Popülizm ve otoriterleşme uzun süredir dünyada siyaset bilimcilerin rağbet gösterdikleri araştırma konuları arasında yer alıyor. Nedeni, her zaman böyle sonuçlanmasa da, popülizmle otoriterleşme arasında organik bağlantıların olması. Popülizm, demokratik ve otoriter kutuplar arasında bir ara durak niteliği taşıyor. Demokrasinin karşı kutbu otoriter ve/veya totaliter rejim modeliyse, ‘popülizm’ yerine ve zamanına göre aldığı niteliklerle kutuplar arasında geçişi sağlayan bir ara durak konumu kazanıyor. Türkiye de bu tartışmalara istisna oluşturmuyor.
Popülizmin ‘liberal’ (demokratik, iyi huylu) ve ‘liberal olmayan’ (otoriter, kötü huylu), dolayısıyla bu niteliklerle koşut ‘kapsayıcı’ ve ‘dışlayıcı’ modelleri var. İlk model sivil toplumun katılımını, ikincisi lider hiyerarşisine dayalı buyurganlığı önceliyor. Araştırmacılar, sol’dan bakan birinci modelin demokrasinin aksaklıklarını tedavi eden ve geliştiren tarafına, sağ’dan yaklaşan ikinci modelin demokratik gerilemeyi ve otoriterleşmeyi güçlendiren yönlerine dikkat çekiyorlar. Durum böyle olsa da, genellikle popülizm dendiğinde gözümüzde ‘kötü huylu’ bir izlenim canlanıyor. Bunun bir nedeni, kışkırtıcı, dışlayıcı, ötekileştirici, toplumları kutuplaştıran ve özgürlükleri kısıtlayan özellikleriyle ikinci modelin tüm olumsuzluklarıyla vücut bulması ve sarsıcı tepki yaratması. Bir başka nedeni, ‘kötü huylu’ popülizme daha sık ve yaygın şekilde rastlanması. O halde, tartışmaya popülizmin bu ekseni üzerinden devam edelim.
‘Kötü huylu’ popülizm demokrasiyi, çoğulcu katılımı, bireysel hak ve özgürlükleri, sivil toplumu, kadın ve çocuklar ile azınlıklar gibi toplumların zayıf kesimlerini önemsizleştiren, yeri geldiğinde küçümseyen ve aşağılayan bir genetik kodlamaya sahip. Halkın saf ve katıksız iradesini temsil ettiğini iddia eden bir liderin ya da örgütlenmenin sürüklediği ‘sessiz çoğunluğun sesi’ olduğunu savunuyor. Kutuplaşmanın artması, ‘biz’ ve ‘ötekiler’, ‘vatanseverler’ ve ‘iç/dış düşmanlar’, ‘sıradan halk’ ve ‘ayrıcalıklı seçkinler’ mücadelesinin canlı tutulması bu nedenle gerekli ve istenen bir amaç haline geliyor. Çoğu kere üstün vasıflar atfedilen ‘karizmatik’ bir lider halkın mutluluğu hedefine uzanan ‘koç başı’ haline getiriliyor. Bu lider, siyaset bilimcilerin ‘otoriter pazarlık’ olarak niteledikleri basit bir ‘toplumsal uzlaşma’yı halkın önüne koyuyor: Lidere sorgulamaksızın sadakat gösterilmesiyle sağlanacağı varsayılan ekonomik gelişme ve kalkınmaya karşılık, özgürlüklerin kısıtlanmasına razı olunması. Toplumsal, siyasi ve ekonomik olarak gelişme yolundaki ülkelerde sıkça karşılaşılan bu model kendini sürekli olarak yeniden üretiyor. Buraya kadarki bölüm siyaset bilimcilerin araştırma alanında kafa yordukları tartışma konusunu oluşturuyor.
Şimdi, ‘otoriter pazarlık’ olgusunun dış politikadaki yansımalarına bakalım. Tüm siyasi rejimler arasında bir ‘bulaşma’ etkisi görüyoruz: Demokratik rejimler kendi aralarında, popülist/otoriterler kendi alanlarında birbirlerinden etkileniyor, şekillendiriyorlar. Bu durum bir ‘öğrenme eğrisi’ olarak tanımlanıyor. Dünyanın günümüzde liberal ve otoriter bloklar kavşağında ayrışması bundan kaynaklanıyor; ‘otoriter pazarlık’ olgusu bu yol ayrımında şekilleniyor. Özgürlük alanlarını ve serbest eleştiriyi kısıtlayıcı önlemler alan popülist otoriterler kendilerini emsalleri arasında rahat hissediyor, ilişkilerini geliştirmeye yöneliyorlar. Aksi durum, demokratik ülkeler arasında da görülüyor. Avrupa Birliği üyesi olmalarına karşın, kendilerini Birlik kurallarıyla bağlı hissetmeyen Macaristan ve Polonya’nın ters çıkışlarıyla yalnızlaşmaları bu konuda sayısız örnek veriyor. Demokratik ülkelerin eleştirilerine maruz kalmamak için popülist otoriterlerin en iyi geçindikleri, savunusunu üstlendikleri ülkeler arasında otoriter bloğun kutup başları Rusya ve Çin’in bulunması da tesadüfi olmamalı. Dış politikada ‘otoriter pazarlık’ işte burada en saf haliyle kendini gösteriyor: Siyasi eleştiriden ve yaptırım tehlikesinden azade bir ortamda, sadece kuralsız ekonomik, ticari ve yatırım kazanımların konuşulduğu tatlısu kıvamındaki ilişkiler önemli bir konfor alanı açıyor.
Türkiye’nin son yıllarda benimsediği dış politika yönelimleri sanırım bu şablondan bakınca anlam kazanıyor. Örnekleyelim: Demokratik dünyanın eleştirdiği, parlamento kararları almaktan çekinmediği Çin’deki insan hakları ihlalleri ve ‘Uygur meselesi’ açıldığında başımızı öte yana çevirmemizin nedeni bu olabilir mi? Ya da, İran yaptırımlarının etrafından dolaşarak kısa vadeli ekonomik kazanım sağlama amacı güderken, hesap hatası yapıp yaptırım tehlikeleriyle yüzleşmemiz rastlantı eseri mi? Ukrayna’nın işgalinin ardından ağır yaptırımlara uğrayan Rusya’nın Türkiye üzerinden Batı’yla ticaret imkanları aradığı haberleri bu şablonu doğruluyor olabilir mi? Kurucusu olduğumuz demokratik değerleri önceleyen Avrupa Konseyi’yle şeker renk hale gelmiş ilişkilerimiz bu resimde anlamlı hale gelmiyor mu? Son olarak, güncel konumuz olan Suriye’yle ilişkilerimizi bir ‘otoriter pazarlık’la normalleştirmeye yönelirken, ABD’nde yürürlükte olan ‘Sezar Yasası’nın yeni bir CAATSA uygulamasını kapı ardında beklettiğinin farkında mıyız?
Bu gözlemlere karşılık, ‘iki yüzlü’ ve ‘çifte standartlı’ Batı ülkelerinin yeri geldiğinde uluslararası sistemi umursamayıp, çıkarları gereği kural ihlali yaptıkları ileri sürülebilir. Ancak, bu iddia göründüğü kadar isabetli ve geçerli olmayabilir. Zira, liberal demokratik sistemi benimsemiş Batı ülkeleri, her devlet gibi ekonomik ve ticari çıkarlarını önceleseler de, yeri geldiğinde yüksek maliyetlerini göze alarak sert eleştirilerini dile getirmekten, yaptırım uygulamaktan, önlem almaktan kaçınmıyorlar. Başka türlü söyleyelim: ‘Otoriter pazarlık’ liberal demokrasilerin başvurduğu bir yöntem değil. Bu tercih, popülist/otoriterlerin birbirleriyle ilişkilerinde uyguladıkları temel dış politika araçlarından biri. Güncel dış politikasına bakıldığında Türkiye de bu genel tabloyla uyumlu, demokratik eleştiriye maruz kalmadığı, canının sıkılmadığı ‘mahalle’yle aynı hizada refleksler ve tercihler ortaya koyuyor. Kabul edelim ki, bu konfor alanını ve davranış serbestisini ‘karşı mahalle’de aynı rahatlıkla hissetmiyoruz. Artık söylem etkisini bile yitirmiş AB’ne üyelik sürecinde geldiğimiz aşama bunu ortaya koyuyor. Kendimizi ait ve rahat hissettiğimiz otoriter ‘mahalle’yle duygu, değer ve çıkar birlikteliğimiz olmasa da, demokratik ‘karşı ‘mahalle’ sözkonusu olduğunda popülist/otoriter yol arkadaşlarıyla güç birliği yapmaktan kaçınmıyor olmamız sanırım bu anlayıştan kaynaklanıyor. Popülist otoriterliğin yarattığı ideolojik yakınlaşma, ne denli tutarsız olursa olsun bu anlayışı gerekli, hatta kaçınılmaz kılıyor.
Türk dış politikası iddia edildiğinin aksine ‘denge’ görüntüsü altında aslında bir süredir bu zemin üzerinde rotasını ‘otoriter pazarlık’ yapabildiği ülkelere doğru kırmış durumda. Bu kolaylıkla başka türlü gösterilebilecek, aksi öne sürülebilecek bir durum değil ne yazık ki. İç ve dış politikanın örtüşmesi, birbirlerinin uzantısı ve aracı haline gelmesi, popülizmin içeride ve dışarıda güçlenmesi, otoriterleşmeyi teşvik etmesi sonucunu üretiyor. En önemlisi, bu durum kendi üretimimiz olan ‘beka meselesi’nden ya da adını koymaktan kaçındığımız, ancak her elverişli anda kullanıma hazır beklettiğimiz ‘dış düşmanlar’dan değil, bizim bilinçli tercihlerimizden kaynaklanıyor. Bir kaç adım geri çekilerek, soğuk kanlı, tarafsız ve sağduyulu baktığımızda göreceğimiz yalın manzara bundan ibaret olabilir.