Kadın – erkek eşitliği bir toplumda adaletin ve manevi ilerlemenin sağlanması bakımından şarttır. Kadınların erkek baskı ve egemenliği altında tutularak ikincil konuma mahkûm edildiği toplumlarda insanlık değerlerine saygı gösterildiği öne sürülemez. Onun içindir ki, Atatürk kadın haklarını güçle savunmuş ve kadın erkek eşitliğini Cumhuriyetimizin kurucu ilkelerinden biri kılmıştır.
İstanbul Sözleşmesi’nin ortaya çıkarılmasında öncü rol oynamak ve Sözleşmeye en büyük ilinin adının verilmesini sağlamak, Sözleşmeyi ilk imzalayan ve ilk onaylayan ülke olmak Atatürk Türkiye’sine yakışan bir başarı olmuştur. Türkiye’nin uluslararası profilini güçlendirmiştir. İstanbul Sözleşmesi kadına yönelik şiddetle mücadele amacını taşımaktadır. Kadın hakları ancak kadına yönelik şiddetin ortadan kaldırıldığı bir zemin üstünde yükselebilir. Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi kadın haklarının geliştirilmesi ve kadın erkek eşitliğinin sağlanması bakımından birincil önem taşıyan bir uluslararası hukuk yasasıdır. Bu yasayı Anayasamızda öngörüldüğü şekilde uygulamak Türk kadınını ve Türkiye’yi sadece yüceltir.
Ancak, kadın erkek eşitliğini içine sindiremediği anlaşılan kimi çevrelerin Sözleşmenin içerdiği toplumsal cinsiyet deyimini yanlış yorumlayarak ve aile kurumunun Sözleşmede yeterince korunmadığını öne sürerek Türkiye’nin bir bakıma kendi eseri, medar – ı iftiharı olan bir uluslararası hukuk belgesinden ayrılmasına yol açmaları esefle izlenmiştir.
Toplumsal cinsiyet kavramı Sözleşmede şöyle tanımlanmıştır. “Toplumsal cinsiyet herhangi bir toplumun kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak anlaşılacaktır.” Bu açık hükümden içermediği anlamlar çıkarılmasını iyi niyetle bağdaştırmak mümkün görülmemektedir.
Öte yandan, İstanbul Sözleşmesinin ana amaçlarından biri aile içi şiddetin önlenmesidir. Aile kurumunu güçlendirmek için aile içinde kadına yönelik şiddeti mutlaka ortadan kaldırmak gerekmektedir. Aile içi şiddet ne kadar azalırsa aile kurumu o kadar güçlenir. Hal böyleyken, Sözleşmenin aile kurumunu zayıflattığını öne sürmek akıl ölçüleriyle bağdaşmamaktadır.
TBMM’nin oy birliğiyle ve alkışlarla kabul ettiği bir uluslararası hukuk yasasının geçerliğinin, yerleşik hukuki uygulamalar bakımından tartışma yaratan ve sorgulanan bir şekilde sona erdirilmesi de konunun kaygı verici diğer önemli bir boyutudur
Türkiye’nin Sözleşmeden çekildiğinin açıklanması ilgili uluslararası kuruluşlarda ve kamu oyunda çok olumsuz yankı bulmuş ve ciddi boyutlara ulaşmış olan imaj sorunumuzun daha da ağırlaşmasına yol açmıştır. Türkiye’nin böyle bir yük taşımaya ihtiyacı olmadığı düşünülmektedir.
Dileğimiz yapılan yanlıştan bir an önce dönülerek, devletimize yakışan bir tarzda, sözkonusu Sözleşmenin yapımıyla kabulünde olduğu gibi uygulanmasında da öncü bir rol oynanmasıdır.
Ankara Politikalar Merkezi