaklanmak veya bu dengeyi salt teknik-hukukî boyutlara indirgemek eksik bir yaklaşım olur. Her ne kadar Soğuk Savaş süresince silahların kontrolü/silahsızlanma rejimi iki blok arasında nükleer bir savaş çıkmasını önlemişse de, 1960’lı yıllardan başlayarak Soğuk Savaş bitene kadar nükleer tırmanmanın patlak verdiği dönemler (Küba Füze Krizi ve 1980’li yıllarda Pershing Füze Krizi gibi) yaşanmıştır.
Öte yandan, nükleer silahların modernizasyonunda son dönemde sayı ve nitelik olarak artan yeni ve çığır açan teknolojilerin önemli rol oynadıkları yadsınamaz. Örneğin, başta ABD ve Rusya olmak üzere nükleer silaha sahip ülkelerin hipersonik füzeler ve yenilikçi teknolojilerle donatılmış nükleer savaş başlıklarına yatırım yapmaları, nükleer dehşet dengesini daha da karmaşık hale getiren ve riskleri artıran etkiler doğurmaktadır.
Küresel silahsızlanma ve silahların denetimi düzenlemelerinin, hasılı bunlara ilişkin hukukî çerçevenin ciddi bir stres testinden geçtiği ve işlevsiz hale geldiği halihazırdaki durum uluslararası sistem açısından ciddi bir endişe kaynağı oluşturmaktadır.
Mevcut nükleer tabloyu irdelerken, meselenin teknik ve hukukî boyutları ile siyasa ayağının (Reelpolitik öncelik ve çıkarlar, dolayısıyla güç dengeleri) ayrı ayrı değerlendirilmeleri tabiatıyla mümkün, belki de daha yerindedir. Öte yandan, bu ana sütunları olabildiğince harmanlayan, dolayısıyla mümkün mertebe bütüncüllüğe dayalı bir yaklaşımı yeğlemek de düşünülebilir. Nitekim bu yazı, kendi sınırları dahilinde, sözü edilen melez anlayış doğrultusunda, dolayısıyla siyasa, hukukî ve teknik boyutları bir arada kapsayacak şekilde kaleme alınmıştır.
NÜKLEER KILIÇLAR ÇEKİLİRKEN
Rusya’nın 2014’te Ukrayna’ya karşı başlattığı saldırının 2022’de geniş çaplı bir işgalle devam etmesi Avrupa’daki konvansiyonel dengeyi sarsmakla kalmamış, başta Rusya eski devlet başkanı Medvedev olmak üzere üst düzeyli Rus yetkililerin sıkça başvurdukları görülen “nükleer kuvvet kullanma kartı” başta Avrupa güvenliği olmak üzere küresel ölçekte yansımaları olan bir evreye sürüklenmiştir. Bu süreçte son olarak yine Medvedev sahneye çıkarak, Rusya’nın nükleer silah envanterinde Sovyet döneminden kalma nükleer darbe yeteneklerine işaretle, olası bir “nükleer kıyamet senaryosu”na atıfta bulunmuştur. Medvedev’in öne sürdüğü tehdit karşısında ABD Başkanı Trump’ın, “iki ABD nükleer denizaltısını stratejik olarak nitelenen ‘uygun bölgelerde’ konuşlandıracağını” açıklaması dünya kamuoyunda endişe uyandırmıştır. Medvedev’in yeniden sahneye çıkmasıyla ABD ve Rusya arasında nükleer kılıçların çekilmesi sonrasında Kremlin Sözcüsü ortalığı yatıştırıcı bir beyan yapma gereksinimi duymuştur.
İki nükleer güç arasında nükleer kuvvet kullanma tehditinin belirmesi üzerine insanlığa karşı tehdit oluşturan nükleer, biyolojik ve yenilikçi teknolojilere ilişkin çalışmalar yapan Washington merkezli Nükleer Tehdit Girişimi (NTI) isimli bir sivil toplum örgütü, ABD ve Rusya’ya, alevlenen nükleer gerilimi düşürme çağrısında bulunmuştur. Ayrıca, geçerlilik süresi Şubat 2026’da sona erecek Yeni START Antlaşmasının ardılı bir anlaşma üzerinde çalışılması yönünde Trump’ın ortaya attığı öneriyi desteklemiştir.
AVRUPA’NIN İKİ NÜKLEER GÜCÜ: FRANSA VE İNGİLTERE
Söyleme de dayalı olsa ABD ve Rusya’yı nükleer cepheleşmeye sürükleyen süreç öncesinde Türkiye’deki kamuoyunun pek de dikkatini çekmeyen önemli bir gelişme daha yaşanmıştır. BMGK’nın ve NATO’nun iki Avrupalı nükleer gücü olan İngiltere ve Fransa, 10 Temmuz 2025’te, diğer bir anlatımla, NATO 2025 Lahey Liderler Zirvesi’nden iki hafta sonra, özellikle Avrupa güvenliği bağlamında iki ülke arasında nükleer siyasa, yetenekler ve operasyonlar odaklı olmak üzere eşgüdüm ve işbirliği yapmayı hedefleyen Northwood Bildirisi’ni yayımladılar. Bildiri’de, 1995’ten bu yana her iki ülkeden birinin yaşamsal çıkarlarını tehdit eden bir durumun diğer ülke için de tehdit oluşturacağı belirtilerek, Avrupa güvenliği çerçevesinde yer verilen şu cümle dikkat çekti: “Fransa ve Birleşik Krallık, her iki ülkenin de karşılık vermesine neden olmayacak aşırı bir Avrupa tehdidinin mevcut bulunmadığı konusunda mutabıktır.” Bu cümledeki “aşırı tehditten” kastın Rusya olduğu sonucuna varmak mümkündür.
2.Dünya Savaşı sonrasında İngiltere’ye kıyasla Fransa’nın, De Gaulle’un beklediği ölçülerde olmasa da, ABD desteğinde nükleer silah yeteneği geliştirdiği bilinmektedir. 1954 yılından itibaren Fransa ile Almanya’nın “Avrupa Atom Gücü” projesini hayata geçirmek üzere bilimsel ve finansal işbirliğine giriştikleri; bu projenin bilahare İtalya’yı da kapsayacak şekilde 1957’de FIG (Fransa, İtalya ve Almanya) Protokolü’nün imzalanmasıyla sonuçlandığı da kayıtlardır. Bu çerçevede, “Avrupa Savunma Topluluğu”nun fikir babalığını yapmasına karşılık Fransa’nın, Avrupa atom gücü işbirliğini NATO’nun dışında düşünmediği, dolayısıyla bu alanda Avrupa-Atlantik güvenliği çerçevesinde başta Almanya ve diğer komşu ülkelerin savunması için gerektiğinde Fransa’ya ait nükleer silahların da kullanılması seçeneği dışlamadığı görülmektedir.
Her hâl ve kârda, nükleer silahların kullanılmasına, dolayısıyla hem söylemsel hem koşullara göre fiziksel nükleer caydırıcılığın sağlanmasında Fransa’nın sahip olduğu nükleer silahlar, bunların kullanım yetkisi Fransa’da olmak kaydıyla, NATO’nun nükleer caydırıcılığı açısından her dönemde denklemin içinde kalmışlardır. Nitekim 1974’te NATO’nun açıkladığı Ottawa Bildirisi’nde, İngiltere’nin yanı sıra Fransa’nın nükleer yeteneğinin İttifakın nükleer caydırıcılığına sağladığı katkının altı çizilmiştir.
François Mitterrand, Fransa’nın nükleer gücünün ağırlık noktasını Avrupa savunmasının oluşturduğunu 1992’de şu sözlerle dile getirmiştir: “Sadece iki Topluluk (AET) ülkesi nükleer silaha sahip. (…) Bir Avrupa doktrini geliştirmek mümkün mü? Bu soru, çok kısa sürede ortak bir Avrupa savunma sisteminin inşasındaki en önemli konulardan biri haline gelecektir.”
Fransa’nın nükleer doktrininin şekillenmesinde De Gaulle kuşkusuz önemli bir rol oynamıştır. Buna göre Fransa’nın nükleer gücü bağımsız kalmalı, Avrupa’nın savunmasında bu gücün kullanılması kaçınılmaz hale geldiğinde ise, bunların kullanımında son söz Fransa Cumhurbaşkanına ait olmalı. De Gaulle’in ardılları da esasen bu temel yaklaşımı sürdürmüşlerdir. Diğer yandan, özellikle Avrupalı müttefikler arası danışmalar yapılması ve kendine ait nükleer silahlara dair son sözü Fransa’nın söylemesi kaydıyla Fransa, hem Avrupa’nın hem transatlantik topluluğun nükleer caydırıcılığına katkı sağlamaktan geri durmamıştır.
İngiltere ise, İttifak’ın kuruluşundan beri dış güvenlik-savunma politikasının başat gücü olarak NATO’yu esas almıştır. Bu temel tutumu, ne Brexit öncesi ne de Brexit sonrası değişmiştir. İngiltere’nin, ABD ve NATO müttefikleriyle danışmalar yapmak suretiyle kendi nükleer kuvvetlerinin gerektiğinde İttifak amaçları için kullanılmasına, Fransa’ya kıyasla, daha esnek bir yaklaşım içinde bulunduğu görülmektedir. Esasen, İngiltere’nin de gerekli hallerde kendi nükleer yeteneklerinin kullanımında son söz hakkının kendisinde olduğunu deklare etmesine rağmen 1966’da NATO bünyesinde kurulan, içinde Türkiye’nin de yer aldığı Nükleer Planlama Grubu (NPG) faaliyetlerinde aktif rol üstlendiği ve hem nükleer komitelerin hem de Bakanlar seviyesindeki NPG toplantılarının ana aktörlerinden biri olduğu (diğeri ABD) bilinmektedir.
Avrupa’nın iki nükleer gücünün 2025’te bir araya gelerek nükleer kuvvetler konusunda işbirliklerini ilerletme kararı almaları Avrupa güvenliğinin geleceği bakımından hiç şüphesiz önemlidir. Bu işbirliğinin, Ukrayna savaşı sonrasında tesis olunacak Avrupa güvenlik mimarîsinin nükleer ayağı bağlamında nereye evrileceği irdelenmelidir. Bu çerçevede, salt bu iki gücün yeteneklerine dayalı, “uyumlaştırılmış caydırıcılık” (concerted deterrence) diye tanımlanabilecek otonom bir nükleer caydırıcılık mı; yoksa, bu caydırıcılığın NATO bünyesindeki danışmalarla takviyeli bir versiyonu üzerinde mi çalışılacaktır? Bu açıdan bakıldığında, mevcut şartlar dahilinde, münhasıran Avrupa güvenlik ve savunmasını sağlayacak otonom bir nükleer kuvvet yapılanmasının hedeflendiğini söylemek mümkün değildir. ABD’nin Avrupa’da konuşlu nükleer kuvvetlerini geri çekmediği bir durumda ve sürecin içinde İngiltere’nin bulunduğu bir çerçevede, Avrupa güvenlik ve savunmasını nükleer boyut itibarıyla otonom yapacak bir tasavvurun şimdilik hayat bulmayacağını öngörmek daha gerçekçi olur. Sürecin ilk aşamalarında İttifak’ın Avrupa ayağının nükleer boyutunu güçlendirmek üzere Fransa’nın, NATO’nun Nükleer Planlama Grubu’yla organik bir bağ kurmasının sağlanması şaşırtıcı olmayacaktır. Öte yandan, Fransa’nın fiiliyatta NATO’nun nükleer alandaki çalışmalarından zaten bilgi sahibi kılındığı bilinmektedir. Dolayısıyla, mesele fiiliyatta esasen olanı resmiyete dökmekte düğümlenmektedir.
Fransa-İngiltere ikilisinin son attığı adımı, ABD’nin uzun vadede İttifak üyelerine sağladığı nükleer şemsiyeden çekilmesi olasılığına karşı bir ön tedbir olarak değerlendirmek de mümkündür. Avrupa güvenliği ve savunması bakımından bu alandaki gelişmeleri yakın mercek altında tutmak hiç kuşkusuz önem taşıyacaktır.
DERYA İÇREDİR DERYAYI TAKİP ETMEZ ANKARA!
ABD-Rusya arasında Ukrayna’yı ve Türkiye dahil Avrupalı müttefik ülkeleri katmadan Ukrayna’daki savaşın son bulmasına yönelik girişimlerin arttığı, Ortadoğu’daki dengelerin yeniden şekillenmekte olduğu, Azerbaycan-Ermenistan arasında ABD’nin öncülüğünde Güney Kafkasya barışının köşe taşlarının döşendiği, Asya-Pasifik’te ve küresel ölçekte ABD-Çin çekişmesinin patlak verdiği, hasılı uluslararası sistemde alarm zillerinin uzunca bir süredir çaldığı bir dönemde Türkiye’yi yönetenler ve destekçileri, kamuoyunu ağırlıklı olarak Suriye’deki gelişmeler ve İsrail’in bölgeyi çok tehlikeli viraja sürükleyen tasarruflarına hapsetmeyi yeğlemekte kendileri ve çıkarları açısından beis görmemektedirler.
Sığ bir yaklaşımın büyük ölçüde öznesine dönüştürülen kamuoyuna gelince; önemli bir kesimi, mevcut koşullarda, TBMM bünyesinde çalışmalarına başlayan “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” toplantılarının ortaya konan beklentiler çerçevesinde sonuçlar doğurup doğurmayayacağına ilişkin yoğun ve çelişkili tartışmalara maruz bırakılmakta, yeni ortaya çıkan sahte diploma rezaletinin vahim sonuçlarıyla yüzleşmekte, seçilmiş belediye başkanlarının hapse sokulmalarına dair yargı kararlarının yol açtığı derin sarsıntılarla meşgul edilmekte, yüksek enflasyonun ağır baskısı altında geçim zorluğuyla boğuşmak zorunda bırakılmakta, hasılı kendi geleceği ile güvenlik ve refahını doğrudan ve yakından etkileyecek küresel gelişmeleri, doğal olarak, yeterince izlememekte, hatta bunlara kayıtsız kalmaktadır.
Dünyayı endişeye sevk eden güncel nükleer gerilimler ve bunlar karşısında atılan adımlar da kamuoyunun radarından tabiatıyla uzak kalmaktadır. Bu çerçevede, ABD-Rusya arasında yeni patlak veren, bilahare yatıştığı gözlenen “nükleer tırmanma” birçok mecrada boy göstermeye meraklı “sahte uzmanların” tabiatıyla ilgi alanı dışında kalmıştır. Halbuki, bu son tehlikeli gelişme karşısında kamuoyuna, 1960’lı yıllarda ABD-SB arasında patlak veren Küba Füze Krizi’nin, Kennedy-Kruşçev arasında Türkiye ve İtalya üzerinden yapılan pazarlıkla son bulduğu hatırlatılabilir; bu çerçevede iki nükleer ABD denizaltısının “stratejik” olduğu söylenen hangi “uygun bölgelere” konuşlandırılmış bulunabileceği sorunu irdelenebilirdi.
NATO’nun Avrupa’da konuşlu ABD’nin nükleer silahlarına dair temel politikasına (‘ne teyit ne tekzip’ yaklaşımı) rağmen ilk başkanlık döneminde Trump’ın, sözkonusu silahların hangi NATO üyesi ülkelerde konuşlu olduklarını kamuoylarına pervasızca açıkladığı bilinmektedir. Bu alt-stratejik kategorideki silahların (taktik nükleer silahlar) konuşlu olduğu NATO ülkelerinden birinin Türkiye olduğu da artık açık bir sırdır. Bu çerçevede, nükleer kuvvetlerin geleceği açısından bakıldığında Avrupa’nın gelecekteki yeni güvenlik mimarisinde nükleer silahların rolünün nasıl ve hangi kapsamda tanımlanacağı Türkiye’yi de yakından ilgilendiren bir meseledir. ABD’nin ileride Avrupa’da konuşlandırdığı nükleer silahlarını, gelişmelerin seyrine göre geri çekmeye yönelmesi peşinen dışlanabilecek bir olasılık değildir. Bu yöndeki bir senaryonun hayata geçmesi halinde Avrupa’nın iki nükleer gücü olan, toplam 600 nükleer silaha sahip İngiltere ve Fransa’nın, ABD’den bağımsız olarak Avrupa’da nükleer caydırıcılık rolünü üstlenip üstlenmeyecekleri veya bunu hangi koşullarda ve ne tür işbirlikleri temelinde yapacakları, Avrupa güvenliğinin geleceğinde kendisine de rol verilmesini haklı olarak bekleyen Türkiye açısından da hayati önem taşıyan bir mesele teşkil etmektedir.
Bölgemizde meydana gelen son gelişmeler Türkiye’nin güvenlik ve istikrarını uzun dönemde de yakından etkileyecek sonuçlar doğurmaya adaydır. Bunların arasında nükleer güç dengesinin gelecekte nasıl ve hangi yönde değişime uğrayacağı sorunsalı da mevcuttur. Elbette bu meseleyi irdeleyeceklerin safında sahte diplomalıların ve uzmanların yer alamayacağı peşinen kabul edilirse geleceğe dönük daha sağlıklı analizlerin yapılacağı zemin bulunacaktır.
Sonuç olarak, modern nükleer güçlerin gelişim seyrine bakarken sadece sayısal artışların değil, aynı zamanda yenilikçi ve çığır açan teknolojilerin merkezinde olduğu modernizasyon süreçlerinin de hesaba katılması gerekecektir. Bu bağlamda, hipersonik füze teknolojileri, yapay zeka destekli erken uyarı sistemleri ve gelişmiş nükleer savaş başlıkları gibi yenilikçi unsurların caydırıcılığa etkilerinin derinlemesine analiz edilmesi hem akademik hem siyasa açılarından zorunludur.
Bunun yanı sıra, bölgesel nükleer aktörlerin (İran, İsrail, Kuzey Kore, Hindistan, Pakistan gibi) varlığı ve bunların rol alabileceği gerilimler, küresel nükleer risklerin sadece üç büyük güç ekseninde değerlendirilemeyeceği gerçeğini ortaya koymaktadır. Bu çerçevede, bölgesel krizlerin küresel ölçekte nükleer tırmanmaya yol açma ihtimali üzerinde de durulmalıdır. En son Pakistan ile Hindistan arasında patlak veren çatışmanın olası bir nükleer tırmanmaya doğru evrilmesi bu gerçeği gözler önüne sermiştir.
Meseleye Türkiye açısından bakıldığında ise, belirsizliklerle dolu mevcut çatışmalı ortamda Ankara’nın, bölgesel ve küresel güvenlik mimarîlerinde aktif rol oynamaya çalışması ve bunu yaparken stratejik bir yaklaşım benimsemesi umulur. Türkiye’nin yalnızca gelişmeleri izleyen değil, aynı zamanda ön alıcı bir yaklaşımla nükleer caydırıcılık, stratejik diyalog ve uluslararası işbirliği düzenlemelerinde, esasen geçmişte yapıldığı üzere, etkin biçimde yer alması ve gücü nispetinde gelişmelere yön vermeye çalışması kendi çıkarına olacaktır.

