Kıbrıs Türkleri bir düş kırıklığı yaşıyor. Orta Asya ülkelerinin öteden beri Güney Kıbrıs Rum Yönetimine yönelik, tanımayı da içeren müzahir yaklaşımları son Semerkant açıklamasıyla birlikte tartışmalara neden oldu. Arkasından gelen “Kıbrıs Türklerini Rumluktan kurtaramadık” şeklindeki yorumlar ise düş kırıklığını alevlendirdi.
Bir soruyla başlayalım: Dünyada, Batılı anlamda örnek bir demokrasiye, özgürlüklere, temel insan haklarına, ileri bir refah ve eğitim düzeyine sahip olmasına rağmen, onyıllardan beri insanlık dışı ambargolar, uluslararası kuşatma ve yok edilme tehditleri altında yaşayan bir halk var mıdır? Belki araştırılınca böylesine cezalandırılan bir ülke bulunabilir, ama kanımca Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti halkı bu tanımlamaya uyuyor.
Kıbrıs Türkleri, İkinci Abdülhamit tarafından adanın 1878’de İngiltere’ye verilmesinden bu yana ulusal kimliklerini titizlikle korumayı başarmış, Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasından sonra da topraklarımızın dışında kalmalarına rağmen Atatürk ilke ve devrimlerini anavatanla birlikte benimsemiş uygar bir halktır. Kıbrıs Türklerinin talihsizliği, büyük devletlerin desteğiyle adayı Rum-Yunan toprağı yapmaya ve kendilerini adadan söküp atmaya çalışan amansız bir komşularının olmasıdır. Talihleri ise, yanıbaşlarında onlara destek olan Türkiye’nin varlığıdır. Bu koşullar, Kıbrıs Türklerini onyıllardır her gün siyasetin içinde var olma endişesiyle yatıp kalkan, Türk olduklarını her gün hatırlamak durumunda olan bir halk haline getirmiştir.
Ankara’da da görev yapan emekli bir İsveç büyükelçisi, anılarında, Kıbrıslı Rumların asla Türkleri marjinalize etmekten ve onları kendilerinden aşağıda bir azınlık olarak görmekten vazgeçmeyeceklerini, uluslararası toplumun ve Kıbrıs Türklerinin ise belki hiçbir zaman Rum liderlerinin taktikleriyle baş etmeyi başaramayacağını yazıyor (Henrik Liljegren, From Tallinn to Turkey, MK Merkez Kitaplar, 2006, İstanbul, sayfa 109). Büyükelçi, bunun çaresinin iki devlet halinde yaşamak olduğunu da belirtmiş kitabında.
Büyük devletlerin ve Birleşmiş Milletlerin Rum/Yunan yanlısı tutumunun tarihteki örneklerine bakalım: 1915 yılında İngiltere, Birinci Dünya Savaşına girmesi karşılığında Kıbrıs adasını Yunanistan’a vermeyi öneriyor. Yine İngiltere Rumların 1963 Kanlı Noel saldırısında Garantör ülke olduğu halde sessiz kalıyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 4 Mart 1964 tarihinde aldığı 186 sayılı kararla kurulan Barış Gücünün Rum Hükümeti nezdinde görev yapacağını belirterek adada parlayan ateşe körükle gidiyor. ABD ve İngiltere 15 Temmuz 1974’te Yunan Cuntasının tertiplediği Enosis amaçlı darbeye ses çıkarmıyor. 1963-1974 arası dönemde Rumların işlediği cinayetlerin hiçbirinin hesabı sorulmuyor. Kıbrıs Türklerinin self-determinasyon hakkını kullanarak 1983’te kurduğu devletin ilanına karşı BM Güvenlik Konseyi, ilân kararını kınayan, Türkiye’nin büyükelçi atamasını ayrılıkçı bir eylem olarak niteleyen ve geri alınmasını talep eden 541 ve 550 sayılı kararları kabul ediyor. 2004’te Rumlar 1960 Antlaşmalarına rağmen Avrupa Birliğine (AB) üye yapılıyor. En son örnek de dost bilinen Türk devletlerinin Güney Kıbrıs’la ilgili ortak açıklamaları.
Bütün bu örnekler Kıbrıs Türklerine kol kanat gerilmesinin bir insan hakları ödevi olduğunu, Kıbrıs adasının Türkiye için taşıdığı önemi göstermiyor mu? 1937’de Atatürk Kıbrıs’ın ikmal yollarımız üzerinde yer alan, düşman elinde bulunmaması gereken bir ada olduğunu vurgulamıştı. Barış Harekâtının Başbakanı Bülent Ecevit de 21 Ocak 1997 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde yapmış olduğu konuşmada Kıbrıs Rumlarının federasyon istemediğinin artık anlaşıldığına işaret ederek şu beyanda bulunmuştu: “Türkiye KKTC için güvence olduğu kadar KKTC de Türkiye için güvencedir. Zira, Mersin ve İskenderun limanlarımızın, Doğu Akdeniz’de doğal gaz ve petrol boru hatlarının güvenliği buna bağlıdır; bu nedenle Türk askerinin ilelebet Kuzey Kıbrıs’ta kalması gerekir.”
Kıbrıs Türkleri için Türkiye özeldir. Kıbrıs Türklerinin özgürlük mücadelesinin unutulmaz önderi Denktaş, Kıbrıs’ın AB’ye girmesi tartışılırken, 2003 yılında “Türkiye’siz cennete dahi girmem” demiştir. Onun gibi düşünenler her zaman çoğunluktadır. “Kıbrıslılar bizi istemiyor” demenin ada gerçeklerini ne denli nesnel yansıttığı tartışmalıdır. Onların istemedikleri, çağdaş hayat tarzından, demokrasiden, Atatürk ilkelerinden uzaklaşılmasıdır. Kıbrıs Türkleri, her ülkede olabilecek kriminal olayların küçük bir adada bütün halka mal edilmesine üzülmektedir. Halkın büyük çoğunluğu, adanın kaderini kalıcı biçimde değiştiren 1974 Barış Harekâtıyla sağlanan huzurun kıymetini bilmektedir. Rum baskılarıyla ve her gün malûm siyasi konuyu tartışarak yaşamak yerine, kendi Türk kültür ve gelenekleri bozulmadan, sanatla, bilimle, kültürle uğraşarak yaşamak, dünyaca kabul edilmek onların da hakkıdır.

Devletin toplanma ve gösteri özgürlüğünü koruma yükümlülüğünün normatif temelini yeniden ayrıntılı olarak izah etmeye gerek yok. Özellikle son dönemde, T24 dahil, medya kuruluşlarında çok sayıda değerli yazarımız tarafından kamuoyuna geniş bilgi sağlandı. Bazı önemli belgeleri başlıklar olarak hatırlayalım: İnsan Hakları Evrensel Bildirisi (madde 20); Medeni ve Siyasi Hakları İlişkin Uluslararası Sözleşme (madde 21); Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (madde 11); Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları; Anayasamız (madde 34); Anayasa Mahkemesi kararları … Bu listeyi uzatmak mümkün.
Demokratik gösterinin engellenmesi, insan onuruna saygının, hukukun ve demokratik güvenliğin ihlalidir.
Demokratik gösteriye orantısız ve aşırı güç kullanılarak müdahale de, ayrıca uluslararası ve ulusal hukukumuzda yerleşik işkence ve kötü muamele yasağının ihlalidir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin gösteri özgürlüğüne ilişkin 11. maddesi ile işkence ve kötü muamele yasağına ilişki 3. maddesi kapsamında yapılan başvurulara ilişkin çok sayıda kararı var. Anayasa Mahkemesi’nin de bu konuda kararları var. İlgi duyulursa, gösteriye müdahaleyi ayrıntılı olarak değerlendiren son örneklerden biri olan 15.12 2020 tarihli kararının incelenmesi yararlı olabilir.
