Taliban’ın yirmi yıl sonra Afganistan’ı tekrar ele geçirmesi, başta kadınlar olmak üzere, insanlığın gelişmesinin bilim, akıl ve özgürleşme yönünde olmasını isteyen herkes için endişe yarattı. İnsanlık bunca kalkınma ve uygarlaşmadan sonra karanlık günlere mi dönüyor? Şeriatla yönetilen Suudi Arabistan, İran gibi ülkelere yenilerinin eklenmesi sürecek mi? Bu soruların yanıtı özellikle halkı müslüman ülkeler için yaşamsal önem taşıyor. Sorun büyük, yorumlar muhtelif. Meseleye bir de farklı açıdan, kimi filozof ve tarihçilerin görüşleriyle, ülkemizden de örneklerle bakmaya çalışalım. Tarihin çarkı dönerken, buna direnenler, yani karanlık mı kazanacak, yoksa aydınlık mı? Tarihin tuttuğu yön karanlığa mı aydınlığa mı doğru?
Alman filozof İmmanuel Kant (1724-1804), 1784’te “Aydınlanma Nedir” başlıklı yazısında şöyle diyor: “Hiçbir kurum insan soyunun aydınlanmasına engel olacak bir anlaşma yapamaz. Hiçbir dönemin kendisinden sonraki dönemin bilgilerini genişletmemesi, yanılmalardan kurtulmaması, aydınlanmada ileri gitmemesi için sözleşmeler yapmaya hakkı yoktur. Böyle bir şey insan yaradılışına karşı bir cinayet olur. Çünkü insan doğasının belirlenimi olan ilerlemeye aykırıdır.” Kant’a göre aydınlanma, ileriye doğru uzayıp gidecek bir gelişme, bir olgunlaşma sürecidir.
Aydınlanma Felsefesi, Devrimler ve Atatürk başlıklı yapıtında Prof. Dr. Macit Gökberk, “Tarih, tuttuğu doğrultudan ayrılanların üstünden acımasızca gelip geçer” diyor. Prof. Gökberk, Cumhuriyet gazetesi tarafından 1997 Ağustos’unda okurlarına armağan olarak dağıtılan söz konusu kitapçığında, Türk toplumunun, yaklaşık bin yıldır içinde yer aldığı İslam kültür çevresinden ayrılıp iki yüz yıldır Batı kültür çevresine girmeye uğraştığını, aslında buradaki olgunun Ortaçağdan Yeniçağa geçiş olduğunu, bu yönelişin bir sürü duraksama ve engellemeler yüzünden gerektiği gibi gerçekleşemediğini, böylece Ortaçağdan büsbütün çıkılamadığını belirtiyor. Gökberk hoca, Türk toplumuna onu Ortaçağdan kesin olarak ayıracak adımları attıranın Atatürk olacağını, onun devriminin temel anlamının bu olduğunu vurguluyor.
Aydınlanmacı düşünceden esinlenen Gökberk’e göre Atatürk, insanlığa ve kendi ulusuna olan güveni ve onların hep ileriye, iyiye doğru gidebileceklerine inanan iyimserliği ile, tutarlı bir aydınlanmacı hümanistti. Atatürk, Ortaçağın boş inançlarından kurtulup aydınlanmış özgür insana duyduğu özlemi, öğretmenlere hitaben yaptığı konuşmada, zihnimize işlenmiş şu sözlerle dile getirmemiş miydi: “Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.”
Türkiye, yarım ve eksik de olsa, kenarından köşesinden de olsa aydınlanmayı yakalamış, halkının büyük çoğunluğu İslamiyet’i hoşgörü ve sevgi dini olarak benimsemiş tek Müslüman ülke. Klasik müzik konserlerini, opera ve bale eserlerini yüzbinlerce kişi izliyor, tiyatrolara büyük ilgi var, birçok meslekte kadın oranı Batı ülkelerinden fazla, Anadolu’nun birçok köşesinde içeriği zengin müzeler açılmış. Tarihin genel gidişi eğer aydınlık yönündeyse, Atatürk devrimleri insanlık tarihinin genel gidişine uygundur. Devrimlerin eksik kalması, içinde gelişmek zorunda olduğu tarihsel, sosyal ortamın direnmesindendir.
Türkiye’nin diğer Müslüman ülkelerden farkları bununla bitmiyor. Özellikle aydınlanmanın en duyarlı olduğu kadın-erkek ilişkileri alanında belirgin farklar var: İslam öncesine Şamanizm kadını kutsal sayan eşitlikçi, hoşgörülü bir dindi. Eski Türklerde Emirnameler Hakan ve Hatun tarafından ortaklaşa yürürlüğe konuluyordu. Kızlar kendi eşlerini seçme hakkına sahipti. Kültürel yaşama, eğlenceye kadınlar da katılıyordu. Hititlerde “Egemen kraliçe” krala yakın yetkilere sahipti. İslamiyetten sonra da Ahmet Yesevi (1093-1166) “Cemiyette ve Dergâhta” kadın-erkek birlikteliğini savunuyordu. Osmanlı’da kol kesme, recm, içki içene sopa vurulması gibi uygulamalar olmadı. Yaşar Kemal’in ünlü yapıtı Bin Boğalar Efsanesi, istemediği bir evliliğe hayatı pahasına hayır diyen Ceren’e, bağlı olduğu Türkmen obasının verdiği desteği ve gösterdiği saygıyı anlatır.
Sözün kısası, kadının olmadığı bir aydınlanma düşünülemeyeceğini söylemek yanlış olmaz. En çok kadınların ezildiği Afganistan’da da belki bu böyle olacak. İki yıl Afganistan’da NATO kıdemli sivil yönetici görevinde bulunan bilge Dışişleri Bakanı, eski Meclis Başkanı Hikmet Çetin’in bu konudaki sözleri çok anlamlıdır: “Taliban’ı şiddete direnen kadınlar durdurabilir.” Çetin, 20 Ağustos 2021’de yayınlanan (T24) bu sözlerini şöyle sürdürüyor: “İyi ki Atatürk var, ona minnet duyuyorum. Dünyanın hiçbir İslam ülkesinden böyle bir lider çıkmadı.”
Atatürk, Türk halkının Rönesansıydı; Ortaçağ düzeninin temel direği olarak gördüğü dogmatizmi ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Atatürk’ün orta okullar için “Yurttaşlık Bilgileri” kitabı yazdığını birçoğumuz duymuşuzdur. Nuran Tezcan’ın günümüz diline çevirip basıma hazırladığı kitabın (Çağdaş Yayınları, 1994) özgürlükler bölümünde (sayfa 68) Atatürk şöyle diyor: “…din koruyucusu görünümüne bürünmüş olanların gerçeği görebilen ve düşünebilenlere karşı yaptıkları zulüm ve işkenceler insanlık tarihinde her zaman kirli, korkunç olaylar olarak kalacaktır.”
Prof. Bernard Lewis, “The Crisis of Islam, Holy War And Unholy Terror” adlı kitabında (Phoenix, London, 2003) bu sorunun kaynağını şöyle açıklamaya çalışmıştı: İslamiyet, Avrupa’da eski çağ uygarlıkları ile modern çağ arasında kalan karanlık dönemde, kurduğu yönetimler, ticari hayat, özgün ve yaratıcı edebiyatıyla dünyanın önde gelen uygarlığı idi. Bu dönemde İslamiyet eski Doğu uygarlığı ile çağdaş Batı arasındaki geçişi simgeliyordu. Ancak 13ncü yüzyıldan sonra bu durum değişti. Özellikle son üç yüz senede başat rolünü yitirdi, bir yandan modern Batı, diğer yandan hızla kalkınan Uzak Doğu ile arasındaki açık büyüdükçe, uygulamaya ilişkin gerek düşünürlerin gerek düzene başkaldıranların etkili çözümler bulamadığı sorunlarla karşılaştı.
Bernard Lewis’in sözünü ettiği, İslamiyet’in dünyanın önde gelen uygarlığı olduğu dönemin sonuna doğru, ünlü düşünür İbni Haldun devletin varoluşunu ve toplumların evrimini toplumsal-ekonomik nedenlere dayandırarak açıklamıştı. Hatta insanın evrimini hayvanın en gelişmiş türüne, hayvanın evrimini de bitkinin en gelişmiş türüne bağlamıştı. Ne yazık ki ondan sonra usavurma, içtihat yolları kapandı.
Prof. Lewis, Hıristiyanlıkla İslamiyet arasındaki önemli bir farka işaret ederek, İmparator Konstantin’in kabul etmesine kadar Hıristiyanlığın birkaç yüzyıl ezilenlerin dini olarak büyüyüp geliştiğini, İslamiyetin ise hemen başında bir devlet dini olarak doğduğunu, Müslümanların birdenbire siyasi ve dini bir toplum meydana getirdiğini, Peygamber’in devletin başı olduğunu, dini gerçeklerle siyasi iktidarın birbirine sımsıkı bağlandığını vurguluyor. Hayatın birçok alanına ilişkin kuralları içeren Şeriat da doğal olarak bu bağlantının siyasi felsefesini ve anayasasını oluşturuyor. Lewis’in yaklaşımına göre devlet gücü kullanmanın İslam’ın doğasında olduğu ileri sürülebilir. Günümüzde halkı Müslüman bir ülkede demokrasi olacaksa, bunun laiklikten başka bir yolu yok.
Taliban’ı bu yönde ikna etmek anlamsız. Taliban 1995-2001 arası dönemde ne idiyse odur. Demokrasiyi peşinen reddedenlere insan hakları dersi vermenin de yararı olmayabilir. Taliban’ı benzer diğer rejimlerden daha tehlikeli yapan bir özelliği de uyuşturucudan beslenen bir ekonomiye sahip olması, terör örgütlerine melce sağlaması. Taliban’ın “uluslararası dili konuşmayı öğrendik” demesi belki riskleri daha da artırıyor olabilir.
Böyle oldu diye yine de dünyanın karanlığa doğru yürüdüğünü hiç düşünmemeli. Ümidimiz, dileğimiz tarihin çarkının aydınlığa doğru dönmesi. Umarız Macit Gökberk hocanın dediği gibi olur; tarih, tuttuğu yoldan ayrılanları geride bırakıp geçer.