Yine bir 10 Kasım gününün daha hüznünü yaşıyoruz. Bugün Cumhuriyetimizin kurucusu ve ebedi önderimiz Atatürk’ün ölümünün 85. yıldönümü. İçinde bulunduğumuz yılın bir özelliği de Cumhuriyet’in 100. yılı olması. Atatürk’ün kendi ifadesiyle “naçiz vücudu” belki çoktan toprak oldu ama “en büyük eserim” dediği cumhuriyet koca bir yüzyılı doldurdu. Hiç kuşkusuz, zaman zaman sorunlarla ve sıkıntılı dönemlerle de karşı karşıya kalsa, o cumhuriyet “ilelebet pâyidar” olacak.
Atatürk’ü 10 Kasım’da nasıl anmalı ve nasıl değerlendirmeli… Sevgi, saygı ve minnet duygularının yanında neler söylenebilir… Şüphe yok ki o bir büyük asker, muharebe alanlarının muzaffer kumandanı, bir büyük strateji dehası idi. Ama kuşkusuz, zaman ilerledikçe kendisi hakkında yazacak olan yerli ve yabancı tarihçiler ve akademisyenler, onu esas olarak bir büyük vizyoner, bir milletin yeniden yaratıcısı ve büyük bir sosyal ve siyasi devrimci olarak tanımlayacak ve tanıtacaklardır.
19. Yüzyılın son çeyreğinden itibaren Osmanlı’nın asker ve sivil aydınları hep imparatorluğun ıslahı, yeniden ayağa kaldırılması için kafa yordular, fikir ürettiler, çaba harcadılar. Namık Kemal’den Yeni Osmanlılar’a, Jön Türklere, hatta İttihat ve Terakki’ye kadar hep böyle oldu. Atatürk’ün farkı ve büyüklüğü buradadır. O büyük bir devrimci ve vizyoner olarak Osmanlı Devleti’nin artık tarihe karıştığını, yapılması gerekenin imparatorluk yerine yepyeni bir Türk devleti kurmak olduğunu anlamıştı. Bu düşüncede o kadar yalnızdı ki, İstiklal Mücadelesinde en yakınında olan arkadaşlarının dahi bir bölümünde yeni bir devlet kurmak değil, imparatorluğu ihya etmek fikri vardı.
İşte Atatürk bunu başardı. Sadece bir devlet kurmakla kalmadı, o devletin “muasır medeniyetlerin üzerine çıkması” sürecinin de temellerini attı. Belki o süreçte henüz yeterli yol alamadık ama bunun kusurunu sonraki kuşaklar olarak biz kendimizde aramalıyız.
Atatürk’ün ilk ve belki en büyük devrimi “milli egemenlik” devrimidir. “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” demiştir. Bu dört kelime içinde aslında çok şey gizlidir. Bunun anlamı, padişahlıktan cumhuriyete geçiş, kul ve tebaa olmaktan Cumhuriyet’in eşit hak ve yükümlülüklere sahip yurttaşlığına terfi etmek, ümmet olmaktan millet olmaya dönüşmektir. “Milli egemenlik öyle bir ateştir ki, onun karşısında zincirler erir, taçlar ve tahtlar yanar, mahvolur” demiştir.
Milli egemenlik devriminden sonra, devleti ve toplumu yenileştirmeyi, çağdaşlaştırmayı ve demokratikleştirmeyi hedefleyen köklü reformlar Atatürk sayesinde birbiri ardına yaşama geçmiştir. Çağdaş yaşamı benimseyen ve iradesini yönetime yansıtarak ülke geleceğinde bizzat rol oynayacak özgür ve etkin yurttaşlar yaratmak isteyen Atatürk, bireyi kendi başına bir değer yapmıştır. Çağdaş uygarlığın temel felsefesinde de bireyin özgürlüğü ve kendi yazgısını belirleme hakkı vardır. Batı demokrasilerinin çıkış noktası da bu olmuştur.
Bir aydınlanma tasarımı olan Cumhuriyet siyasal, toplumsal, hukuksal, kültürel ve ekonomik dönüşümlerin yolunu açmış, Türkiye’nin çağdaş uygarlıkla bütünleşme yolunda övgüye değer atılımlar yapmasını mümkün kılmıştır. Türk Devrimi, çağın getirdiği ve gerektirdiği koşulları toplum yararına yaşama geçiren, yapıldığı dönemle sınırlı kalmayan, süreklilik boyutu bulunan, yeni kazanımlarla ve ilk günkü bilinçle sürdürmemiz gereken bir çağdaşlaşma atılımıdır. Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi ve dayandığı ilkeler, çağdaş bir yaşam biçiminin de çerçevesini çizmektedir. Cumhuriyet, gücünü millet iradesinden almış, demokrasinin kurum ve kurallarıyla yaşama geçirilebilmesini mümkün kılmıştır.
Atatürk’ün kısa ömründe yaptıklarının ve gerçekleştirdiği “devrim” niteliğindeki atılımların hepsine değinmek bu yazının kapsamını aşar. Sadece ikisiyle kendisini anmış olalım: Bunlardan birincisi asırlardır toplum yaşantısında geri planda bırakılmış olan kadınlara verilen değerdir. Bakınız “Şapka Devrimi” için gittiği Kastamonu’dan bir gün sonra geçtiği İnebolu’da 27 Ağustos 1925 günü yaptığı ve “Efendiler” diye başladığı konuşmasında bu kelimenin anlamını nasıl açıklar:
“Bu hitap münasebetiyle ufak bir noktayı tekrar edeyim. Efendiler dediğim zaman başka bir yerde olduğu gibi burada da bunun medlulü (kastedilen) hanımefendiler ve beyefendilerdir.”
Atatürk’ün tarihî kişiliğiyle adeta özdeşleşmiş ikinci büyük devrim ise laikliktir. Yine aynı İnebolu nutkunda, laikliğin “olmazsa olmazı” “eğitim birliği” (tevhid-i tedrisat) konusunda ise şunları söylüyor:
“Ey büyük millet, cihan aileyi medeniyetinde (uygar aleminde) mevkii ihtiram sahibi (saygı konumunda) olmaya layık Türk Milleti, evlatlarına vereceği harsı (kültürü), vereceği terbiyeyi mektep ve medrese namında birbirinden büsbütün başka iki çeşit müesseseye takdim etmeğe hâlâ katlanabilir miydi? Terbiye ve tedrisatını tevhid etmedikçe (birleştirmedikçe) aynı fikirde, aynı zihniyette fertlerden mürekkep (oluşan) bir millet yapmaya imkân aramak abesle iştigal olmaz mıydı?”
Atatürk Cumhuriyeti’nin 100 yıllık dönemi, tarihinin en uzun barış dönemi olmuştur. Bu dönemde Atatürk’ün attığı temeller üzerinde büyük bir çağdaşlaşma ve kalkınma gerçekleştirilmiştir. Bu kazanım ve başarılar, içinde yaşadığımız zorluklara karşın ilerisi için ümit verici bir güvencedir.
Bizim kuşağımız, bizden önceki kuşaklar gibi Atatürk sevgisi ile yetişti ve büyüdü. Cumhuriyet’in kurucularının bize teslim ettiği emanet, hiç kimse umutsuz olmasın, emin ellerdedir. Bu kadronun temel amaç ve felsefesinin iyi değerlendirilmesi ve Cumhuriyetimizin aydınlık geleceğinin güvencesi genç kuşaklara iyi aktarılması hepimiz için bir onur borcudur. Tekrar edelim: Cumhuriyet’i Atatürk ve arkadaşları kurdu, onu yaşatacak ve yükseltecek olan işte bu genç kuşaklardır.
Sonsuzluk yolculuğunun 85. yılında Atatürk’e minnet, saygı ve sevgiyle.